Sarhoştular ama pişman değil
Dağda elinde kalan birkaç keçisini otlatırken, aynaya bakarken, kaval çalarken, dua ederken, bebeğini emzirirken, en güzel elbisesini giyip düğüne giderken, kamyonunun kasasını çiçek ve kuş resimleriyle boyarken,
nakış işlerken, çocuklarına elbise dikerken, fırında kızgın sıcağın karşısında pide pişirirken, yalınayak su taşırken, ekmek kuyruğunda, su sırasında, derin uykuda, secdede, camide, gecede, gündüzde, sahurda, iftarda, yıldızların altında ya da bir mağaranın içinde yerleri delen gökleri inleten bombalarla öldürülen insanlar. Burka giydikleri, rengi griye dönmüş mikroplu sulara mecbur oldukları, haddi aşacak kadar yoksul oldukları için, sahipsizlikleri, Müslümanların ürkütücü sessizlikleri yüzünden uygar dünyanın sarhoş, sadist, ruh hastası çocuklarına emanet edilmiş, yüzer yüzer öldürülen, bir paragraf bile haber değeri taşımayan değersiz kurbanlar. Bir tek kişiyi öldürdüğünüzde katil olursunuz ama on binlercesini öldürmek Özgürlük Operasyonu'nun kahramanı yapar sizi. 11 Eylül 2001'in yıldönümünde ölenlerin isimleri bütün gece boyunca teker teker okundu yine. Sabahın erken saatlerinde ikiz kulelere çıkıp o saatlerin masum insanlarını, dünyanın bütün milletlerinden genç büro çalışanlarını, sabah görevlilerini, açıkça söylemek gerekirse ABD'nin mustazafları diyebileceğim insanları görmüş biri olarak hepsinin anısı önünde saygıyla eğilirim.
Peki ya öteki canlar? Bu bahaneyle öldürülen Müslüman canların isimleri de böyle saygıyla anılacak ve sayılacak olsa haftalarca sürebilirdi. Hatta 2001'de Afganistan'ın yerle bir edilmeye başladığı gün olan 7 Ekim'de ve 2003'te Bağdat'ın vurulmaya başladığı 20 Mart'ta ABD ve müttefikleri tarafından öldürülen bütün canların isimleri, yaşları, kısa öyküleri televizyonlardan İslam dünyasının ve vicdan sahibi öteki Avrupa'nın sanatçıları tarafından okunarak değersiz olmadıkları gösterilmelidir. Onlar sayı değil çünkü ve her biri onlara ayıracağımız birkaç saniyeyi olsun hak ediyorlar. Ölüm makinesi bu Ramazan'da da durmadı. Keyifle iftar yaptığımız zamanlarda her gün vuruldu masum insanlar. Geçen hafta Kunduz bölgesinde akaryakıt kuyruğunda bekleyen sivilleri bombalayan, yüze yakın yurttaşı öldüren NATO kuvvetlerinin askerleri sarhoş olmaları yüzünden olanları anlatamamışlar. Düğünleri, çarşı pazarları canları ne zaman isterse vurma hakkı verilenlere pardon deme gereği bile duymayanlara komutan kızmış ve bu kadar içmelerinin doğru olmadığını söylemiş o kadar.
Savaş karşıtlarının 'NATO öldürür' diye özetlediği durum budur işte. ABD ve müttefiklerinin Müslümanlara yönelik imha hareketine meşruiyet kazandırmak için artık 'NATO Operasyonu' deniliyor bu vahşete. Sadece Irak'ta milyonlarca insan öldürüldü. Beş milyondan fazla yetim çocuk var. Binlerce dul kadın. Afganlı milyonlarca insan yurdundan oldu, Pakistan ve İran'da ülkelerine dönecekleri günü bekliyorlar. İnsanlar canlarını yakınlarını ya da sağlıklarını kaybetti. Binlerce sakat insan var. Uygarlık vaat edenler taş üstüne taş koymamış. 2001 ve 2009 Kabil'ini karşılaştıran gazeteciler bir milim altyapı yatırımı gerçekleşmediğine tanıklık ediyorlar. TRT Türk muhabiri ise sokaklardaki çukurların bile aynen durduğunu bunun daha başkent için söz konusu olduğunu, kırsal kesimde ise durumun daha da vahim olduğunu bildiriyor bize. Kıyımlardan geriye kalanlara göstermelik de olsa bir iki yol yapın, bir temiz su verin bari. O da yok.
