“Seküler ve Muhafazakâr Sıkışma”
Yazısında gerek laik-seküler, gerekse de muhafazakâr kesimlerin mevcut siyasal sıkışmışlık durumu ve endişelerini mercek altına alan Cennet Uslu, kaygılı ruh halinin her iki kesimde de yol açtığı bocalamaya dair dikkat çekici tespitler yapmış.
Cennet Uslu’nun Serbestiyet.com’da yayınlanan “Seküler ve Muhafazakâr Sıkışma” başlıklı yazısından (tartışmaya açık gördüğümüz hususlar da olmakla birlikte) öne çıkan bazı pasajlar şöyle:
“Bir partinin kendini dıştan gelen eleştirilere kapatmasından daha vahimi, içerden gelen eleştiri ve farklı görüşlere kapatarak bunları bastırma yoluna gitmesidir. Kadro partilerinde, yani ideolojik partilerde bu durum yaygın olarak görülür. Ancak bir kitle partisinin böyle bir yolu seçmesi kendini çoraklığa mahkûm etmesi, kendini besleyecek sosyolojik girdiye sırt çevirmesi olur.”
“Umutsuzluk öyle derin ki, bazıları AK Parti’yi iktidardan uzaklaştıracak son çare olarak -- 15 Temmuz’a kadar -- darbeden veya ülkeyi de yıkıma götürebilecek başka bir büyük başarısızlıktan veya felâketten medet umar hale geldiler. Seküler kesim bu umutsuzluk üzerinden kendini AK Parti’nin içinden çıkacak ve Erdoğan’a meydan okuyacak bir hareketi bekleme edilgenliğine veya ülkede işlerin kötüye gitmesinden -- örneğin ekonomik kriz çıkmasından -- mutlu olan patolojik bir ruh haline mahkum kılıyor kendisini.
Bu umutsuzluğun doğmasında, AK Parti’nin göz korkutan gücü ana faktör olmakla birlikte, iki dolaylı sebep daha var. Bunlardan ilki seküler kesimlerin eski rejimin gözde yurttaşları olma ayrıcalığını yitirmeyi bir türlü hazmedememiş, dolayısıyla performansa bağlı siyaset yapmaya direnç geliştirmiş olmaları. İkinci sebep ise, temsil edildikleri partinin siyaset üretme konusundaki beceriksizliği. CHP hem toplumun geneline hem kendi destekçilerine iktidar alternatifi olarak görülecek çapta bir umut verememekte.”
“…Bu korku, muhafazakâr kesimlerin Erdoğan’ın ve AK Parti’nin beğenmedikleri, içlerine sinmeyen, olağan koşullarda onaylamayacakları pek çok politikasına ya sessiz kalarak veya tribünler önünde destek olarak sahip çıkmasına zemin yaratıyor. İçlerine sinmeyen pek çok konuda ciddi bir eleştiri veya değişiklik talebinde bulunmuyor veya bulunamıyorlar. Bazıları ise karşılaştıkları, duydukları veya bildikleri pek çok problem, haksızlık ve usulsüzlük karşısında, ya bunların üstünü örtmeye veya bunları görmezden gelmeye dönük bir tutum geliştiriyor.
Bazıları bunun ‘doğru bir taktik tutum’ olduğu bilinci ile hareket ediyor, yani yapılanı doğru bulmasa da bunu gereklilik olarak görüyor. Büyük bir kısmı ise normalde desteklemeyeceği, önceden karşı çıktığı veya yanlış bulduğu politikaları haklılaştırmanın bir yolunu bulmaya çalışıyor. Bu haklılaştırmada en çok başvurulan yöntemler ise Erdoğan’ın kurduğu ‘üst akıl’ ve ‘herkes bize düşman’ söylemi veya Erdoğan’a duyulan ‘o ne yaptığını biliyordur’ güveni gibi görünüyor.”
Yazının Tamamı:
Seküler ve Muhafazakâr Sıkışma
Ülkede siyaset sağlı sollu olarak, hem sekülerler hem muhafazakârlar cephesinden bir sıkışma içerisinde. Ülke siyasetinde yaşanan bu sıkışma son tahlilde demokrasiye karşıt bir basınca dönüşmekte.
Bu sıkışma her meselede tarafların ne diyeceğinin en başından belli olduğu, aktörlerin meselenin içeriğine bakmadan “kime yarar” sorusuna göre refleks olarak pozisyon aldığı bir siyasi kilitlenme üretiyor. Ama asla verimli politikalar ve çözüm üretemiyor. Genellikle bu kilitlenme, bir süre sonra iktidarın hegemonik gücüyle aşılıyor; ardından bir sonraki kilitlenmeye kadar taraflar siperlere geri çekiliyor.
Geçen haftalarda uzun süredir ilk defa bir kilitlenme hükümetin geri adım atmasıyla sonuçlandı. Hükümete geri adım attıran ise karşı taraf değildi. Küçüklere yönelik cinsel istismar yasası olarak bilinen düzenlemeye, AK Partili veya destekçisi olan kesimlerden güçlü itiraz sesleri yükseldi. Yine de bu itirazların güçlü bir sese dönüşebilmesinde, Erdoğan’ın kızı sıfatını taşıması sebebiyle Sümeyye Bayraktar’ın KADEM’in başkan yardımcısı olmasının etkisinin altını çizmekte fayda var.
Çünkü epey bir zamandır AK Parti’de kendi üyeleri ve destekçilerinden yükselen farklı sesleri ve eleştirileri hızla kör bir linçe çeviren bir pratik gelişti. Parti “resmi görüşü” dışında ve ondan farklı çıkarılacak en ufak bir itirazın sahibi, Reis düşmanlığı ve hainlikle suçlanarak adeta AK Parti’den diskalifiye ediliyor. Küçüklere cinsel istismar meselesinde bu durum, KADEM’in de itirazından güç bularak yapılan içerden eleştirilerle ilk kez değişti.
Bir partinin kendini dıştan gelen eleştirilere kapatmasından daha vahimi, içerden gelen eleştiri ve farklı görüşlere kapatarak bunları bastırma yoluna gitmesidir. Kadro partilerinde, yani ideolojik partilerde bu durum yaygın olarak görülür. Ancak bir kitle partisinin böyle bir yolu seçmesi kendini çoraklığa mahkûm etmesi, kendini besleyecek sosyolojik girdiye sırt çevirmesi olur.
Siyaseti bir kör döğüşüne, bir inatlaşmaya dönüştüren sebeplerden biri seküler ve muhafazakâr kesimlerde yaşanan bir sıkışma halidir. Bu sıkışma seküler kesimde umutsuzluk, muhafazakâr kesimde ise korku kaynaklıdır.
Seküler kesimler 14 yıllık AK Parti iktidarından ve AK Parti’nin arka arkaya elde ettiği seçim zaferlerinden sonra, iktidarın değişebileceğine dair -- kısa süren 7 Haziran sevinci dışında -- herhangi bir umut taşımıyorlar. İktidarı seçimle değiştirebilecek bir seçmen desteğine asla sahip olamayacaklarını düşünüyorlar. Seküler kesimdeki umutsuzluk 15 Temmuz sonrası OHAL ile yürütülen icraat karşısında “artık seçimle de gitmezler” çıkarımıyla neredeyse kronik bir hale geldi.
Umut tükendiğinde tepki ya öfke-saldırganlık ve/ya nihilizm şeklinde yansıyor. Bu umutsuzluk, siyasi hedefi “düşmana ne kadar zarar verilirse kârdır” vizyonsuzluğuna hapsediyor.
Umutsuzluk öyle derin ki, bazıları AK Parti’yi iktidardan uzaklaştıracak son çare olarak -- 15 Temmuz’a kadar -- darbeden veya ülkeyi de yıkıma götürebilecek başka bir büyük başarısızlıktan veya felâketten medet umar hale geldiler. Seküler kesim bu umutsuzluk üzerinden kendini AK Parti’nin içinden çıkacak ve Erdoğan’a meydan okuyacak bir hareketi bekleme edilgenliğine veya ülkede işlerin kötüye gitmesinden -- örneğin ekonomik kriz çıkmasından -- mutlu olan patolojik bir ruh haline mahkum kılıyor kendisini.
Bu umutsuzluğun doğmasında, AK Parti’nin göz korkutan gücü ana faktör olmakla birlikte, iki dolaylı sebep daha var. Bunlardan ilki seküler kesimlerin eski rejimin gözde yurttaşları olma ayrıcalığını yitirmeyi bir türlü hazmedememiş, dolayısıyla performansa bağlı siyaset yapmaya direnç geliştirmiş olmaları. İkinci sebep ise, temsil edildikleri partinin siyaset üretme konusundaki beceriksizliği. CHP hem toplumun geneline hem kendi destekçilerine iktidar alternatifi olarak görülecek çapta bir umut verememekte.
