Savcı Sarıkaya değil Yalçınkaya olsaydı
Özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya'nın MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve emekli MİT mensuplarını "şüpheli" sıfatıyla ifadeye çağırmasını daha önce "367 kararı" sürecine benzetmiştim. Medyada da buna benzer yorumlar yapıldı. Cengiz Çandar "sivil darbe", Leyla İpekçi "ultra post-modern darbe", Etyen Mahçupyan "yarı-darbe" ismini verdi.
Yalnız bunca yıllık zengin darbeler tarihimizden bir ders çıkardığımızı sanmıştım. Meğer yanılmışım. Bu girişimin adını koymak o kadar zor olmamasına rağmen, hâlâ bazılarımızın "favori darbesi" olabiliyormuş demek. O kadar ki "darbe-karşıtlığı" bayrağını en yükseklerde dalgalandırdığını düşündüğümüz kişiler polis-savcı işbirliğinin gururla sunduğu son girişimin "elde ettikleri iktidarı bir noktada bırakmayı becerememek" olduğunu teslim ederek darbe adlandırmasına karşı çıktılar. Darbe karşıtlığı, seçilmişlerin iktidarına başka ortak kabul etmemek olduğu halde bu çelişkiye imza atmaktan imtina etmediler. Adlandırmadaki bu isteksizliğin sebebinin mevzubahis polis-savcı işbirliğiyle yürütülen darbe davaları olmasından öte bir anlamı var mı?
Aslında bazı emniyet-yargı odaklarının siyaset üzerinde vesayet kurmaya yeltendikleri bu adımı "siyasete müdahale" olarak yorumlamak çok zor değil. Bir an için MİT Müsteşarını "şüpheli" sıfatıyla çağıran savcının derin devleti 'çözmeye' çalışan davalarda görev almayan, Ak Parti'ye kapatma davası açan eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya zihniyetinde birisi olduğunu düşünün ve dürüstçe cevaplayın: O zaman bunu "yargının siyasete darbe vurma çabası" olarak okumayacak mıydınız?
İlkesel bakmak önemlidir. İlkeler bir kişinin, konjonktürden bağımsız olarak, belli ahlâkî sabiteler üzerinden hayata bakmasını sağlar. Fakat bu mesele boyunca siyasetin her tür vesayetten arınması noktasında ilkesel bakışa sahip olduğunu düşündüğüm pek çok insan ne yazık ki çuvalladı. "Ne darbe ne Şeriat" sloganını andırır şekilde söze "taraf tutmamak lazım tabii" diye başlayanlar, sağ eliyle sol kulağını gösterir gibi cümleler kurup, ortadaki kuyunun yanından başarıyla geçenler, ne yârdan ne serden vazgeçebilenler, Sabih Kanadoğlu misali Hakan Fidan'ın ifadeye gitmesi gerektiğini "Bir çay içip dönerdi canım" diyerek kendisinin dahi inanmadığı cümleler kuranlar...
Neyse ki hâlâ "seçilmişleri atanmışlara kul etmeyiz" diye düşünen bir Başbakan var da başta Kürt meselesi olmak üzere kendi politikalarına sahip çıkmaktan taviz vermeyeceğini ilan edebiliyor. Bu minvalde siyasî iktidarın düştüğü çelişkiyse uzun zamandır kendi alanına giren bazı politikaları kendi eliyle polis-yargı işbirliğine havale etmiş olmasıydı. Bu haneye KCK gibi aşırıya kaçan tutuklamalarla PKK sorununu çözümden oldukça uzağa taşıyan davaları da "poşu taktı, kitap yazdı, slogan attı, pankart açtı" diye pek çok insanı haksız yere hapse attıran davaları da ekleyebilirsiniz. Neticede demokratikleşmenin polis-yargı işbirliğine yüklemenin sonuç vermeyeceğinin görülmüş olmasını umuyorum. Seçilmişleri atanmışlara kul etmeyeceğini ilan eden hükümetin de ilk olarak atanmışların hapse tıktığı seçilmişleri hatırlamasını temenni ediyorum.
Puslu hava kısmen dağıldı ancak hükümet mevcudu koruma adına demokratikleşme adımları ertelemeye devam ederse bu puslu havanın ilk fırsatta kendisini yiyeceğini görmelidir. Başlangıç noktası da 7 Şubat darbesinin dayandığı Kürt sorunu olmalıdır.
Hakan Fidan'ı nerdeyse "vatan haini" ilan etmeye meyyal bir medya varken işe PKK ile başlamak zor. Fakat 2008'den bu yana üzerine konuşulan "açılım"ın demokratikleşme ufkunu artık öğrenmenin vakti gelmedi mi? Anadilde eğitim, yer isimlerinin iadesi, tutuklu milletvekillerinin durumu, ifade özgürlüğü, vb. meselelerde hükümetin durduğu yeri kamuoyuna açıklayarak gereğini yapması gerekiyor. Aksi takdirde, bu sürecin başka krizlere gebe olduğunu görmek güç değil.
Cemaatler-üstü bakabilmek
Müslüman, kendisini ümmetin bir parçası olarak görendir. Bu aidiyet bilinci her tür cemaati/camiayı aşan bir tasavvuru gerektirir. Lâkin gerek Gülen Hareketi'ne yakınlığıyla bilinen gerek başka aidiyetlere mensup Müslüman yazarların çoğu bu süreçte "cemaatler-üstü" bir yaklaşım sergileyemediler. İma yollu suçlamalar, müstehzi işaret etmeler, hedef göstermeler birbirini izledi. Mevcut siyasî gelişmelerde hangi pozisyon savunuluyor olursa olsun, Gülen Hareketi'nden bahsederken ODATV ile ve Ak Parti'den bahsederken Sözcü'yle aynı frekanstan ses vermeye başlayanlar şöyle bir kendini gözden geçirse fena olmaz. Müslümanlar "birbirlerini yerken", olan memlekete ve ümmete oluyor; dikkatinizi çekmek isterim.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT