Sanal ekran uygarlığında hayâ ile hayat bulmak
İslam Düşünce Enstitüsü’nde gerçekleştirdiği haftalık konuşmalarının sonuncusunda “hayâ” kavramını işleyen Prof. Dr. Mehmet Görmez, “Hayâlı bir diriliş insanlığın kurtuluş umudu olacak. Hayâ basit bir utanma duygusu değildir. Hayâ hayattır!” dedi.
Prof. Dr. Mehmet Görmez’in konuşmasını aşağıdaki videoyu tıklayarak izleyebilir veya çözümlenmiş metninden okuyabilirsiniz:
Bismillah.
Elhamdülillah.
Ve’s-Selâmu alâ Resûlillâh.
Çok Kıymetli Kardeşlerim,
Öncelikle hepinizi muhabbetle selamlıyorum.
***
Son yıllarda bilişim ve iletişim teknolojilerindeki büyük gelişmelerle birlikte insanlık olarak yepyeni bir durumla karşı karşıyayız. Zihnimiz, aklımız, kalbimiz, ruhumuz bu süreçten derinden etkileniyor. Maddi manevi bütün ilişkilerimiz, dinî manevi hayatımız büyük bir değişim ve dönüşüm geçiriyor. Birey, aile, toplum, hatta bütün insanlık yepyeni bir süreç yaşıyor. Âdeta bütün hayatımız dijitalleşti. Sanal bir dünyaya mahkûm oldu. Koronavirüs süreciyle birlikte bu mahkûmiyet daha da arttı. Çocuklarımızın, gençlerimizin eğitimi, artık bu dijital mecra üzerinden yürüyor. İş hayatımızın olmazsa olmazları arasına girdi, dijitalleşme. Sanatsal etkinliklerimizi, kültürel faaliyetlerimizi, hatta dinî faaliyetlerimizi dahi artık dijital mecralarda icra ediyoruz. Bütün bunları birlikte değerlendirdiğimizde insanlığı kuşatan âdeta yeni bir Sanal Ekran Uygarlığının kurulduğunu görüyoruz.
Şüphesiz, bu uygarlığın bilgiye kolay erişim ve iletişim imkânlarını artırmak gibi insanlığa getirdiği faydaları inkâr edemeyiz. Ancak bu uygarlığın “getirdikleri” kadar “götürdükleri” de var. Bugün bunun üzerinde durmak istiyorum. Zira bu uygarlık, bütün mensuplarını pasif birer seyirciye dönüştürüyor. Bu uygarlığın en büyük hareket noktası akıl değil; gözdür. En büyük eylemi, düşünmek değil; bakmaktır. Müşahede etmek değil; seyretmektir. Göz, bu uygarlıkta nazar ve müşahede aracı olmaktan çıkıyor; bir arzu, istek ve şehvet aracına dönüşüyor. Ve maalesef bu da beraberinde, bencilliği, doyumsuzluğu, duyarsızlığı ve şiddeti doğuruyor. Bu uygarlıkta insan hem kendisiyle hem ötekiyle hem de âlemle ilişkisini hakikat üzerinden değil; suret ve görüntü üzerinden kuruyor. Bu uygarlık, insan hayatında görsel idraki egemen kılıyor. Görsel idrakin egemenliği, aklın idrakini zayıflatıyor, kalbin idrakini bir çeşit ölümle karşı karşıya bırakıyor.
Aziz Kardeşlerim,
İnsan, idrak sahibi bir varlıktır. Arapça “درك” kökünden gelen idrak hem mantık ilminin hem felsefenin hem de psikolojinin bir kavramıdır. İnsan kendisi de dahil dışındaki bütün varlık âlemini aklıyla, kalbiyle, duyularıyla idrak eder.
İnsandan istenen külli bir idrakle hareket etmektir. Sadece duyularıyla hatta sadece gözüyle değil; aklıyla, kalbiyle de idrak etmesidir. İnsan, ancak böyle bir külli idrakle iman eder ve ancak böyle bir külli idrakle madde ve manayı, fizik ve metafiziği, mülk ve melekût âlemini kavrayabilir. Kur’an, varlığı, eşyayı ve kâinatı bir bütün olarak kavrayan külli idraki “nazar” diye isimlendirir. “فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ / Allah’ın rahmetinin eserlerine nazar et.”[1], “قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا / Yeryüzünde gezip dolaşın ve nazar edin.”[2] gibi ayetlerde bizden istenen şey, külli idraktir.
İdrak üçe ayrılır: akli idrak, kalbi idrak, hissi idrak. Akli idrak, tefekkürle, tezekkürle, tedebbürle bir düşünceye ulaşmaktır. Kalbi idrak, akli idraki de yanına alarak basiretle, ferasetle, ibretle bir şeyi kavramaktır. Hissi idrakse “medârik-i hamse” dediğimiz beş duyu organımızla, göstergeler marifetiyle kavradığımız her şeydir.
Görsel idrak dediğimiz şey ise aslında hissî idraklerin yani beş duyumuzun sadece bir çeşididir. Ve sadece surete, sadece şekle, sadece imaja takılıp kalınan bir idrak seviyesidir. Bu nedenle eksik bir idraktir.
Görsel idrak egemen olunca insan her hakikati suret üzerinden idrak edebiliyor. Seyircinin idrakinde belirleyici olan suret oluyor. İşittiğimiz bir kelime, bir söz, bir konuşma dahi ona eşlik eden suret üzerinden sınırlanıyor. İnsan, gözünün gördüğünden başka bir şey işitmiyor. Kulak, işittiğine değil, gözün gördüğüne tabi oluyor. Görsel idrak bütün bu duyu ve idrakleri âdeta yönetiyor.
Bu eksik idrakle insanın Rabbini bilmesi, ona inanması, onunla ilişkisini temellendirmesi neredeyse imkânsızlaşıyor. Kur’an’ın ifadesiyle “لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ”[3] sadece gözle insan, Allah’ın varlığını idrak edemez. Bu eksik idrakle insan, Allah ve ahiret inancını temellendiremez. Zira bu eksik idrakte hakikatin yerini vehimler alıyor. İmaj, suret ve görüntü, hakikatin yerine geçiyor. Dünya; sîreti olmayan bir surete, bir sahneye, insanlar da bu sahnenin seyircisine dönüşüyor. Hakikati olmayan bir imaja evriliyor. Görsel idrak, insanın, kendisiyle, varlıkla ve âlemle ilişkisini sadece görünene indirgiyor. Aslında bu eksik idrakin temelinde şirk vardır. Şirk dediğimiz şey –haşa– taptığını sadece görsele ve görünene indirgemektir. Kiliseye giren ikon böyle doğdu. Pek çok dindeki put ve heykel bu şekilde ortaya çıktı.
Görsel idrak ahlakı da dönüştürüyor. Görsel idrakin egemenliği insanın tahayyül edemeyeceği gayri ahlakilikleri görselleştiriyor. Cinsiyeti metalaştırıyor. Mahremiyeti yok ediyor. Cinsiyeti metalaştıran bir sektör doğuruyor. Ekran Uygarlığındaki görsellerin kahir ekseriyeti gayri ahlaki, gayri insani unsurlardan oluşuyor. Görsel idrakin egemenliği; bakma ameliyesini şehvete, görme ameliyesini hazza dönüştürüyor. Hayallere ve rüyalara bile hükmeder hâle geliyor: ya insanın hayalini yok ediyor yahut seyrettiği görsellerle hayalini de inşa ediyor. Hayal ölünce şiir de ölüyor. Görsel idrakin egemenliği, hakikatin beyanı olan edebiyatı yok ediyor. Varlığın aynası olan sanatı ortadan kaldırıyor.
Dahası görsel idrakin egemenliği, insanı, bir idrak ölümüne maruz bırakıyor. Bugün insanın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike, en büyük ölüm, idrak ölümüdür. İdrak ölünce; insan konuşur, ama konuşması hikmet olmaz. Düşünür, ama düşüncesi ibret olmaz. İşitir, ama işitmesi hakikat olmaz. Bakar, ama bakışı basiret olmaz. Kur’an’ın ifadesiyle “لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ / Kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler.”[4], “خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ / Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde vardır.”[5]
***
Kıymetli Kardeşlerim,
Görsel idrakin egemenliği, bütün bunların dışında insanlığı, bağımlılık derecesinde üç hastalıkla karşı karşıya bırakıyor. Asrın Gazâlî’si olarak adlandırılan Faslı büyük âlim ve filozof Taha Abdurrahman’ın kavramlarını kullanacak olursak, bu üç hastalık; teferrüç, tecessüs ve tekeşşüf hastalığıdır.
Teferrüç; bakma, izleme ve seyretme bağımlılığıdır. Her şeyi bir surete indirgeme, bir imaj olarak görme çarpıklığıdır. Müşahede ayrı bir şeydir; teferrüç başka bir şeydir. Teferrüç, varlığın, âlemin, hakikatin şahidi olan insanı, suretin, şeklin, görselin bakıcısına çeviriyor. Teferrüçte sadece faydalanmak vardır, yararlanmak vardır, haz almak için seyretmek vardır, hedonizme götüren bir seyircilik vardır. Görsel idrakin egemenliğiyle insan, ekran karşısında âdeta âlimin dizinin dibindeki talebe oluyor. Mihrabın önündeki abide dönüşüyor. Öyle bir seyircilik doğdu ki, aklı göze indirgiyor, gözü dokunan ele dönüştürüyor. Helal-haram ayırt etmeksizin her şeye göz dikiliyor. Ancak Rabbimiz “لَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ اِلٰى مَا مَتَّعْنَا بِه۪ٓ / Sakın ola ki, iki gözünüzü dünyalıklara dikmeyin.”[6] buyurarak bu hususta bizi uyarıyor.
Görsel idrakin egemenliğiyle insanlığı kuşatan ikinci hastalık tecessüstür. Tecessüs, başkasının mahremini araştırma hastalığıdır. Başkasının özeline sahip olma arzusudur. Başkasının özel hâllerini takip etme tutkusudur. Ekran Uygarlığının her ferdi tecessüs hastalığına yakalanıyor. “وَلَا تَجَسَّسُوا / Gizlilikleri araştırmayın.”[7] ayetine rağmen bunu yapıyor, insanlar. Herkes herkesi gözetliyor. Başkasının özel hayatına nüfuz edip tüm mahremiyeti ele geçirmeye çalışıyor; mahremiyet âdeta ortadan kaldırılıyor. İnsan; bireyde, toplumda ve âlemde ne varsa her şeyi bilmek istiyor. Bu yolla her şeye tahakküm etmeye çalışıyor. Ekran Uygarlığında insan, âdeta Allah’ın rakîb (her şeyi gözeten), habîr (her şeyden haberdar olan), alîm (her şeyi bilen) sıfatlarıyla yarışırcasına bütün âlemin bilgisini ele geçirmeye çalışıyor.
Üçüncü hastalık tekeşşüftür. Yani görülme ve seyredilme hastalığıdır. Tekeşşüf, teferrücün aksidir. Yani seyretme değil seyredilme arzusudur. Sürekli kendisini takdim etme, arz-ı endam etme ihtiyacıdır. Ekrandaki görüntüsüne âşık olma durumudur. İyi kötü ayırt etmeden bütün yaptıklarını cümle âlemle paylaşmaktır. Bu şekilde toplumun genelinde kötü, çirkin, uygunsuz görülen şeyler sıradanlaşıyor. Bütün kötülükler genelin kanıksadığı, alelade uygulamalar hâline geliyor. Allah Resulü bir hadisinde şöyle buyuruyor: “كل أمتى معافا إلا ألمجاهرين / Ümmetim yaptığı hatalardan dolayı affedilecektir; mücahirler müstesna.”[8] Mücahir, yaptığı kötülük ve çirkinlikleri cehrileştirip, alenileştirip herkesle paylaşan, demektir.
***
Değerli Dostlar,
Peki, bütün bu kötülüklere karşı çare nedir? Din-i Mübin-i İslam neyi öneriyor? Görsel idrakin egemenliğinden nasıl kurtuluruz? İdrak ölümüne maruz kalmamak için ne yapmamız gerekir?
Öncelikle ifade etmek isterim ki, görsel idrakin egemenliğine sadece sevap-günah, sadece emir-nehiy, sadece helal-haram üzerine bina edilen bir din diliyle karşı koyamayız. Mücerret emirlerle ve yasaklarla bu egemenliğe son veremeyiz. Ahlakı, ahkâmın aklı olarak görmeyen bir anlayışla da görsel idrakin egemenliğine karşı duramayız. Değerler felsefesini kaybetmiş, değerler hiyerarşisi bozulmuş, gaye değerler ile vesile değerleri birbirine karıştırmış bir ahlak sistemiyle de bunun üstesinden gelemeyiz. Görsel idrake mahkûm olmuş bir din diliyle de görsel idrakin egemenliğine karşı koyamayız. Bu sektörün ürettiği dijital vaizlerle ve sanal cemaatlerle de bu işin altından kalkamayız.
Şüphesiz, Din-i Mübin-i İslam’ın bu konuda insanlığa sunduğu sayısız kurtuluş reçeteleri var. Ben bu dersimizde sadece birisi üzerinde durmak istiyorum. O da şudur: İslam’ın insanlığı davet ettiği hayâ ahlakı. Ancak hayâ pek çoğumuzun bildiği manada basit utanma duygusundan ibaret değildir. Hayâ ile hayat aynı kökten gelir. Hayâ hayattır. Bizi kötülüğe götürecek her türlü şeyden uzaklaştıran ve Rabbimizin daima bizimle beraber hazır ve nazır olduğu şuurudur. Hayâsızlık gerçek bir idrak ölümüdür. İdrak ölümüne maruz kalan insanı yeniden ihya etmenin yolu hayâdan geçiyor. Görsel idrake esir olmamanın yolu, İslam’ın bu büyük ahlakını yeniden keşfederek evrenselleştirmekten geçiyor.
Kardeşlerim,
Bugün Rabbimizin Yüce Kitab’ında buyurduğu “قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ / İman eden erkek kullarıma söyle, gözlerini sakınsınlar.”[9], “وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ اَبْصَارِهِنَّ / İnanmış kadın kullarıma söyle, onlar da gözlerini sakınsınlar.”[10] ayetlerini daha iyi anlıyoruz.
Bugün, Allah Resulü’nün hayâ ile imanın birbirinden ayrılmayacağını ifade eden hadislerini çok daha iyi anlıyoruz: “الحياء شعبة من الإيمان / Hayâ imandan bir şubedir.”[11], “الحياء من الإيمان / Hayâ imandandır.”[12] buyurur. Başka bir hadisinde “الحياء والإيمان قرناء جميعا فإذا رفع أحدهما رفع الآخر / İman ve hayâ kardeştir. Biri kalktığı zaman diğeri de ortadan kalkar.”[13] buyurur.
Allah Resulü, bir hadisindeyse hayâyı, İslam’ın en temel ahlakı olarak tarif eder: “إن لكل دين خلقا وخلق الإسلام الحياء / Her dinin temel bir ahlakı vardır. İslam’ın temel ahlakı hayâdır.”[14] buyurur. Buna göre hayâ, sadece bir değer değil; değerler üreten külli bir ahlaktır.
Allah Resulü, başka bir hadisinde hayâyı bütün peygamberlerin getirdiği ortak değer olarak ifade eder: “إن مما أدرك الناس من كلام النبوة الأولى: إذا لم تستحى فاصنع ما شئت / İnsanlık, ilk günden beri bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri bir söz bilir: Şayet hayâ etmiyorsan, dilediğini yap!”[15] buyurur.
Allah Resulü bir gün hutbede iken “استحيوا من الله حق الحياء / Allah’tan gerçek manada hayâ ediniz.” buyurunca Abdullah b. Mes’ûd ayağa kalkar ve “Elhamdülillah, biz Allah’tan hayâ ediyoruz.” der. Bunun üzerine Allah Resulü “ليس ذلك، ولكن من استحيى من الله حق الحياء؛ فليحفظ الرأس وما وعى / Öyle değil. Gerçek manada Allah’tan hayâ edenler başını ve başının ihtiva ettiği bütün organları; aklını, dilini, gözünü ve kulağını her türlü kötülükten koruyacak. وليحفظ البطن وما حوى، / Gerçek manada Allah’tan hayâ edenler karnını ve karnının ihtiva ettiği bütün organları her türlü kötülükten koruyacak. وليذكر الموت والبلى / Ve bunun bir göstergesi olarak da imtihan içerisinde olduğu ölümlü bir dünyada yaşadığını unutmayacak.”[16] buyurarak hayâyı külli bir ahlak çerçevesinde tarif eder. Buna göre hayâ, tıpkı takva gibi Allah’a karşı sorumluluk bilincidir. Allah Resulü’nün ifadesiyle “الحياء كله خير / Hayânın tamamı hayırdır.”[17] Hayâ, mahza iyiliktir.
Kıymetli Kardeşlerim,
İslam âlimleri hayâyı dörde ayırırlar. Allah’tan hayâ (el-hayâ’u minellah), meleklerden hayâ (el-hayâ’u mine’l-melâik), insanlardan hayâ (el-hayâ’u mine’n-nâs), insanın kendisinden hayâsı (el-hayâ’u mine’n-nefs). Sonuncu sırada bahsetmemize rağmen aslında insanın kendisinden hayâ etmeye başlaması, aynı zamanda Allah’tan, meleklerden ve insanlardan da hayâ etmeye başlaması demektir. İnsanın kendisinden hayâ etmesi; kendisine olan saygının bir eseridir. İnsan olmanın izzet ve onuruna sahip olduğunu gösterir.
Kısaca görsel idrakin egemen olduğu Sanal Ekran Uygarlığında hayâ ile yeniden hayat bulmak için hayâ ile ihyaya, hayâlı bir dirilişe ihtiyaç var.
***
Değerli Kardeşlerim,
Ekran Uygarlığında hayâ ile yeniden hayat bulabilmek için din anlayışlarımızı, dinî bilgilerimizi, hatta dinî bilgi sistemlerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. İdrak ölümüne maruz kalmamak için insan ile Allah arasındaki ilişkiyi tanzim eden bilgilerimizi, insanın insan ve tabiatla olan ilişkisini düzenleyen anlayışlarımızı yeniden ele almamız gerekiyor.
Bunun için öncelikle Rabbimizle olan ilişkimizi şehadet misakı üzerine bina etmeliyiz. Allah’la şehadet ilişkisi içinde olmak; her an o bana şahit, ben de ona, onun ayetlerine şahidim, demektir. Onun esmasına, onun nimetlerine, onun rahmetine şahidim demektir. Ve bunu daima birlikte müşahede etmektir. “وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ”[18] Rabbinin kendisine şah damarından daha yakın olduğunun bilincinde olmaktır. “وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه۪”[19] Rabbinin nefsiyle kalbi arasında varlığını daima hissetmektir. Allah’ı her daim görüyormuşçasına ihsan üzere yaşamaktır. İhsan sahibi muhsindir. Muhsin, şahittir. Şahit olabilmek için müşahit olmak, yani varlığa ve kâinata müşahede etmek gerekir. Müşahit olan, meşhut olduğunun da farkındadır. Yani Allah’ın da kendisini, her sözünü, her hâlini, her davranışını müşahede ettiğinin farkındadır. O yüzden “Amentü” demek ayrı bir şeydir, “Eşhedu” demek başka bir şeydir.
Değerli Kardeşlerim,
Hayâ ile hayat bulabilmek için ahlakı merkeze alan gerçek bir dindarlık anlayışına dönmeliyiz.
Gerçek dindarlıkta Allah’a iman, kuru bir tasdik ve öğrenimle elde edilen bir malumat değildir; büyük bir hâldir, tertemiz bir hayattır ve o hayatın tezahürü, her davranışa dönüşen ahlaktır.
Gerçek dindarlık, külli bir idrakle hareket eden akıl, kalp ve ruhla barışık bir dindarlıktır. Beden böyle bir barışla gerçek saadete erer, kalp huzur bulur, mutmain olur, sekinete kavuşur. “اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ / Kalpler ancak Allah’ı zikrederek mutmain olur.”[20]
Gerçek dindarlıkta dinin buyruklarıyla bütünleşmiş akıl ve hikmet esastır. Akıl ve vicdan ilahî iradeye teslim olur. Dindar insan, bütün eşyaya, varlığa ve kâinata rahmet nazarıyla bakar.
Gerçek dindarlık, insanı bütün köleliklerden, ekran da dahil bütün bağımlılıklardan, bütün esaret çeşitlerinden azade eder, özgür kılar. Ruhu köleleştiren, kalbi işgal eden, aklı ve vicdanı körelten her şeyi reddeder.
İşte böyle bir dindarlık, insanın dört duvar arasında kendisiyle baş başa kaldığında dahi hayâ etmesini zorunlu kılar. İnsana böyle bir yüksek ruh terbiyesi kazandıran bir dindarlık, insanı hayatının her anında hayâya sevk eder. Hayâ ile ona hayat verir.
***
Sözlerimi Rabbimin bize talim buyurduğu şu duayla bitirmek istiyorum: “رَبَّنَا آمَنَّا بِمَا أَنزَلْتَ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ / Rabbim! Gönderdiğine iman ettik, peygambere de tabi olduk, bizi şahitlerle beraber yaz.”[21]
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Allah’a emanet olunuz.
[1] 30/Rûm, 50.
[2] 29/Ankebût, 20.
[3] 6/En’âm, 103.
[4] 7/A’râf, 179.
[5] 2/Bakara, 7.
[6] 15/Hicr, 88.
[7] 49/Hucurât, 12.
[8] Buhârî, Edeb 60; Müslim, Zühd 52.
[9] 24/Nûr, 30.
[10] 24/Nûr, 31.
[11] Müslim, Îmân, 58; Nesâî, Îmân, 16.
[12] Müslim, Îmân, 59.
[13] Hâkim, Müstedrek, 58.
[14] İbn Mâce, Zühd, 17.
[15] Buhârî, Edeb, 78.
[16] Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 24.
[17] Müslim, Kitâbu’l-Îmân, 37.
[18] 50/Kâf, 16.
[19] 8/Enfâl, 24.
[20] 13/Ra’d, 28.
[21] 3/Âl-i İmrân, 53.
HABERE YORUM KAT