Muhafazakâr kesimin sıkışmışlığı ise korku kaynaklı. Bu korkunun temeli, AK Parti’nin iktidardan düşüşüyle birlikte kazanımlarını yitirecekleri ve intikam duygusuyla kendilerine ağır bedeller ödetileceği varsayımında yatıyor. Kemalist vesayet rejiminde çevreye sıkıştırılmış toplum kesimleri AK Parti ile merkeze yürüdü. AK Parti iktidarı boyunca peyder pey artan bir sosyal-siyasal itibar ve güçlü bir toplumsal statü elde ettiler. Muhafazakârların bir kısmı ise ünvan, makam, mevki ve para da kazandı.
Siyaset bilhassa 2013’ten beri keskin bir kutuplaşma içine girdi. Karşılıklı olarak öyle sert bir politika güdüldü ki, bu durum iki kesim için bir orta yol veya ortak bir zemin imkânını sürekli tahrip etti. Kavga ve düşmanlığın boyutları öyle büyüdü ki, taraflar birinin “varlığı”nı diğerinin “yokluğu” anlamına gelecek şekilde okumaya başladı. Bu kutuplaşma her iki kesimin de daha radikal bir söyleme savrulmalarını kolaylaştırdı. Politikacılar bu kutuplaşmanın kendileri için işleri kolaylaştırıcı yönüne fazlasıyla kapıldı ve bu gerilimi tepe tepe kullandı.
Şimdi, muhafazakârların önemli bir kısmı AK Parti’nin iktidarı kaybetmesini kendileri için büyük bir tehlike ve felaket olarak görüyor. Kutuplaşma öyle keskin ve düşmanlık öyle büyük ki, iktidar değişikliğinin kendileri üzerinde büyük bir tahribat yapmadan mümkün olamayacağını öngörüyorlar. Seküler kesimde öyle bir öfke ve düşmanlık oluşturuldu ki, AK Parti’nin iktidardan gidişi ve yeni gelen iktidarla birlikte sarsıcı ve acımasız bir devri sabık dönemi yaşanacağından korkuyorlar. Bu yüzden pek çoğu kendi kaderini Erdoğan’ın kaderine bağlı hissediyor.
Bu korku, muhafazakâr kesimlerin Erdoğan’ın ve AK Parti’nin beğenmedikleri, içlerine sinmeyen, olağan koşullarda onaylamayacakları pek çok politikasına ya sessiz kalarak veya tribünler önünde destek olarak sahip çıkmasına zemin yaratıyor. İçlerine sinmeyen pek çok konuda ciddi bir eleştiri veya değişiklik talebinde bulunmuyor veya bulunamıyorlar. Bazıları ise karşılaştıkları, duydukları veya bildikleri pek çok problem, haksızlık ve usulsüzlük karşısında, ya bunların üstünü örtmeye veya bunları görmezden gelmeye dönük bir tutum geliştiriyor.
Bazıları bunun “doğru bir taktik tutum” olduğu bilinci ile hareket ediyor, yani yapılanı doğru bulmasa da bunu gereklilik olarak görüyor. Büyük bir kısmı ise normalde desteklemeyeceği, önceden karşı çıktığı veya yanlış bulduğu politikaları haklılaştırmanın bir yolunu bulmaya çalışıyor. Bu haklılaştırmada en çok başvurulan yöntemler ise Erdoğan’ın kurduğu “üst akıl” ve “herkes bize düşman” söylemi veya Erdoğan’a duyulan “o ne yaptığını biliyordur” güveni gibi görünüyor.
Son tahlilde, seküler kesimlerin “normal koşullarda” biz hiç iktidara gelemeyeceğiz umutsuzluğunun ve muhafazakâr kesimlerin AK Parti iktidardan düşerse mahvoluruz korkusunun karşılıklı olarak yarattığı sıkışma, demokratik bir sistem olanağının altını iyiden iyiye oymaya başladı.
AK Parti’nin ve Erdoğan’ın her geçen gün artan bir biçimde hükümet olmaktan devlet olmaya doğru evrilmesi ve daha fazla devletle bütünleşik bir hale yönelmesi, bu sıkışmışlığı ağır sonuçlar doğuracak bir evreye doğru hızla sürüklemekte. Mevcut durum bir tarafın umutsuzluğunu diğer tarafın korkusunu besleyecek güçlü sinyaller yayıyor.
İşte böyle bir iklimde “küçüklere yönelik cinsel istismar” meselesinde sekülerler ve bazı muhafazakârların ortak bir tutumda birleşmesi, cephelerde sıkışan insanlara temiz havadan alınan taze bir nefes gibi geldi.
Maalesef, arada sırada alınacak taze nefesler zehirli ortamın tahripkâr etkisini gidermeye yetecek güçte değil. Havayı sürekli temizleyecek daha sağlam ve kalıcı tedbirlere ihtiyaç var.
HABERE YORUM KAT