Seçimle İktidara Gelmiş Bir Partiye Karşı Asker-Medya İşbirliği!
Alper Görmüş yazısında, 2002 yılında AK Parti iktidarına yönelik asker ve medya işbirliğiyle başlatılan kara propagandayı hatırlatıyor, böyle bir konjonktürde iktidarın cemaatin gücünü arkasına alması hakkında “Çok mu anlaşılmaz?” sorusunu soruyor.
AK Parti-Cemaat İttifakı: Vur, Fakat Dinle (3)
Alper Görmüş / Serbestiyet
AK Parti iktidarı hangi koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurdu ya da buna mecbur kaldı? AK Parti, 2002’den itibaren düşmanca bir atmosferle karşılanmak yerine meşru bir iktidar olarak kabul edilseydi Cemaat’le bu kadar yakın bir ilişki içine girer miydi? Bu soruların cevabını aramaya yönelik yazı dizimiz, hatırlayacaksınız, ilhamını Hidayet Tuksal’ın şu cümlelerinden almıştı:
“Gülen kadrolarına bürokraside büyük yer açan AK Parti’nin günahları yüzüne vurulurken, nedense pek kimse, asıl büyük günah sahiplerine dönüp bir şey söylemiyor. Onların da şöyle bir özeleştiri vermeleri gerekmez mi? (...) ‘Bir yandan bu milletin dinî inançlarını, örfünü, âdetlerini, alışkanlıklarını, gündelik yaşam pratiklerini aşağıladık; bir yandan da bütün kapıları tutup, onları küçük, verimsiz, elverişsiz dış alanlara hapsetmeye çalıştık. Onların kendileri olma haklarını engelledik, çünkü onları o halleriyle sevmiyor, hattâ nefret ediyorduk. Bunu da pek gizleme gereği duymadık.’” (‘Evet, Biz hata yaptık!’, Serbestiyet, 6 Ağustos).
Bugünlerde, “Evet, biz hata yaptık!” demek yerine bol bol iktidarın Cemaat günahlarını sayıp döken çevreler, AK Parti’nin iktidarı aldığı 3 Kasım 2002’den sonra nasıl bir performans sergilemişlerdi?
Bu hafıza tazelemesi kapsamında geçtiğimiz hafta, birincisi 3 Kasım 2002 seçimlerinden dört gün öncesine, ikincisi seçim gecesine rastlayan iki “performans” üzerinden, AK Parti’nin daha seçilmeden ve seçildiği gece bir “parti” olarak değil, bir “tehlike” olarak kodlandığını görmüştük.
Yazı dizimizin bu bölümünde ise AK Parti hükümetinin henüz ikinci ayında ortaya çıkan bir asker-medya prodüksiyonundan söz edeceğiz... Şimdi tamamen unuttuk ama, az buz bir prodüksiyon değildi. Gelin birlikte hatırlayalım ve karar verelim: Daha “programı bile netleşmemiş” bir iktidara karşı askerlerin ve medyanın birlikte kotardığı böyle bir “performans” karşısında, Cemaat’in bürokrasideki ve medyadaki gücünü arkasına almaya çalışan bir iktidar tablosu çok mu anlaşılmaz?
İkinci Ayda, 28 Şubat’a Nazireyle: “8 Ocak Süreci”
3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından ilk AK Parti hükümeti, Recep Tayyip Erdoğan siyasi yasaklı olduğu için Abdullah Gül tarafından kuruldu (18 Kasım 2002).
İlk arıza Aralık 2002’deki Yüksek Askeri Şûra'da ortaya çıktı. Başbakan Gül ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Şûra kararıyla ordudan atılan askerlerin mahkemeye başvurma haklarının olması gerektiği gerekçesiyle ihraçlara şerh koydular.
(Tam burada, “İşte bak, o şerhler olmasaydı TSK’daki Fetullahçılar ihraç edilebilecekti” demeye hazırlanan okurlar, bu parantez size: O ihraç talepleri “karısı tesettürlü”, “düzenli namaz kılar” vb. gerekçelerle bağlantılıydı; kendilerini gizlemek için her yola başvuranlarla, icabında namazı dahi “göz ucuyla” kılanlarla bağlantılı değildi.)
Yüksek Askeri Şûralar tarihindeki bu “ilk”, yalnız askerler arasında değil, “askerin sivil hükümetlerin denetiminde olması” prensibini ordu düşmanlığı sayan “siviller” arasında da bir şok etkisi yaratmıştı.
Emekli orgenerallerden Necati Özgen’e göre, “Bu iş Türk Silahlı Kuvvetleri'nin birliğini bozmaya yönelikti.” (Star, 1 Ocak 2003).
Görevdeki orgeneraller de Özgen gibi düşünüyorlardı. 8 Ocak'ta (2003) Genelkurmay Başkanlığı'nda önde gelen gazetecilere bir resepsiyon verdiler ve “YAŞ şerhleri“ ile “türban” üzerinden “irtica uyarısı”nda bulundular.
Medyayı tatlı bir heyecan sarmıştı, merkez medya gazeteleri sevinçlerini gizleyemiyorlardı. Manşetler şöyleydi:
Milliyet, “muhtıra gibi”; Akşam, “Özkök'ten müthiş mesajlar: YAŞ'taki şerh irticaya cesaret vermiştir”; Cumhuriyet, “İrticayı cesaretlendirdiler”; Hürriyet, “Askerden bomba gibi mesajlar”; Sabah, “Askerden ağır uyarı”; Habertürk, “Genelkurmay Başkanı zehir zemberek”; Posta, “Asker ağır konuştu”; Radikal, “Askerden ilk eleştiriler”; Vatan, “İrticaya cesaret verdiler...”
“Herkes YAŞ mı Kuru mu Gördü..."
Köşelerde, askeri vesayetin bütün çıplaklığıyla kendini gösterdiği bu gelişmeyle ilgili olarak askerleri eleştiren, hükümetin “şerh” kararının hiç değilse hakkı olduğunu söyleyen birilerine rastlamak mümkün değildi.
Ertuğrul Özkök, ordudan atılanlara yargı yolunun açık olmaması gerektiğini savunduğu yazısında, “Müslümanlar ulülemre yani devlete itaatle yükümlüdürler” diye yazdı (Hürriyet, 10 Ocak 2003). Yani Özkök'e göre askerin kestiği parmak acımazdı...
Bazı yazarlara göre bu yeni bir 28 Şubat'tı, zaten oradan kalkarak, olan bitene, “28 Şubat süreci”nden mülhem, gönüllerindekini sergileyen bir ad da verdiler: “8 Ocak süreci...”
Köşelerdeki sevinci yansıtan birkaç örneği de hatırlayalım:
Hikmet Çetinkaya (Cumhuriyet): "Orgeneral Özkök haklıydı! (...) Türkiye'nin bunca ekonomik sorunu varken AKP'nin iktidar olmasıyla birlikte gündeme 'sıkmabaş' giriyor, laik demokratik Cumhuriyetin temeline dinamit koymak isteyenler 'demokrasi kahramanı' olarak ortaya çıkıyorlardı..."
Mustafa Balbay (Cumhuriyet): "'Kırmızı çizgiler' tanımı, diplomatik bir kavramdan öte kurumların, devletlerin kesinlikle kabul edemeyeceği durumlar olarak dilimize yerleşti. Özkök konuşmasında bunların altını çizdi..."
Tufan Türenç (Hürriyet): “Hiç kuşku yok ki, Türk Silahlı Kuvvetleri, yürekten bağlı olduğu Cumhuriyet'in temel değerlerini, siyasi iktidarın paylaştığından kuşku duyuyor. Kabul etmek gerekir ki, bu kuşkuyu gidermek siyasi iktidarın görevi olmalıdır...”
Ertuğrul Özkök (Hürriyet): "Orgeneral Özkök, deyim yerindeyse, kadife eldiven içinde demir bir yumruk çıkardı..."
Güngör Mengi (Vatan): "Bu uyarıcı eleştiriden hükümet tehlikeli sulara kendisini çeken çevreleri bastırmak amacıyla yararlanmaya baksın. Laikliğe kazık atmakla yitirilecek zamanı yok Türkiye'nin..."
Erdal Şafak (Sabah): "Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün basın kokteylinde sözcüklerin üstüne basa basa okuduğu, daha sonra da tüm gazetecilere dağıtılan 8 sayfalık metnin, 28 Şubat'taki MGK toplantısının ardından yayınlanan bildiriden anlam ve ağırlık olarak pek farkı yok..."
Yavuz Donat (Sabah): "'Olay'a nasıl bakılırsa bakılsın... Ortada bir 'gerçek' var: 'Karizmanın çok erken çizildiği' iyi olmadı. (...) 'Teşbihte hata olmaz' bu olay da umarız yönetime bir ders olur..."
Şakir Süter (Akşam): "Ordu, 'meydanı boş sanmayın, biz buradayız' demek ihtiyacını hissetmiş. Bizim için hiç sürpriz olmadı; bu açıklamalara şaşıranlara 'günaydın' diyoruz!.."
Nuray Başaran (Akşam): "Siyasi iktidar ile devlet iktidarı farklılığının uyarısı yapılmıştır."
Hakan Aygün (Habertürk): "Laik Kuvvetler'in resepsiyon tatbikatı..."
Altemur Kılıç (Habertürk): "Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök (...) bundan böyle herhalde '8 Ocak olayı' diye anılacak zarif, ince bir balans ayarı yaptı..."
Atilla Yeşilada (Habertürk): “(...) Herkes YAŞ mı kuru mu gördü..."
Fikret Bila (Milliyet): "Org. Özkök'ün kırmızı çizgileri, Cumhuriyet'in temel nitelikleriydi. Bu niteliklere dokunulamayacağını, bunu amaçlayan davranışların hoş görülemeyeceğini vurguladı..."
Güneri Cıvaoğlu (Milliyet): "Org. Özkök, 'TSK'nın inançlara saygılı olduğunu, ama bir simge olarak türban dayatmasını kabul etmediğini' de söyleyerek Atatürkçü ve laik çizgilerle oluşan bir çerçeve çizmiştir..."
Medya “Anlıyor” ve...
Seçimle iktidara gelmiş bir partiye, daha ikinci ayında “gazetecilere resepsiyon” üzerinden “ayar” veren bir ordu... Bunda hiçbir sorun görmeyen, hatta “daha, daha” diye el artıran bir medya ve onların bunalttığı iktidarın bir an önce çekip gitmesi için heyecanlanan, “gitsinler de kim gönderirse göndersin” diyen milyonlar...
Madalyonun bu yüzünden hiç söz etmeyip, öbür yüzünü (“Cemaatle ittifak kuran iktidar partisi”) hakikatin tamamı gibi sunmayı, siyasi yarar ölçüleriyle anlaşılabilir bir şey sayabiliriz belki. Fakat böyle bir yaklaşım ne hakkaniyetli olur, ne de bundan sonrası için bize yol gösterebilir.
Medya, “8 Ocak 2003 resepsiyonu”nu, bundan sonra ne yapması gerektiği hususunda kendisine verilmiş bir brifing gibi algıladı ve hiç vakit geçirmeden harekete geçti... Ocak-Nisan arasındaki üç ayda gazeteler ve televizyonlar, Jandarma kaynaklı “irtica geliyor” haberleriyle doldu taştı.
23 Nisan 2003’te Ankara’da Meclis’te yaşananlar ve İstanbul’da, Birinci Ordu’da Mart 2003’te yaşanıp da yıllar sonra açığa çıkacak faaliyetler, bu haberlerin bir “altlık” olduğunu gösteriyordu.
17 Ağustos Çarşamba: Ocak-Şubat-Mart 2003’teki “irtica fırtınası” ve onu izleyen gelişmeler.
- - - - - - - - - -
Serinin diğer yazıları için tıklayın:
HABERE YORUM KAT