Sebilürreşad’ın Yayın Serüveni, Kimliği ve Hedefleri (Röportaj)
108 yıl aradan sonra yeniden yayınlanmaya başlayan Sebilürreşad, üçüncü dönemindeki ilk sayısında mecmuanın yayın süreci ve serüveni, kimlik ve hedefleri bağlamında Hamza Türkmen ile bir röportaja yer verdi.
HAKSÖZ-HABER
Islah hareketlerinin İstanbul Merkezli ilk neşriyatı 14 Ağustos 1908 yılında Sırat-ı Müstakim, 1912 yılından itibaren de Sebilürreşad adlarıyla çıktı. Ancak 5 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükun kanunuyla Kemalist yargı tarafından adeta idam edilmek üzere darağacına çıkartılıp kapatıldı. Dergi 1948-1966 yıllarında Eşref Edip Fergani’nin teşebbüsüyle ikinci kez çıkartıldı.
Şimdi 108 yıl sonra Yeniden Sebilürreşad, Fatih Bayhan’ın neşre hazırlamasıyla yayınlanmaya başladı. Neşriyatın 3. Dönemindeki ilk sayısında Sebilürreşad’ın ilk çıktığı ortam ve taşıdığı misyonla ilgili Hamza Türkmen ile yapılmış bir de mülakat var.
Röportajı aşağıda ilginize sunuyoruz:
***
Sebîlürreşad: 14 Ağustos 1908’de Sebilürreşad’ın da doğumuna neden olan fikri ve siyasi gelişmeler hakkında neler söylersiniz?
Hamza Türkmen: İlmiyye, kalemiyye, seyfiyye zümresinden bazı müellifler Osmanlı Devleti’nin iç çürümesini ve dış saldırıları durdurmak için çare arayan bazı çalışmalar yaptılar, lahiyalar yazdılar. Endülüs’ü kaybetme sürecimizle birlikte İslam Ümmetinin ve Müslim devletlerin zaaflarıyla ilgili durumu vahyi ölçülerle okuma konusunda en önemli çalışma İbn Haldun’un (ö.1406) Mukaddime’si idi. Müslümanların fikri, siyasi ve askeri zaaflarıyla ilgili çözümlemesi, bilindiği kadarıyla ilk defa sünnetullah/toplumsal yasalar çerçevesinde Mukaddime’de yapılmıştı.
Kınalızade Ali (ö.1571), Koçi Bey (ö.1650) gibi müellifler padişahlara arz ettikleri ve daha sonradan kitaplaştırılan raporlarında görebildikleri arızaları ifade ettiler. Ama İbn Haldun’un yolunu takip ederek konuyu nesnellik temelinde sünnetullah çerçevesinde işleyen en önemli çabalar Katip Çelebi’nin (ö.1657), Naima’nın (ö.1716) ve Ahmet Cevdet Paşa’nın (ö.1895) lahiyaları oldu. Bu raporlarda zaten Osmanlı Devleti’nin kemal döneminin bittiği ama ümmetin tek temsilcisi olarak ömrünün nasıl uzatılacağı konusu işleniyordu.
Osmanlı sisteminin aldığı en önemli darbe, 1833’te imzalanan Kütahya Antlaşması ile başlamıştır. İngilizler, bu antlaşmayla Osmanlıyı Mısır’dan gelen Mehmet Ali Paşa/İbrahim Paşa ordusundan ve Beykoz sırtlarında 30 bin askerle konuşlanan, Büyükdere Limanı’nda hazır bekleyen Rus donanmasından koruyup kurtarmış ve Osmanlı topraklarında da büyük ticari imtiyazlar elde etmişti. İngilizlere verilen imtiyazları güvence altına almak için de Osmanlı şer’i hukukunu bozan 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edilmişti.
Sebîlürreşad: O zaman 1876 Kanun-ı Esâsi 1839 şartlarının bir devamıydı.
Türkmen: 1876 yılında Sultan II. Abdulhamid tarafından yürürlüğe konan “Kanun-ı Esâsi”, Tanzimat Fermanı’yla başlayan Osmanlı düzenini siyasi ve ekonomik olarak yeni oluşan modern Avrupa idari ve ekonomik süreçlerine uydurmayı amaçlıyordu.
Aslında Saray ricali de Avrupa eksenli idari bir reform arayan elitler de kendi mağlubiyet nedenlerinin nass temelli nesnel bir çözümlemesini yapabilmiş değillerdi. Batı’nın modern, idari, ekonomik, eğitimsel düzenlemesine hayranlık içindeydiler.
