Seçimi kazanıp barışı kaybetmek
Seçimlerden başarıyla çıkmak için yapılan her şey mubah mıdır?
Mesela oy kazandırıyorsa daha fazla milliyetçileşmek doğru mudur?
Peki, ya seçmenleri etkilemek için saldırgan bir dil kullanmak, toplumsal barıştan uzaklaşmak meşru mudur?
Liderlerin seçim meydanlarındaki konuşmalarını, kameralar karşısındaki açıklamalarını dinlerken bu sorulara yanıt arıyorum.
Partilerin ve liderlerin sandıktan başarıyla çıkmak için toplumsal sorumluluklarını unutup kendilerini kaybettiklerini maalesef üzülerek izliyorum.
Başbakan Erdoğan’ın –özellikle Kürt meselesinde- kullandığı milliyetçi söylemin ve öfkeli dilin bu ülkeye barışı kaybettireceğinden korkuyorum.
Başbakan’ın izlediği seçim stratejisi nedense bana hiç güven vermiyor.
Kuşkusuz bütün hesaplar ve bu strateji, seçimleri “kazanmak” üzerine kurulmuş.
Bunu anlayabiliyorum.
Ancak sandıktan başarılı çıkmak için bu ülkenin iç barışını gözden çıkarabilmeyi hiç anlayamıyorum. Başbakan, “kazanmak” için toplumsal barışı feda edebiliyorsa, o zaman bu seçim siyasetinin benim için ne anlaşılacak, ne de desteklenecek yanı kalıyor.
Kürt sorununu inkâr ederek, bu sorunu bugüne taşıyan tarafları yok sayarak, BDP’yi terörist ilan ederek, Kürt siyaseti üzerindeki baskıyı derinleştirerek, en temel insan hakkı olan anadilde eğitim talebini reddederek, yeni anayasayı kendi kafasına göre yapacağını ilan ederek, düşüncelerinden ötürü demokratları ve aydınları hapis tehdidiyle mahkemelerde süründürerek, ana muhalefet partisinin mitinglerinde kaç tane Türk bayrağı olup olmadığını sayıp dökerek Türk milliyetçiliğini yeniden üretmeye ve buradan oy devşirmeye yönelen bir partiyi ve liderini savunmak maalesef hiç de kolay değil.
2007’deki seçim kampanyasında olduğu gibi Başbakan Erdoğan’ın, bu seçim sürecinde de MHP lideri Devlet Bahçeli ile İmralı’da hapis yatan Öcalan’ın idamı ve cezasının infazı üzerine polemiğe girmesi çağımızın siyasi ve insani değerleriyle örtüşmüyor.
Bu yaklaşımla Erdoğan, 40 binden fazla insanın yaşamına mal olan Kürt meselesi gibi Türkiye’nin en önemli sorununu kendisine pek dert etmediğini, akan kanı durdurma gibi bir sorumluluğu pek taşımadığını ortaya koyuyor.
Belki de liderler, büyük devlet adamları böyle düşünür, bilemiyorum. Belki de “Tek devlet, tek millet, tek bayrak” gibi daha “büyük” sorumluluklar, binlerce genç insanın yaşamından daha önemlidir; bunu da anlamıyor olabilirim.
Ama tek bildiğim bu siyasetin, bu zihniyetin coşkuyla desteklenecek bir yanı olmadığıdır.
Zira Erdoğan, bu seçim söylemiyle –özellikle Kürt sorununda- kendisinden önceki siyasetçilerden farklı olmadığını kanıtladı.
Halktan oy istemenin de bir ahlakı olmak zorunda. Anladık, bunu sınırlayan bir yasa yok; ama burada devreye girmesi gereken, herkesi sınırlayan bir ahlak olması gerekmiyor mu?
Başbakan’ın seçim meydanlarında kullandığı dili “geçici”, “taktik” olarak değerlendirip meşru bulanlar var.
Olabilir.
Politikacılar esnektir, pragmatist olurlar ve hızla değişebilirler.
Ben, “keşke öyle olsa”, demeye bile razıyım.
Ama inanmıyorum.
Bu milliyetçi söylemin, bu şovenizmin, bu saldırgan üslubun Başbakan’ın ruhundan, kalbinden kopup dile geldiğini düşünüyorum.
Hakkını yemek de istemiyorum elbet; Kürt cephesinin Başbakan’ı çok zorladığı ve onu böyle sert bir söylemi tutturmaya sürüklediği de bir gerçek.
Tecrübeli tecrübesiz bütün Kürt siyasetçilerin milliyetçi ve şoven söylemde Başbakan’dan daha az kalır yanları yok.
Bunda Kürt hareketinin belki de ilk defa bu kadar özgürce seçim propagandası yapma şansını yakalamasının etkisi olabilir. Ama mevcut gerçeklik şu: Kürt siyasetçiler de en az AKP kadar seçim başarısı için toplumsal barışı feda eden bir seçim stratejisi izliyorlar.
BDP’li bazı adayların büyük meydan muharebesi kazanmışçasına, adeta zafer sarhoşluğu içinde Başbakan’ı “siyasi teröristlikle” suçlamaya, onun başbakanlığının meşruluğunu tanımadığını ilan etmeye ve hatta Erdoğan’ı tehdide varacak bir dil kullanmaya yönelmeleri büyük bir sorumsuzluk örneğinden başka bir şey değildir.
Seçim mitinglerinde BDP’li adayların “Kürdistan seninle gurur duyuyor” sloganlarıyla karşılanmasının faşist Türk milliyetçiliğinin kötü bir taklidinden başka bir anlamı yoktur.
Yine bazı adayların Öcalan’ın İmralı’daki konumunu meydanlarda seçim kozu olarak kullanmaya kalkışmasının ne kadar ucuz bir propaganda yöntemi ve sorumsuzluk örneği olduğunu artık sokaktaki sıradan Kürt seçmenler de farkında.
Daha çok detaylandırmanın bir faydası yok sanırım.
Tek bir tarafı suçlamak haksızlık olur; iki taraf da seçim sürecinde karşılıklı olarak birbirini etkileyip tahrik etti.
Toplumsal barış konusunda bir tek CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, hem AKP’den hem de BDP’den daha ılımlı ve yapıcı bir dil kullandı.
Başbakan Erdoğan, partisi bu seçimlerden başarıyla çıkarabilir.
BDP de bu seçimlerden istediği başarıyı elde edebilir.
Ama korkarım bu “başarı”, Türkiye’ye biraz pahalıya mal olacak.
Umarım bu “başarı” karşılığında iç barışı feda etmek zorunda kalmayız.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT