1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Şahit olduklarımızı kaydedip bir sonraki nesle aktarmak zorundayız!
Şahit olduklarımızı kaydedip bir sonraki nesle aktarmak zorundayız!

Şahit olduklarımızı kaydedip bir sonraki nesle aktarmak zorundayız!

Taha Kılınç, İbn Battuta'nın çalışmalarından yola çıkarak gezip gördüklerimizi kaydetmenin önemini ifade ediyor.

28 Haziran 2023 Çarşamba 10:00A+A-

Taha Kılınç / Yeni Şafak

1326’da bir hac

Mağrib’in Sultan Ebû Saîd el-Merînî tarafından yönetildiği dönemde, ailesinde çok sayıda kadı ve fakih bulunan Berberî bir genç, 14 Haziran 1325 günü hacca gitmek üzere Tanca’dan yola çıktı. Nereden bakarsanız bakın, çılgınca bir fikirdi bu: 6 bin 200 kilometreden fazla mesafe vardı önünde. Yolda karşısına çıkabilecek türlü tehlikeler -haydutlar, doğal afetler, savaşlar, açlık, barınma problemleri vb.- düşünüldüğünde, giriştiği serüvenin zorluğunu hayal etmek mümkündü. Ama o yılmadı. Tanca’dan Fes’e indi, oradan Tlimsen-Buleyde-Setif-Konstantin hattını takip ederek Kayravân’a geçti; ardından Trablus ve Ecdâbiyâ üzerinden Mersâ Matrûh tarikiyle İskenderiye’ye ulaştığında, tarihler 5 Nisan 1326’yı gösteriyordu.

Yolda neredeyse bir yılını geçiren bu 22 yaşındaki Mağribli gencin hayatı ve seyahat güzergâhı, İskenderiye’deki zaviyesine misafir olduğu Şeyh Burhâneddîn A’rec ile yaptığı sohbet sırasında tamamen değişti. Şeyhefendi ona “Haccını ifa ettikten sonra, uzak diyarları da dolaş; Hind’i, Sind’i ve Çin’i gör…” demişti. Memleketinden sadece haccını yapmak için yola çıkan genç, dünyanın çeşitli coğrafyalarını keşfetmek hevesine kapıldı. Şüphesiz, bir hevesten çok daha fazlasıydı bu. Hayatının sonraki 29 yılı sürekli yolculuklarda geçecek, farklı kıtalarda birbirinden farklı ülkelerde yaşayacak -bugünkü hesapla 44 ayrı ülke- ve toplamda 120 bin kilometreyi aşkın mesafe kat edecekti. Ve nihayet ülkesine dönüp, aile mesleği olan kadılığa başlayacağı Tanca’ya yerleşince, yaşadıklarını bütün detaylarıyla anlattığı meşhur kitabı “Rihle”yi kaleme alacaktı. Evet, Ortaçağ’ın en büyük Müslüman seyyahı Ebû Abdillah Şemsuddîn Muhammed bin Abdillâh el-Levâtî et-Tancî’den, yani kısa adıyla İbn Battûta’dan söz ediyorum.

İbn Battûta’nın serüvenlerini tek bir köşe yazısına sığdırmak kuşkusuz imkânsız. Gündemimiz hac olunca, sadece Mısır-Hicaz etabına odaklanacağım, sonra da lafı bir yere getireceğim:

İskenderiye’de kulağına fısıldanan o nasihati hiç unutmadan yoluna devam eden İbn Battûta, önce Memlûklerin görkemli başkenti Kahire’yi adımladı, ardından Yukarı Mısır’da Ebu’l-Hasen eş-Şâzilî’nin kabrini ziyaret etti. Kızıldeniz kıyısına inerek Cidde limanına geçmeye çalışan İbn Battûta, bölgedeki siyasî karışıklıklardan dolayı yeniden Kahire’ye döndü, dikkatli ve meraklı bakışlarını Bilâdüşşâm havzasına yöneltti. Kudüs’ün ardından Akkâ, Sûr ve Saydâ’yı gördü, Taberiye üzerinden Antakya’ya kadar uzandı. 9 Ağustos günü Şam’a inen İbn Battûta, Ramazan ayını burada geçirdikten sonra, hac için yola çıkan bir kafileye dâhil olarak Hicaz’a yollandı.

Şam’la Medine arasındaki yaklaşık 1300 kilometrelik mesafe, o dönemde 30 ila 40 gün kadar sürüyordu. Eylül başında yola revan olan İbn Battûta ve beraberindekiler, Ekim ortasında Medine-i Münevvere’ye vardılar. Dört günlük bir ziyaretin ardından yükler yeniden toplandı ve kafile 10 gün sonra Mekke-i Mükerreme’ye ulaştı. 1326 senesinde, haccın temel rüknü olan Arafat Vakfesi (9 Zilhicce) 6 Kasım günü gerçekleştirilecekti.

İbn Battûta, 3 hafta kadar kaldığı Mekke’de gördüğü her detayı kayda geçirdi. Kâbe ve çevresinden şehrin sokaklarına, Arafat’tan Minâ’ya, onun satırlarında haccın ve Mekke’nin çok canlı tasvirlerini buluruz. Aynı zamanda bir mü’min olarak heyecanını, coşkusunu ve çocuksu sevincini de… Dönemin siyasî gelişmelerini, Hicaz içi dengeleri ve insan manzaralarını aktarmayı da ihmal etmeyen İbn Battûta, bu sayede yüzyıllar öncesinden nice tabloyu gözlerimizin önüne serer. Böylece sadece gezmenin değil, aynı zamanda yazmanın ve kayıt tutmanın ehemmiyetini de idrak etmiş oluruz.

İbn Battûta kendi halinde bir seyyah olarak yoluna devam ederken, Anadolu’da bir tohum toprağın derinliklerine doğru kök salıyordu: Osmanlı. Bursa, İbn Battûta İskenderiye’ye ulaştıktan bir gün sonra fethedilmişti. Yine kısa süre önce, Delhi’de Gıyâseddîn Tuğluk’un oğlu Muhammed, babasının yerine tahta oturmuş, Hind diyarının İslâmlaşması için çalışıyordu. Gırnata’da ise, Nasrî emirler, Elhamra Sarayı’nın en muhteşem bölümlerinin inşasıyla meşguldüler. Tarihi çok boyutlu okuyunca, karşımıza çıkan sürprizler gerçekten göz kamaştırıcı.

Kıymetli okurlarımın Kurban Bayramı’nı en içten dileklerimle tebrik ederken, yine bir hac mevsiminde İbn Battûta’yı ve onun haccını hatırla(t)mamın sebebi şu:

Bugün artık çok az Müslüman, gezdiği ve gördüğü şeyleri kayıt altına alma ihtiyacı duyuyor. Teknolojik aletlerin “kayıt” özelliğine giderek daha fazla bel bağlarken, aslında bizden sonrakilere aktaracağımız belgeleri kendi ellerimizle azalttığımızın farkında değiliz. Cep telefonları fotoğraf çeker ama düşünemez, tefekkür edemez, sentez yapamaz, netice ve ders çıkaramaz… Kaçırdığımız nokta, tam olarak burası.

HABERE YORUM KAT