93’harbi nedeniyle II. Abdulhamit tarafından Kanun-ı Esasi’ye dayanan I. Meşrutiyet kaldırılmış olsa da, yüksek okullarda modernleşme ve pozitivizm zihniyeti ve yine II. Abdulhamid tarafından önü açılan Süleyman Paşa ve Mizancı Murat ile Türkçülük akımı güç kazanmıştı.
Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad mecmualarında yazan Said Halim Paşa’nın işlediği gibi çözümü yeniden “İslamlaşmak”ta arayanların adımları daha yeni yeni mesafe almaya başlamıştı. Tarihi süreç içinde Osmanlı elitlerinin önemli bir kısmı taassup ve taklitçiliğe düçar olarak veya yeni oluşmakta olan Batılı paradigmaya öykünerek vahyi değerlerden ciddi bir yabancılaşmayı yaşamışlardı. Avrupa’nın Sanayi Devrimi, Aydınlanma Felsefesi ve uluslaşma süreci ile Roma İmparatorluğu’nun feodal ve Kilise merkezli yapısından büyük toplumsal kopuşa ve sekuler yapılanmasına, pozitivist ilerlemeci çizgisine öykünen ve Osmanlı’nın geleceğini de tam da kavrayamadıkları bu ilerlemeci çizgiyle bütünleştirmek isteyen genç elitler kendilerine Genç Osmanlılar dese de, Avrupa onları Jön Türkler, Jön Araplar, Jön Kürtler olarak tanımladı. Özellikle İngiltere’nin ve Fransa’nın Pan-İslamizm dediği İttihad-ı İslam yaklaşımı Avrupalı sömürgecilerin fikri ve fiziki sömürgeci emelleri için bir barikat oluşturuyordu. Bu nedenle de Batı, içimizdeki İttihad-ı İslam çizgisine karşı hep gayr-ı Müslimlerle; ayrıca Garplılaşmak isteyen ya da Jön Türkler, Jön Araplar, Jön Kürtler olarak algıladığı öykünmeci elitlerle iş tuttu gücü oranında onların önünü açtı.
1908 yılında çıkmaya başlayan Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad’ta Osmanlı sisteminin zaafları ve toplumsal konumuyla ilgili en fazla işlenen ayetler “Kur’an’ın mahcur bırakılması” (25/30), düşkünlüğümüzün sebebi olarak “nimet”i kaybetmiş olmamız (8/53), yeniden bir “ıslah” ve diriliş için öncelikle kavmimizin/ümmetimizin “nefislerindekini değiştirmek” (13/11) ve iman edenlerin “yeniden iman” etmesi (4/134) idi.
Devlet olarak da ümmet olarak da Osmanlı yapısının düştüğü fikri ve siyasi sürecimize hitap eden bu ayetler kümesi, 1884’de İslami oluşum ve hareketler için ilk dergi/gazete olma özelliğine sahip olan Urvetu’l Vuska’da da işlenen temel konulardı.
İşte Sebilurreşad’a 1908-1923 yılları arasında temel rengini veren ve istikamet oluşturan baş yazarı yani Sermuharrir’i Mehmet Akif de düştüğümüz yerden kalkmak için Kur’an merkezli bir arayışla şiirlerinde veya isimli, isimsiz veya müstear olarak kaleme aldığı düz yazılarında fikri ve siyasi uyanışımız ve dirilişimiz için en fazla Urvetu’l Vuska’da ısrarla işlenen bu ayet kümelerine dayandı.
Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad Osmanlının ve ümmet varlığının ciddi düşüşler yaşadığı dönemde İttihad-ı İslam idealiyle Müslümanların kalan gücünü birleştirip bir diriliş hamlesine adım atmak azmiyle yayın hayatına başlamıştı. Ayrıca yayın hayatına başladığı süreçte ise Âlem-i İslam’ın en makûs günleriyle karşı karşıyaydı. 1911 Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Harbi; 1913-14 Ermeni ayaklanmaları, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi ve şimdiki Türkiye sınırları içinde ise 1919-1922 Yunan-Türk Savaşı. Bu savaş ortamında Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad hem ümmete moral oluşturmaya hem çözüm üretmeye çalıştı. Gücü ise henüz başlangıç aşamasındaydı.
Sebîlürreşad: Sebilürreşad diğer neşriyatlardan neden farklıydı?
Türkmen: Avrupa sömürgeciliği karşısında zaaf ve mağlubiyetlerimizden, ayrıca iç çöküş sürecimizden kurtulmanın arayışı, Saray ricali tarafından da Avrupa’ya öykünen elitler tarafından da o dönemlerde tartışılan başat konulardandı. Yusuf Akçura’nın 1904’te Kahire’de yazdığı ve sonradan kitap olarak neşredilen “Üç Tarzı Siyaset”te çözüm süreci olarak Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük işleniyordu.
Tanzimat Fermanı ile işlenen Müslim ve Gayrimüslim hep birlikte ABD ulusu gibi ulusal/national bir perspektifle vatan temelli işlenen seküler bir Osmanlı ulusu olmak hedefi; Bulgar, Yunan, Ermeni ulusal hareketleri ve özellikle çoğunluğu Müslim olan Arnavutluk ulusal hareketleri nedeniyle kadük hale gelmişti.
İttihad-ı İslam çözümünü ve sembolik Hilafet söylemini ön plana çıkartan yaklaşıma ise Avrupalılar Pan-İslamizm, Yusuf Akçura da İslamcılık dedi.
Urvetu’l Vuska’nın düşüşümüzle ilgili sünnetullah bütünlüğündeki çözümlemeleri Katib Çelebi’den, Naima’dan, Ahmet Cevdet’ten çok daha ilmi ve kapsamlıydı. İşte Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad da bu çerçevede okuyucusuna bir tarih ve toplum değerlendirmesi sunabilmek için genellikle nass temelli şu vurgular üzeride durdu:
Nass temelli ölçüyü yani nimeti kaybeden toplumların halini Rabbimiz bozacaktı (8/53); toplumsal değişim için Rabbimizin gaybi yardımı ise kavimlerin nefislerindekini değiştirmesine bağlıydı (13/11). Bunun için de Kur’an’ı tahkik ederek kavramak gerekliydi (4/82) ve öncelikle iman edenlerin yeniden iman etmeleri gerekirdi (4/134). İman edenler zihinsel ve kimliksel arınması ve hicreti (74/4-5) şüheda olmakla tanıklaşmalı (4/143), zulümattan sabikunun yoluna yönelinmeliydi (35/32).
İttihad-ı İslam idealini İngiliz ve Fransız emperyalizmine bütün baskı ve sürgün politikalarına rağmen Hindistan’da ve Mısır’da iken mayalandıran Cemaleddin Afgani, 1870’te Sultan Abdülaziz tarafından İstanbul’a davet edilmişti. Ancak Kur’an, Sahih Sünnet ve ıslah temelli bütünlükçü İslami görüşleri o zamanki sultayı rahatsız ettiği için Mehmet Akif’in Sebülürreşad’ta konunun arka planını yazdığı üzere Afgani büyük bir zulme, yalan ve iftiralara maruz kaldı. İstanbul basını bu nedenle ikiye bölündü ve sonunda Sultan, Cemaleddin Afgani’yi 1871’de Mısır’a geri gönderdi.
Sultan II. Abdülhamid için de İttihad-ı Terakki kadroları için de Devlet-i Ali’yi kurtarmak amacıyla Müslümanların kalan gücünden yararlanmaya dönük bir İttihad-ı İslam veya İslamcılık cereyanını savunmayı, alternatif bir Türkçülük arayışı içinde imkânlı görülüyordu. Ama özellikle Balkan Savaşları’ndan sonra Osmanlı’nın anavatanı olan Bursa-Edirne-Üsküp hattı yerine Ön Asya’yı yani Avrupalıların ifadesiyle Anadolu’yu ana vatan yapıp burada modern çağın gereklerine uyarak bir Türk ulusu inşa etmenin arayışı içinde olunmuştu. Anadolu’ya sığınmayı düşünmek çaresizliğin bir sonucuydu; ama Osmanlı bakiyesi ve anadili farklı Müslüman kavimlerden yani Anasır-ı İslam’dan oluşturulacak yeni yapılanmanın ortak paydası seküler Türk ulus ideolojisine mi yoksa İslam’a mı dayanacaktı?
İşte Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad Osmanlı için ya da muhtemel Osmanlı Devleti sonrası için çözüm arayışında ulusçuluğa veya Avrupa’nın diğer liberal, sosyalist, pozitivist akımlarına öykünen; ya da mevcuda zaaflarını aşarak yeni içtihadi çözümler getirmeyen ya da getiremeyen saltanatçı, mezhepçi ve batini yaklaşımlara karşı Kur’an ve Sünnet temelli bir ıslahı yani köklü değişimi ve İttihad-ı İslam stratejisini çıkar yol olarak görüyordu.
Sebîlürreşad: Urvetu’l Vuska ile irtibatı?
Türkmen: Afgani’nin Muhammed Abduh’la oluşturduğu bir ekiple, 1884’te tüm Alem-i İslam’a gönderilen ve Müslümanların küresel ölçekte ilk iletişim ve irtibat ağını kuran Urvetu’l Vuska dergisini çıkartmıştı. Ayrıca Afgani 1892’de Sultan II. Abdülhamid’in yakın adamı Ebu’l-Huda tarafından tekrar İstanbul’a davet edildi. Vefat ettiği 1897’ye kadar İstanbul Maçka’da kendisine bir konak tahsis edildi. Ve hem Osmanlı yıkılışını hem Ümmet coğrafyasının işgalini önlemek için irtibatlı olduğu farklı memleket ve şehirde bulunan Müslüman kanaat önderlerine ve alimlere Sultan adına 600’ü aşkın İttihad-ı İslam davasının gerekliliğini anlatan mektuplar yazdı ve olumlu olarak bir çoğunun geri dönüşü oldu.
Ama meşhur tarih analizcisi Tonbee’nin belirttiği gibi de onun ıslah ve İttihad-ı İslam fikri saltanatı korumak, ümmetin gücünden saltanata güç katmak için değil, dağılmış ümmeti yeniden uyandırmak, güçlendirmek ve aşağıdan gelen ümmetçi bir dalga oluşturmak içindi. Tabii ki temas kurabildiği oranda bu yaklaşımıyla etkilediği gençler oluyordu. Bu etkiyi onunla aynı idealleri ve usulü paylaşan arkadaşı Muhammed Abduh’un, Ferid Vecdi’nin makalelerinin çevirilerine Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad’ta yer verilmesinden anlıyoruz. Dolayısıyla Cemaleddin Afgani’nin çevresinde oluşturduğu inkılâbi ıslah fikirlerinden çekinen Sultan Abdülhamid tarafından hayatının son üç yılında kaldığı konakta hapsedilmiş ve tüm ilişkileri kesilmişti.
Afgani ve Abduh öncülüğü veya Urvetu’l Vuska ıslah çizgisinden ve bu çizginin biyografisiyle ilgili yazılmış tüm tutarlı kitaplardan çıkarttığımıza göre 5 temel kaide ile ıslah program ve projesinin ana hatlarını çizmek mümkündür:
1. İlmin kaynağı ve hayat ölçümüz olarak Kur’an ve Sünnet’e yeniden dönmek, 2. Yaşanan çağdaş koşullar karşısında zorunlu olarak içtihad kapısını yeniden açmak, 3. Dini telakkilerimizi nass ile çelişen bid’at ve hürafelerden arındırmak, 4. Sömürgecilere karşı mücadele etmek ve dayanışmak, 5. İstibdatı tasfiye edip şura modeline yönelebilmek.
Bu program 1908 yılında İstanbul’da çıkmaya çalışan Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad’ta takip edildiği kadar; 1898’de Muhammed Abduh’un yardımıyla Muhammed Reşid Rıza tarafından Mısır’da çıkartılan el-Menar ile; 1925’te Bin Badis öncülüğünde Cezayir’de eş-Şihab ile; 1927’da Hindistan’da ki daha sonda Mevdudi editörlüğünü yaptı Tercüman-ı Kur’an ile; 1936’da İbn Âşur öncülüğünde Tunus’ta Mecelletu’z-Zeytuniyye ile hem takip edildi, hem geliştirildi. Ayrıca İhvan-ı Müslimin de, Ulema Hareketi de, Cemaat-i İslami de, Nahda Hareketi de, İran’daki usuli arınma hareketi de bu dergi havzalarında mayalandı. Lakin Cumhuriyet Dönemi’nde Sebilürreşad dergi havzasında bu mayalanma olamadı; çünkü dergi irticai kalkışmanın öznesi olarak gösterildi, yazarı İskilipli Atıf asıldı, okuyucuları sürek avına uğratıldı, yöneticileri ve yazarları 1925’te bir hain gibi İstiklal Mahkemeleri’ne havale edildi; Mehmet Akif de muhtemelen İskiliplinin veya Ali Şükrü’nün başına gelen kendi başına gelmemesi için doğduğu, büyüdüğü, istiklali için mücadele ettiği bu topraklardan Mısır’a hicret etmek zorunda kaldı. Şiirinde bu durumu da ironik olarak ifade etti. “Git bana kumda oyna dediler”.
Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad kadrosunun 19. Yüzyıldaki ıslah, direniş ve İttihad-ı İslam hareketinin en önemli öncüsü Cemaleddin Afgani ile olan ilişkilerini satır aralarından çıkartıyoruz. Mehmet Akif, Babanzade Ahmed Naim, Ebül’ulâ Mardin, İsmail Hakkı gibi bu derginin velud yazarlarının İstanbul’da gençlik yıllarına rastlayan o dönemlerde Afgani ile nasıl bir irtibat içinde oldukları da tahkike muhtaçtır.
Sebîlürreşad: Sebilürreşad’ın yayın hikayesini fikri çizgi bakımından nerede görüyorsunuz?
Türkmen: İttihad-ı İslam söylemi çerçevesinde Sırat-ı Mustakim’in çıkması için bu işe ilk teşebbüs edenler Daru’l Fünun’da müderris olan Ebül’ulâ Mardin ve aynı üniversitede hukuk doktorasını yapmakta olan Eşref Edib oldular. Ancak öncelikle Mehmet Akif’i baş yazarlığa ikna etmeleri gerekiyordu. Şehzadebaşı’nda Direklerarası’ndaki Hacının Çayhanesi’nde mükerreren konuştular.
Akif, Hacının Çayhanesi’ni bir nevi buluşma yeri, kulüp veya ders halkası oluşturduğu bir mekân olarak kullanıyordu. 1898’te Urvetu’l Vuska’nın takipçisi olarak Muhammed Abduh’un yardımıyla Muhammad Reşid Rıza’nın Kahire’de çıkarttığı el-Menar dergisi de tevziat için muhtemelen bu çayhaneye geliyordu. Akif hem şiirlerini, hem el-Menar’dan yaptığı çevirileri yakın çevresi ile bu mekânda mütalaa ediyordu. Ve 1908’de Sırat-ı Mustakim olarak yayınlanmaya başlayan dergi, yayın hayatına 8 Mart 1912 tarihinden 1923 yılına kadar Sebilürreşad ismiyle devam etti. Sonrası İstiklal Mahkemeli, sürgünlü ve yasaklı, İslami değerlerin sürek avına maruz kaldığı yıllar.
Derginin ıslah çizgisindeki editörlüğüne adeta Mehmet Akif ve Ahmed Naim ön ayak oluyordu. Yani Cezayir’den Mısır’a, Suriyeden Kazan’a, Hindistan’a uzanan ıslah, direniş ve diriliş zincirinin orta halkasını İstanbul’dan kalkarak Sebilürreşad’la oluşturmak istiyorlardı. Ama Lozan’da İngilizler’e, Fransızlar’a, İtalyanlar’a verilen taahhüdle Türkiye Cumhuriyeti üzerinde Kemalist resmi ideolojinin tahakküm kurması sonucunda yapılan kırım, sürgün ve katliamlarla maalesef bu en önemli zincir, yani Sebilürreşad misyonu susturulmuş ve kadrosu ise kırılmış oldu.
Sebîlürreşad: Farklı fikirlere ifade etme hakkı sunduğunu ve tartışma zeminini koruduğunu düşünüyor musunuz?
Türkmen: Sebilürreşad tabii ki İttihad-ı İslam çizgisinde yayın yapıyordu; ama bu çizgiyi ümmeti yeniden uyandırmak ve ıslah etmek isteyen Mehmet Akif, Babanzade Ahmed Naim, Ebül’ulâ Mardin, İsmail Hakkı, Ali Haydar Efendi gibi müelliflerle; bu stratejiyi mağlubiyetlerimizi aşmak ve yeni bir Türk ulusu oluşturmada manivela olarak kullanmak isteyen Ali Suavi, Yusuf Akçura, Şemseddin Günaltay gibi müelliflerin arasında, çok fazla yazmasalar da, farklar vardı. Dini değerleri tahfif ve tezyif etmemek şartıyla düşkünlükten ve kuşatılmadan kurtulmak için dergi yazarları arasındaki İttihad-ı İslam çizgisindeki bu buluşma bir ittifak idi. Yazarlar arasında yaşayan bu farklar ve farklılıklar Atatürk öncülüğünde oluşturulan Türkçü resmi ideoloji bağlamında sonradan radikal şekilde belirginleşti.
Ayrıca İslam’ı yorumlama formunda Abduh, Akif, Reşid Rıza, Ahmed Naim gibi tahkiki ön plana çıkartan müelliflerle; düşkünlüğümüzü oluşturan itikâdi ve mezhebi taklitçiliği aşmaktan çok İttihad-ı İslam stratejisinin siyasi boyutuyla ilgilenen din bilginleri arasında da yer yer metodolojik konularda bir uyum sorunu görülmektedir.
Sebîlürreşad: Sebilürreşad birşeyler söyleme iddiasında olan isimlerin öncülüğünde çıktı ama sizce söyledikleri ne kadar tesir etti?
Türkmen: Akif’in dizelerinden hatırlayarak söyleyecek olursak harap olmuş türap olmuş medreselerimizle, “dini nezih fıkhı sağlam” alim eksikliğimizle, şarap fonksiyonu görmeye başlayan muharref tasavvufi sapmalarımızla, Kur’an’ı mezarlıklar için veya fal bakmak için okuyan savrulmuşluğumuzla, sosyal çözülmüşlüğümüz ve bidat-hurafelerimizle yaşayan bir halkı uyarmada “leş mi kesildin nedir” diyecek kadar tebliğcilerini bunaltan ümmet çapında bir düşkünlüğü yaşıyorduk.
Ama Akif’in ıslah damarı insanımızı Süleymaniye kürsüsünden uyarmaya devam etmiştir. O nazm-ı celili okumaya davette bulunmuştur. Okuduğumuz Kur’an’dan aldığımız ilhamla asrın idrakine İslam’ı haykıracak yeni bir dirilişi, bu dirilişin Asım neslini yetiştirmeyi hedeflemiştir.
Sebilürreşad “Ümmetten bin millet/ulus yaratma” yabancılaşmasının yaşandığı bir süreçte, vahyi kavramlarımızın korunmasında ve işlenmesinde, toplumsal çözülüşümüzün sünnetullah çerçevesinde tahlili ve çıkış yolunun gösterilmesinde, İslami telakkilerimizin ıslah edilmesi ve dünya ölçeğindeki gelişmeleri takipte ümmeti yeniden uyandırma hamlesinin münevver alimleriyle fikri bir öncülük hareketiydi. Osmanlı bakiyesi halkın uyandırılmasında ise tedrici bir sürece ihtiyacı vardı. Sebilürreşad, ıslah çizgisindeki yazı ve mücadele kadrosu ile mücadeleyi mücadele içinde kazanacak bir öncülük oluşturmaya başlamıştı.
Ama filiz halindeki bu çıkışın önü Lozan görüşmelerinde kesilmişti. Ümmetten bir ulus yaratılacak ve İslami bütünlüğü savunan tüm hamleler ezilecekti. İlk darbe Frenkleşmeye karşı bir risale yazdığı için İskilipli Atıf Hocamıza geldi. Sonra asırların alfabesine, arşivlerine, İslami tedrisata, vakıflarına… Ve Akif
Dağılmış ve I. Cihan Savaşı’ndan çıkmış yaralı ümmeti uyandıracak, ruhlarını ve imkanlarını tedavi edecek Âlem-i İslam’daki ıslah hareketlerinin Türkiye’deki ocağı kapatılınca, Müslümanlarda uyanış ve bilinçlenme yollarında ıslah önderlerinin rehberliğinden uzun yıllar mahrum kaldı.
Urvetu’l Vuska çizgisini takip eden El-Menar, İhvan-ı Müslimin; eş-Şihab, Ulema Hareketi; Tercüman-ı Kur’an, Cemaat-i İslam hareketleri ile ümmetin uyanışına öncülük ettiler. Ama Sebilürreşad’ın Bir Asımın Nesli, bir Kur’an Nesli, Bir Diriliş Nesli olarak neşvünema oluşturamadı. Çünkü Krallardan, Şeyhlerden, Şahlardan, Cemahiriyye diktatörlerinden ve İngiliz valilerinden daha zalim ve yasakçı iç vesayet tarafından her şeyi ile önü kesildi.
Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad’ın 1925’lere kadar taşıdığı evrensel ıslah çizgisindeki misyonu, daha sonra Büyük Doğu Nesli, Diriliş Nesli ve Yeniden Kur’an Nesli söylemleri ile bir özlem olarak hep yaşadı. Ve kısmen bu misyonla irtibat ağımızı 1958 yılından itibaren Hilal mecmuası’yla yakaladık. Çünkü bu dergi özellikle 1960’lı yılların ortalarında bizi Akif’in irtibatlı olduğu el-Menar, eş-Şihab, Tercüman-ı Kur’an, Mecelletü’z-Zeytuniyye havzalarıyla yeniden buluşturdu. Bu çizginin 1970’lerde öne geçen kadroları Düşünce, Aylık Dergi, Mavera, Şura, Tevhid, İslami Hareket, Hicret dergileriyle bugüne doğru kanat çırptı. Şimdi sıra yeniden Sebilürreşad’ta olmalı…
Sebîlürreşad: Yayın hayatını ele aldığınızda İslam coğrafyasının siyasi ayrışma hikayesini nasıl bir düzlemde okuyorsunuz?
Türkmen: Düşüşümüzle ilgili Katib Çelebi’nin, Naima’nın, Ahmed Cevdet Paşa’nın sınırlı çözümlemelerine ek olarak sünnetullah çerçevesinde en kapsamlı izahı ilk olarak Urvetu’l Vuska çizgisinin getirdiğini belirtmiştik. Ve I. Dünya Savaşı’na duçar kaldık. 1916 Sykes-Picot Antlaşması, 1917 Rus Komünist Devrimi’nden ve tüm ümmet coğrafyası işgal olunduktan sonra Churchill Başkanlığında 40 Avrupalı harita mühendisiyle yapılan 1921 Kahire Toplantısı ile revize edildi. Kahire toplantısında tüm ümmet coğrafyası belki bugüne yakın cetvelle çizilmiş gibi ulusal sınırlara ayrıldı. İçimizden Frenkleşenler ve adi işbirlikçilerle bu ulusal sınırlar içinde başımıza krallık, şeyhlik, şahlık ve cumhuriyet biçimli iç ve dış vesayet ayarlı ulus devletler inşa edildi.
Urvetu’l Vüska’nın tüm ümmet coğrafyasını kucaklamaya ve küresel bir iletişim ağı kurmaya dönük fonksiyonu, Cezayir, sonra Hindistan, Mısır ve Tunus ve Türkiye’nin tamamen birbirinden kopartılmasıyla, bu bölgelerde yeni fıkhî açılımları gerekli kıldı. İşte bu bölgelere has ama aynı zamanda ümmet dayanışmasını İttihad-ı İslam çizgisinde takip eden Ürvetu’l Vuska’nin mahalli formları olarak ıslah ekolünün zikrettiğimiz dergileri çıktı. Sebilürreşad’a düşen de kendi topraklarının ve çevresinin fıkhına göre çözümler üretmekti.
Sebîlürreşad: İslamcılık fikri hakkında neler söylersiniz?
Türkmen: İslamcılık, yakın kültürümüzde bir tarz-ı siyaset olarak ilk kez İttihad-ı Terakki mensuplarının zikrettiği bir ifade. Bu kavramın sınırlayıcı zaaflarından kaçındığı için ıslah ekolünün dışa dönük aksiyonlarına Said Halim Paşa “İslamlaşma” dedi; Ahmed Naim ise Müslim veya İslam kavramlarının “cılık, cilik” eki alamayacağını belirtti. Bu iki müellif de Sebilürreşad’ın yazarlarındandı. Ancak İslami aksiyonu ifade etmek anlamında İslamcılık kavramı Arapça’da “İslamiyyin” olarak Hicri 4. Yüzyıldan bu yana kullanılmaktadır.
Bugün ise iktidar merkezli sınırlı bir İslamilik anlamında kullanılan İslamcılık ifadesi zaaf içeriyor. Ama İslamcılık, İslam’ı itikâdi, siyasi, ekonomik, idari, ibâdi, nefsi, sosyal bütün alanları kapsayan bir dünya görüşü olarak kullanıldığında hangi muslih, muttaki, şahid, alim, sıddık, salih “İslamcı değilim” diyebilir ki?
Sebîlürreşad: Türkiye Cumhuriyeti 1920’de Ulusçuluk akımını rehber edinerek sizce tarihi ve coğrafi olarak doğru bir gerekçeye yaslandı mı?
Türkmen: Akif’in kavmiyetçiliği reddeden mısraları Ahmed Naim’in “İslam Kavmiyetçiliği Reddeder” başlıklı makaleleriyle devam eder. Türkçülerin Türk Yurdu, bir Türk nation/ulusu yaratabilmek için Kur’an’da 15 yerde kullanılan ve şeriat ile insanların dini anlamında kullanılan “millet” kavramını, nation yerine kullanıp Türk uluslaşmasını dindar kesimlere kabul ettirebilmek ve İslam’ı Türk ulusçuluğuna destek veren bir parça haline getirebilmek için Ziya Gökalp öncülüğünde İslam Mecmuası’nı çıkartmıştı. Millet kavramının Türkçüler tarafından istismar edilmesine zemin hazırlayan İslam Mecmuası’na da en tutarlı cevapları Sebilürreşad’daki yazılarıyla Babanzade Ahmed Naim vermişti.
Sebilürreşad’a göre galat-ı meşhur olarak millet kavramı 5 bin yıllık sarı ırk Orta Asya Türklüğü için de, 7 bin yıllık beyaz ırk Hitit-Sümer Türklüğü için de kullanılmamalıydı. Türklüğün ırk temelli izah edilemeyeceğini belirten Ziya Gökalp’in dil temelli izahı da paganlıktan kurtulamıyordu. Sebilürreşad’ın galat-ı meşhur olarak kullandığı millet ise Osmanlı bakiyesi olan anasır-ı İslam idi. Yani bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın birçok kere ifade ettiği gibi ana dili farklı 33 etnik Müslüman unsurun oluşturduğu Türkiye toplumu. Daha ötesi ise ümmet.
Ama hala resmi ideolojinin Anayasal kıskacı içinde Türkiye’deki topluluğa Türk Milleti deniliyor. Hatırlanacak olursa AK Parti’nin 2005 yılında hazırlattığı anayasa taslağında Türk Milleti ifadesi yerine, daha birleştirici bir ifadeyle Türkiye Milleti yazıldığında bir nevi kıyametler kopmuştu.
Bir de bu soruyu şu anda 3 milyon civarında Suriyeli muhacir kardeşimizi barındırdığımız sürecin kökenine giderek soralım. 1921 öncesi Suriye’deki şu anki Halep şehri, Osmanlının bir eyaletiydi. Ve bu eyalete Suriye’deki Rakka, Tarsus; Türkiye’deki Urfa, Antep, Maraş, Adıyaman şehirleri bağlı idi. Aramıza cetvel gibi çizilen ulusal sınırı, adı Avrupalılar tarafından konulan Suriye ve Türkiye halkları mı çizdi? Ellerimizi ve kardeşliğimizi 1921 yılında birbirinden kim koparttı? Ulusal sınırlar ümmet kardeşliğini bölen yapay statülerdir. Tarihi kökleri ortak değerlere dayanan tüm Müslüman halklar bu yapay sınırları gittikçe hem kafalarında hem hayatlarında silikleştirmelidirler.
Sebîlürreşad: Herbiri ayrı bir aşiretin etrafında kurulan İslam coğrafyasını Yeni Osmanlı fikri toparlayabilir mi?
Türkmen: Bizim Osmanlı hinterlantı ile ilişkilerimizi zindeleştirmeye, tabii ki siyasi, ekonomik ve kültürel olarak ihtiyacımız var. Ama ilişki ve ittihad hedefimiz bizi kavmi üstünlük asabiyesine sevk etmemelidir. Türkiye toplumu bile etnik olarak 33 farklı Müslüman kavmin mozaiğinden oluşmaktadır. Resmi ideolojinin bilinç altlarımıza kazıdığı Türklük edebiyatı, Oğuz boyunun sülûkunu rencide etmeyecek şekilde yeniden değerlendirmeli ve elbisemize sıçrayan Batılı paradigmaya ait ulusçuluk kırıntıları ve kirleri temizlenmelidir.
“Dünya Beşten Büyüktür” diyen bir çağrı çok daha evrensel ve fıtratla barışık bir mecrayı yeniden diriltmeli ve yapılandırmalıdır.
Zihinlerimizi de işgal etmeye çalışan yerel ve küresel vesayetin algılarından arınmamız, yabancılaşmayı durdurmamız anlamına gelecektir. Diller ve renkler Allah’ın kevni ayetleridir. Ne reddedilebilir ne de kutsanabilir. Çünkü onlar araç, asıl olan ise takva yarışıdır. Bizi biz yapan, ümmet yapan Kur’an’ın evrensel ilkeleriyle hem kimliğimizi yeniden ıslah etmek, yani köklü dönüşümü, dirilişi, inkılâbı gerçekleştirmek ve sünnetullah çerçevesinde kendi tarihimizi dünya gerçeklerini gören ve yönlendiren bir basiretle yeniden oluşturmanın yollarını tartışmaya başlamalıyız.
Adil bir dünya arayışı hem insani hem İslami görevimizdir. Sebilürreşad’ın yeni hamlesinin yolu da bu istikametle taçlansın inşallah.
KAYNAK: Yeniden Sebîlürreşad, Hamza TÜRKMEN Röportajı, Ağustos 2016, Sayı: 1008.
HABERE YORUM KAT