‘Şeb-i Yeldâ’dan Ortadoğu’nun ’Seb-i Yeldâ’sına
Nerede, zulme karşı qıyâm eden, ayaklanan bir mazlum var ise, biz müslüman olarak kendimizi onların yanında hissederiz.. Ve bu, bir takım hissî yakınlık veya strateji hesablarıyla değişmez..
Selahaddin E. ÇAKIRGİL
‘Şeb-i Yeldâ’dan, Ortadoğu’nun ’Seb-i Yeldâ’sına..
’Şeb’ gece demektir, farsçada.. ’Rûz’ ise, gündüz demektir.. ’Yeldâ’ da, arabça ve farsçaya suryaniceden geçmiş bir kelime olup ’en uzun’ demektir.. ’Sâl’ ise, yıl demektir, yine farsçada.. ’Sâlnâme’ler vardı eskiden.. Şimdilerde ’Yıllık’ denilen yayınlar için kullanılırdı..
Her 21 Aralık tarihi, 365 günlük güneş takvimine göre, bir yıl içindeki ’şeb-i yeldâ’ dır, en uzun gecedir, kuzey yarımkürede..
Aynı yarımkürede 21 Haziran ise, yılın en uzun günü, ’rûz-i yeldâ’sıdır.. Diğer bir deyişle, yılın en kısa gecesidir..
Divân edebiyatında, şairler ’şeb-i yeldâ’ üzerine pek çok şiirler yazmışlardır. Ama, ’rûz-i yeldâ’ üzerine pek bir şey yazılmamıştır.. Bunu şairler, ilham geceleri geldiği ve o tarih de en kısa gece olduğu için, şiir yazmak için ilham bekliyecek kadar bir zamanın yokluğu nüktesiyle izah etmişlerdir..
Ama, ’şeb-i yeldâ’ terkibi, imâlı anlatımlar için de kullanılmıştır.. Ağır hastaların, gecenin karanlığında rûhen, daha bir sıkıntılı olması ve sabahın ilk ışıklarını bekleyişlerindeki sabırsızlık dolayısiyle, o gecelerini ’şeb-i yeldâ’ olarak niteledikleri bilinmektedir.
Ya da, ’Muvaqqit ne bilir, âşık’a sor, şeb-i yeldâ’yı..’ mısraını da nicelerimiz işitmiştir herhalde.. Sevdiğini bekliyen için, o anların geçmezliğini tekrara gerek yoktur, herhalde.. ’Muvaqqit / muvakkit’ (vakit ölçen, takvimci..)
Kezâ, zorba yöneticilerin hükümranlık dönemlerini ’şeb-i yeldâ’ya benzetenler de olmuştur; Hâfız-i Şirâzî misali: ’Hukkâm-ı zulmet, şeb-i yeldâ est..’ (Karanlığın zorba egemenleri, şeb-i yeldâ’dır..)
*
Bu hatırlatmalardan sonra, özellikle de Ortadoğu’da, gerçekte, ’sâl-i yeldâ’ (en uzun yıl) denilmesi gereken ’şeb-i yeldâ’ya değinmek gerekiyor:
Bazı seneler vardır ki, bitmek bilmez.. Hele de Ortadoğu’da, şu son bir yıl, daha bir öyle..
Tıpkı, Hâfız-i Şirâzî’nin 650 yıl öncelerde söylediği gibi, ’Hukkam-ı zulmet, şeb-i yeldâ est!’
*
Ama, umutsuz olmaya gerek yok.. Çünkü, karanlığın en koyu olduğu saatler, sabahın en yakın olduğu saatlerdir..
Ortadoğu müslüman coğrafyasında, zorbaların yönetimlerin ve yöneticilerin birçoğu birer birer devrildi, devriliyor ya da devrilmenin eşiğindeler..
Hepsinden de öte, kendilerini en güçlü zanneden zorba yöneticiler veya rejimler bile, yıkılışın, uçurumun kenarında olduklarının korkusunu yaşıyorlar..
Bu coğrafyanın Filistin’den sonra, en uzun kanayan yaralarından birisi de Suriye coğrafyası oldu..
Filistin’de müslüman halk, hiç değilse, kendi topraklarını işgal eden sionist İsrail rejiminin apaçık bir düşman olduğunu biliyor, bu hususta tereddüdü olan yok..
Suriye’de ise, Birinci Dünya Savaşı’ndaki ağır yenilgiyle dağılan Osmanlı Devleti’nin enkazının bir bölümü üzerinde emperyalist odakların Fransa eliyle oluşturduğu kukla yönetimlerin planlamasının acı sonucu olarak ortaya çıkan ve hükûmetini, tahakkümünü 50 yıldır sürdüren Baas rejiminin ve hele de, (Baba-Oğul) Esed Ailesi’nin 43 yıldır sürdürdüğü ve bırakmaya hiç yaklaşmadıkları diktatörlük, yazık ki, sadece ülkenin yüzde 12-15 kadarını oluşturan ve bir azlık inancının mensublarınca yönetilmiyorlar; büyük ekseriyeti oluşturan mezhebe bağlı kitlelerin içinden çıkan zengin kesimlerin desteği de onlara güç veriyor.. O büyük çoğunluğu oluşturan mezhebin ‘ulemâ’ kesiminden nicelerinin de tipik bir ‘kapıkulu’ mantığıyla, bu zulüm düzenine destek vermeleri de, tam bir tüy dikme mesâbesinde..
Hatırlayalım ki, daha geçen hafta, Beşşar Esed, mescidlerde, ve diğere mahfillerde müslüman hanımlara vaizelik yapan hanımlardan bir kesimle görüşmesini devlet televizyonundan Suriye toplumuna yansıtıyordu.. Son 20 ayda, 50 binden fazla insanın öldürülmesiyle sonuçlanan ve 750 binden fazla insanın evlerinden-barklarını terkedip başka ülkelere sığınmak ya da milyonlarının da ülke içinde daha güvenliklice kabul ettikleri mekânlara kaçmak zorunda kaldığı bir yönetim bozukluğunun başsorumlusu Beşşar Esed gibi bir kişinin, işbu vaize’lere, bazı ünlü ulemâyı da yanıbaşına alıp, İslam’ı ve Hz. Peygamber (S)’in yolunu halka anlatmaları dolayısiyle övmesi ve bu gibi erkek ve hanım müslüman tiplerin, o zulüm düzeninin bu atraksiyonuna âlet olmaları değil midir?
Hatırlayalım ki, 34 sene öncelerde bu günlerde de, İran’daki tâgût rejimine ve Şah Pehlevî’ye karşı, ‘Allah’u Ekber!’ diye ayaklanan müslüman halk kitlelerini kandırmak için, ‘Sizin inandığınız değerlere biz de bağlıyız, saygı gösteriyoruz..’ dercesine, Şah’ın hanımı Ferah Pehlevî, Meşhed’deki İmam Rızâ Türbesi başta olmak üzere ve halkın çok önem verdiği diğer ziyaretgâhlara gidiyor v çarşafa bürünerek ziyaretini yapıyor ve bununla yetinmeyen Şah Pehlevî de, Meşhed’deki ünlü türbeye gittiğinde, kollarını ve paçalarını sıvıyor, çoraplarını çıkarıyor ve eline aldığı bir bez ile, türbenin tozlarını siliyor ve tabiatiyle bu sahneler, halka tv. ekranlarından günler boyu, tekrar tekrar gösteriliyordu..
Ama, müslüman halk, bu atraksiyonlara aldanmıyordu..
Ne kadar ibret vericidir ki, bugün, nice İran’daki o muazzam inqılabla cûş-u hurûşa gelip, diğer müslüman toplumların başındaki hemen yöneticilere de, haklı olarak tâgût ve Şah nitelemesi yapan en keskin , radikal söylemli bir kısım müslümanlar, şimdi, Beşşar Esed’in yanıbaşında saf tutmuşlar, onun iktidarının devrilmemesi, zulmünün devam etmesi için ellerinden gelen desteği veriyorlar ve bütün bunları, başlangıçta, sionist İsrail rejimi karşısındaki Direniş Cebhesi’nin zayıflatılmaması gibi, nicelerimize cazib gelen gerekçelerle izah ediyorlardı, ama, bugün, bu kimseler, bu diktatörlük rejimini, Suriye coğrafyasını baştan başa bir virâneye, harâbeye çevirdiğini ve onbinlerin öldürülmesine yol açan hükûmetsizliğini sergilediğini ve milyonların da perişan ettiğini göre göre, vargüçleriyle destekliyorlar.. Kendileri gibi düşünmeyenleri ise, emperyalizmin işbirlikçileri, global entrikalara teslim olmuş gibi tavsiflerle karalamaya çalışıyorlar.. Kendi dayanakları ise, sadece, bir devletin stratejisini belirleyen bir iradeye, kendilerini, İslamî açıdan tartışmasız olarak itaatle mükellef görmeleri..
Geçenlerde, bir müslüman, gönderdiği mesajda, ‘Biliyorsun diyordu, biz, filanı Naib-i Mehdi olarak görür ve onun siyasetine karşı çıkılmasına da tahammül edemeyiz’ diyordu..
HABERE YORUM KAT