Peki, bu sarhoş insanlar neden kana buluyorlar dünyayı? Amerikalı yönetmen Eurgene Jarecki 2005'te bunu açıklamak için yapmıştı Neden Savaşıyoruz belgeselini. Birçok ödül alan filmin yönetmeni senatörlerden askerlere, halktan CIA ve Pentagon uzmanlarına kadar kendi deyimiyle Amerikan savaş ailesinin bütün fertlerine ulaşıp sorular sormuş. 2007 İstanbul Film Festivali'nin beni en çok etkileyen yapıtlarından biriydi doğrusu bu film. Özetle ABD'yi uyarmaya çalışan, artık sadece savaşla ve kanla ayakta kalacak bir sisteme dönüşen yapılanmadan bir yolunu bulup geri dönülmesi için alarm veren belgesel. Bu durumda kişilerden çok sistemin sorgulanması gerektiğini bize bildiriyor. Bizi ABD savaş makinesinin içinde yoğrulan ölüm saçma emekçisi insanların hikâyesiyle buluşturuyor.
ABD'nin II. Dünya Savaşı öncesi başkanlarından Dwight D. Eisenhower'ın veda konuşması ile başlayan belgesel, başkanın büyümekte olan savaş endüstrisinin siyaset ve iş dünyası ile kurabileceği ahlak dışı ilişkiler hakkında yaptığı uyarının altını çiziyor. Eisenhower'ın "Hiçbir zaman bu birlikteliklerin özgürlüklerimizin ve demokratik süreçlerimizin önüne geçmesine izin vermemeliyiz." diye devam eden konuşmasının üzerinden çok geçmeden, yani hemen II. Dünya Savaşı'nın ardından, Amerikan savaş endüstrisinin kontrolsüz büyümesi, ABD'yi ekonomik ve politik olarak hiç bitmeyen bir savaşa muhtaç bıraktı, artık geri dönülmesi güç bir saldırı mecburiyeti yarattı. Artık düşmanın kim olduğunun önemi de kalmadı. Gerekçe hep uygarlık götürmekti. Çoğu kez gerekçelendirmeye bile lüzum yoktu. Raporlar yalan ve düzmece çıkmış diye özür dileyecek bir merci yoktu çünkü. Amerika savaşmalıydı. Neden Savaşıyoruz, bize asıl eleştirilmesi gerekenin kişiler değil, bu devasa sistem olduğunu kanıtlıyor. Bu da Hüseyin Barack Obama'nın neden Obama gibi konuşup G. Walker Bush gibi davrandığını, bol bol konuştuğunu fakat icraatta bir değişiklik yapamadığını gösteriyor.
Bir de yarı belgesel olarak da okunabilecek Afgan filmleri var. İranlı yönetmen Muhsin Mahmelbaf'ın 2001 yapımı Kandahar'a Yolculuk'u bunlardan biri. Bu filmin en etkileyici sahnelerinden biri, bir yardım kuruluşunun helikopterden attığı takma bacakları alabilmek için koşan onlarca genç erkeğin gerçekten savaşlarda bacaklarını kaybetmiş oyuncular!! olması. Rus işgalinden bacağını kaybetmiş bir milyon erkek kalan ülkeye şimdi de ABD ve muhipleri kurumsal bir saygınlık edası içinde vuruyor.
Mahmelbaf'ın genç yönetmen kızı Hanne'nin çektiği Utanç (Baktay'ın Bir Günü) filminde ise şiddet sarmalının toplumun bütün katmanlarına nasıl sirayet ettiğini özellikle çocukların gündelik hayatlarını, oyunlarını nasıl içine aldığını, saldırıların uzun vadede hayatta kalanların da geleceklerini nasıl elinden aldığını gösteriyor. Okula gitmek, bir deftere sahip olmak için çırpınan küçücük bir Afgan kızının bir günü içinde bizi şiddete boğulan sistemle, erkek çocukların kızlarla ilgili çarpık yaklaşımlarıyla, çok küçük yaşlarda edindikleri kadını aşağılama yarasıyla bizi yüzleştiriyor, hem de işgalcilere malzeme olmamayı başaran bir dil tutturmayı başararak. Çünkü bunu başaramayanlar var. Mesela Osama filminin yönetmeni Sıddık Barmak gibi. 2003'te çektiği filmde bütün Afgan erkekleri öyle cahil, çok eşli, zalim ve kötü ki seyreden herkes bu adamların on binlercesinin yok edilmesini bir uygarlık girişimi olarak alkışlayabilir. Bir insan böyle genellemelerle ve bir tek iyi insan portresi bile çizmeden halkına bunu nasıl yapabilir anlamak çok güç. Eminim binlerce askeri katliamlar için bilemiş ve vicdanlarını köreltmiştir.
İnsanlık sarhoş askerlerin ayılmasını, yukarıdan öylesine atılan bombaların aşağıda nelere yol açtığını anlamalarını, nedametle çekilmelerini ekran başında boş gözlerle beklemeyi sürdürecek mi yoksa da hâlâ ölmedik de bir sesimiz, azıcık da olsa karşı koyacak kalbimiz, itiraz edecek bir ruhumuz, kıpırdayacak bir bedenimiz var mı?
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT