Saklanma sanatı
Kemal Sayar, saklanmanın içgüdüsel olarak nasıl gerçekleştiğini inceliyor. Modern zamanların mahremiyeti yerle bir eden keşmekeşinde saklanmak bazen daha anlamlı bir şey haline gelebiliyor.
Kemal Sayar / Fikir Turu
Saklanma sanatı
Güzellik nerededir? Diğerleri gibi ölmeye mahkûm büyük şeylerin içinde mi, yoksa hiçbir iddiası bulunmadan, anın içine bir sonsuzluk tomurcuğu yerleştirmeyi bilen küçük şeylerde mi? M. Barbery, Kirpinin Zarafeti
Avatar filminde sevginin bir ifadesi olarak şu tabir kullanılır: ‘Seni görüyorum!’ Aşk, görebilmek ve nihayet görülebilmektir. Bizi olduğumuz ve olabileceğimiz gibi gören gözlere bağlanırız. Dostluk ilişkisinde veya toplumda istediğimiz nihai şey görülmek, değer verilmek ve kabullenilmektir. ‘Beni olduğum gibi sev!’… Bütün kusur ve zaaflarımla sev, daha iyi olabilme ihtimalimi unutmadan sev.
Her an, bir bağ kurmaya gebedir. Her karşılaşma, ruhların buluşması ve ufukların kaynaşması için bir fırsattır. Bir nesneyi çok yakından göremeyiz. Onu görebilmemiz için biraz mesafe lazım. Görebilmek için de insanın ruhsal inzivadan çıkması ve kendisini ötekinin bakışına açabilmesi gerek. Ama bu açılma beraberinde beğeniyi getirebildiği gibi, utanç ve aşağılamayı da getirebilir. Utanç: ‘Keşke yer yarılsa da içine girsem!’
Dünyanın kendisinden daha güçlü olduğunu gören çocuk saklanır. Başkalarının kendisini incitebileceğini fark eden kişi, yaralarını saklar. Acı verici ve mütehakkim bir dünyada geri çekilerek, saklanarak, inkâr ederek var olmaya çalışır. Hayatlarında onlara destek olacak ‘önemli öteki’nin yokluğunu, ‘ilgi görmüyorum çünkü bunu hak etmiyorum’ şeklinde bir yetersizlik duygusuna dönüştürenler, hayattan saklanır. İmkânlar azdır: Çünkü ona kalırsa hem değersiz hem de yetersizdir, dünyadan bir ödülü hak etmemektedir.
İç bütünlüğü, mükemmel olmak değildir, insanın acziyet ve faniliğini hayatın kaçınılmaz bir parçası olarak kabullenebilmesidir. Her şeyde saklı bir tamlık var, mesele onu keşfedebilmekte. İnsan kendinden saklanıyor, ölümden ve hayattan saklanıyor. Kendi değerlerimizden ve ruhumuzdan uzağa düştüğümüz oluyor. İnsanların arasında yaşamayı seviyoruz ama onlardan uzaklaşabildiğimiz anlara da ihtiyacımız var. Tek başınalık başka insanlardan ayrı kalmak değil, kendimizden ayrı düşmemek demek. Başkalarının yokluğu değil, kendi başımıza ve kendimize var olabilmek. İnsan birbirine bağlı ve bağımlı bir varlık, bunun idrakinde olduktan sonra yüz yüze olmamız gerekmiyor. Kendimizi bir ilişkinin gerçekliğine bütünüyle açmak, mesele bu. Ruha izin verecek bir mesafede durabilmek.
Bazen saklanmak canlı kalmanın yoludur
Bazen saklanmak canlı kalmanın, gün ışığına çıkmadan önce derlenip toparlanmanın yoludur. Gül tomurcukta, bitki tohumda, insan çocukta saklanır ve zamanını bekler. Çocuk ana rahminde saklanır ve aydınlık dünyaya hazırlanır. Saklanmak tamlığa doğru bir vaattir. Günümüzde her şeyin kolaylıkla aşikâr edildiği bir gösteri çağında yaşıyoruz. Arzular, hevesler, sırlar, kolayca fâş ediliyor. Yara izlerimizi kolayca ortaya seriyoruz. Hâlbuki en derin şeyler kolayca söze dökülmez, görülmez, işitilmez. Onlar ancak kalp tarafından hissedilir.
‘Çocukluğum boyunca birisi beni merak etsin de arayıp bulsun diye tavan arasına saklandım ama kimse beni aramaya gelmedi, her seferinde ağlayarak indim’. Genç bir kızın bana söylemiş olduğu bu söz, bana Winnicott ustanın çok zaman önce söylediği bir sözü hatırlattı: ‘Saklanmak bir hazdır, bulunmamaksa bir facia’. Saklanan bulunmak ister, kaybolmak değil. Birisi onu gelip bulsun ister. Dünyadan saklanırız ama sevdiğimiz biri gelip bizi bulsun, farkımıza varsın, bize değer versin isteriz. Bulunan kişiye bir el uzanmış demektir.
Saklanmak bir sanattır
Saklanmak bir sanattır. Başkalarının yanlış anlamalarından, sizi hapsettiği kutucuklardan, sevilme arzusundan özgürleşebilmektir. Kendini ötekinin arzusundan dinlenmeye bırakmak ve onayını hayatın kendisinden almak. Sadece cesurlar, kendilerini saklayabilir. Çocuklar saklanır çünkü dışarı çıkıp keşfedebileceklerini, kendi başlarına da iyi olabileceklerini bilmek isterler. Ancak, çocuk saklanmanın zevkini hissettikten kısa bir süre sonra yalnız kalır ve bu nedenle arkadaşının onu bulmak istediğinden emin olmak ister. Bu varlığının teyit edilmesi anlamına gelir. Takip edilmek sevilmektir. Bulunmanın sevinci, yaşamanın ve kendisine özen gösterildiğini hissetmenin sevincidir. Bir kişinin diğerini aradığı gerilim anları, sonunda kavuşma heyecanına yol açar. Saklambaç, çocuklara ilişkideki insanların ayrılabileceği ve tekrar bir araya gelebilecekleri güvencesini verir. Ayrılık ve yeniden birleşme arasındaki bu ritim güven vericidir zira çocuğa ayrılıkların geçici ve dolayısıyla sürdürülebilir olabileceğini hatırlatır. Dahası, bir araya gelememe korkusu yeniden buluşmadaki muazzam sevinci pekiştirir.
Duyguları tanımak önemli, zira pek çok insan kendi duygularından saklanıyor. Saklanmanın bu hali tehlikeli: Duygularımızı bilmezsek kendi kendimizi nasıl bulacağız? Kendimizden saklanırsak, bir başkası nasıl gelip bizi bulabilecek?
Erkek çocukları duygularını tanıyamadığından korku, sıklıkla saldırganlığa dönüşüyor. Çocuklarımıza zengin bir içsel hayat hediye etmek, anne ve babanın ilk görevi. Onların bulunacaklarından emin olarak saklanmalarını temin etmek, biz anne babaların üzerine bir borç.
Duygusal okuryazarlık
Pek çoğumuzun duygusal okuryazarlığımız yok. Kendi duygularımızı okuyamadığımızda, kendimizde bilmeye izin verdiğimiz tek duygu öfke oluyor. Kendini okuyamayan haliyle başkalarının duygularını da okuyamıyor. Çocuklarımıza duygularını tanımayı öğretmekle işe başlayabiliriz. ‘Karanlığı aydınlığa, kayıtsızlığı harekete dönüştürebilmek için duygu lazım’ demiş Jung. İrade felci kadar, duygu felci de bizi kötürüm bırakıyor. Duygularını bilmeyen, görmezden gelen ‘uyuşmuş’ insanlar, hayatlarına sahip çıkma iradesini de gösteremiyor.
Bizi biz kılan, biricik varlığımızı tayin eden o özü dış dünyadan sakınmayı bilmeliyiz. İçimizde değerli olan şey zihin tarafından bilinmeyi arzulamaz, orada durmakla o zaten bizi biz yapıyordur. Bağırmaz ve kendi varlığını teyide ihtiyaç duymaz. Saklanmak ancak görünürlükle alkış ve aferin aldığımız dünyada isimlendirilmekten, izlenmekten, kontrol edilmekten beri durmaktır. Saklanarak, bize şu alemde saklanacak bir yer bırakmamış olan mega şirketlerden, reklamcılardan, devletin izleme aygıtlarından gücümüz yettiğince korunuruz. Saklanmak bu yönüyle bir bağımsızlık talebidir. Başkalarının olmamızı istedikleri kişi olmaya direnmektir, bir homo consumens, basit bir tüketici olmaya karşı durmaktır. Bizi hapsettikleri kategorilere sığmamaktır. Saklanarak güdülmeye itiraz ederiz, aynılaşmaya, devasa bir aygıtın basit bir aksamı olmaya hayır deriz. ‘Ben hayır diyorum!’ der saklanan kişi, hayatı kendi haline bırakır, hayatı bir dizi izlenimin mahpusu olarak değil, bir şehrâyin ve canlılık, bir kendiliğindenlik hali olarak kutsar.
Bir geleceğe doğmak için saklanır insan, doğru bir geleceğe doğmak için bugünün sınır ve kısıtlamalarını aşar, görülmenin ve fark edilmenin nimetlerinden feragat eder. Bazen hepimizin saklanmaya ihtiyacı vardır. Kimi zamanlar zihnimizin mahrem alanına çekilmemiz ve düşüncelerimizi orada tartmamız gerekir. Dünyayı ve kendimizi ölçüp biçmek ve kendimizle konuşabilmek, iç seslerimizi dinleyebilmek için çevremizden soyutlanırız. Bunu yaptıktan sonra bizi arayan, bizi gerçekten bulmak isteyen biri tarafından keşfedilmeyi özleriz. Duygularımız bizim için önemli olan insanlar tarafından asla bilinmez ve kabul görmezse, saklanmak bir oyun olmaktan çıkar ve bir yaşam tarzına dönüşür.
Ben saklanabilenlere, imrenen birisiyim. Halvet der encümen. Kalabalıklar içinde tek başına ama ruhuyla baş başa. Kendi ruhuna değebilen, kendiyle ve mabuduyla konuşabilen, Tanrı’nın sözlerini işitebilen insan. ‘Benden içeru ben’le hemhal olmuş. Balinanın karnındaki Yunus peygamber gibi vakti olgunlaştıran, ruhu büyüten, sırasını bekleyen insan.
Dünyanın albenisinden saklanabilen insanlar, dünyanın mücevherleridir. Bir istiridyenin içinde, zaman içinde inciye dönüşen kum taneleri gibi.
HABERE YORUM KAT