Sadece Siyasetle Mümkün mü?
Hayata dair eleştiri konusu ettiğimiz meselelerin gittikçe çoğalmakta olduğunun farkındayız. Sadece farkında olmanın yeterli olmadığını da biliyoruz. Bunun için de kendimizce benimsediğimiz metotlarla belli meselelerde ıslah çabası içerisinde olmaya gayret gösteriyoruz. Elbette bu çabalar değerlidir ve sürdürülmelidir. Fakat diğer taraftan belli bir tarife ve konuma oturtup çözüm önerdiğimiz tarihsel, politik, iktisadi, felsefi ve kültürel sorunsalları pratik sahada çözme konusunda eksik kaldığımız da bambaşka bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Yaklaşık iki yüzyıldır batıdan dünyaya yayılan fikirlerle ve onların yansıması olan siyasal ve sosyal sorunlarla mücadele ediyoruz. Bunu yaparken de batı merkezli dünya tasavvuruna karşı kendi tarihsel birikimimizi ve medeniyet sahamızın düşünsel ürünlerini ön plana çıkarıyoruz. Fakat burada dikkat edilmesi ve gözden kaçırılmaması gereken bir husus var ki: o da şudur; bizler savunma pozisyonuna düşmüş bir vaziyetteyiz. Dolayısıyla da sürekli öneren, cezbeden, üreten, uygulayan, ihraç eden, dayatan, kuşatan bir cephenin karşısında; sürekli savunma yapmak çok yorucudur ve belli bir aşamadan sonra da yenilgi kaçınılmazdır. Nitekim yenildiğimizi de itiraf etmek zorundayız.
Müslümanlar olarak bugünün modern dünyası karşısında hangi cephelerde kaybettiğimizle ilgili çok fazla kafa yorduğumuzu söyleyebiliriz. Özellikle kendimizce odaklandığımız bazı hususlarda daha fazla düşünüp bu meseleleri gündemimize aldığımız bir hakikat. Bizler yüzyıldır siyaset merkezli, iktidar merkezli, güç merkezli bir mücadelenin imkânlarını zorluyoruz. Çünkü bu odak noktasını yenilgimizin yegâne sebebi olarak görüyoruz.
Mamafih dünkü yenilgimizin yegâne sebebi bu olmadığı gibi bugünün şartlarında da bütün meselemizin bu olmadığını fark etmemiz gerekiyor. Eğer bütün imkânlarımızı ve enerjimizi iktidar olmaya, onu beslemeye ve onu ayakta tutmaya odaklamışsak belli bir aşamadan sonra bu bizim için bütünüyle güç fetişizmine dönüşür. Bundan dolayı da sadece dikey hedefler doğrultusunda eyleyip dururuz ki; işimiz gücümüz strateji, taktik, propaganda, ajitasyon ve siyasal örgütlenmeden ibaret olur. Bunu da ne derecede başaracağımız müphemdir. Çünkü gücün ve iktidarın bileşenleri çoktur ve bu bileşenler çoğunlukla pragmatik ilişkilerden beslenirler.
Bugünün dünyasında daha cazip, etkili ve sürdürülebilir alanlar üzerinden neler yapabileceğimiz konusunda kafa yormalıyız. Fakat bu, şu anlama gelmiyor; siyasal şahitliğimizi ikinci plana atalım. Bilakis ortaya koyağımız çabayı bir soruna dönüştürmeden ortalama bir seviye tutturarak sürdürmeliyiz. Bunu yaparken de içinde bulunduğumuz dünyayı gerçekçi bir bakış açısıyla tahlil etmek durumundayız.
Türkiye’de yaşayan Müslümanlar olarak son otuz yılda siyasal alanda bütünselliği ve niteliği sorgulansa da inişli çıkışlı bir siyaset pratiğimizin olduğunu düşünüyorum. Ancak diğer taraftan toplumu bütünüyle kuşatan seküler bir kültürel iktidarın varlığını pek ciddiye aldığımız söylenemez. Bunu ya görmek istemedik ya da öncelikli hedeflerimiz arasında değildi. Bugün dahi bu hususta ciddi bir çaba sarf etmiyoruz. Bugünün kültürel iktidarını tahkim eden hiçbir alanda varlığımız söz konusu değildir.
Kitle iletişim araçlarının ortaya çıkardığı bütün kolaylıklara rağmen hala kültürel alanda elle tutulur, gözle görünür bir pozisyonumuz yok… Sinemamız yok, tiyatromuz yok, müziğimiz yok… Kısacası kendi felsefi ve estetik anlayışımızı bir sanata dönüştüremedik ve dolayısıyla kültürel alanın imarını (toplum inşası) başkalarına bıraktık. Çünkü bize göre hayat ezgili tınıların, sembolik oyunların ve yaldızlı tabloların tarif edemeyeceği kadar ciddiydi. Onun için böyle basit ve süfli şeylerle uğraşmak bize yakışmazdı. Nitekim üstatlarımız fıkıh bahislerinde bu meseleler ile ilgili gerekli fetvaları da vermişlerdi. Onun için haddimizi bilip susmamız icap ederdi.
Belli bir zaman onları görmemek için direndik zinhar haramdır dedik. Asla olmaz dedik. Sonra baktık ki olmuyor; fikir değiştirdik. Hanemize buyur ettik. Evimizin en güzel köşesini onlara ayırdık. Sonra karşılarına kurulduk. Onlar oynadı biz seyrettik ve bu temaşa hoşumuza gitti. Onlar oynadı biz onlara baktık. Biz baktıkça onlar daha da cesaret aldılar ve bütün hünerlerini sergilemeye başladılar. Sonra tekrar baktık ki bu iş olmayacak, dizilerini günlere ayırdık; karakterlerini evlerimizin müdavimi, eşlerimize komşu ve çocuklarımıza arkadaş eyledik.
Gizliden müziklerini dinledik (şimdi ise gizleme gereği duymuyoruz); dertlerimize, duygularımıza ortak eyledik. Kliplerini takip ettik; reytinglerini yükselttik… Onlar yükseldikçe biz küçüldük. Onlar star oldu, güneş oldu, idol oldu… Biz ise onlara bağımlı nesneler. Artık onların kurduğu hipnotik evrende güdümlü kitleler olarak onlardan yansıyanlarla mutlu olmanın imkânlarını arıyoruz. Neredeyse bizim için en büyük saadet;antik dönemlerde oynanan trajedya oyunlarındaki gibi son anda sahneden çıkmasını beklediğimiz bir “deus ex machina” misali büyülü kerametin dramlarımızı ve trajedilerimizi çözüme kavuşturması olmuştur. Maalesef algılarımız bu temaşanın kontrolünde şekillenmiş ve fiili bir tabiiyetin yörüngesine girmişiz. Düşüncelerimiz onlarla zıt olmasına rağmen şimdi onların seküler yörüngesinde fiili olarak deveran etmekteyiz.
Bütün bunlar basite aldığımız, ihmal ettiğimiz ve var olmak istemediğimiz ve mücadele etmediğimiz kültürel iktidar alanında yapıldı ve biz seyrettik. Hâlâda seyretmeye devam ediyoruz. Meseleyi çok karamsar bir bağlamda kritik etmeye niyetimiz yok elbette. Ancak bütün olan biteni fark etmemize rağmen hâlâ bu alan ile ilgili herhangi bir çaba görünmüyor.
Şu anda bilmemiz gereken ve kaçamayacağımız hakikat var şöyle ki: geçmiş dönemlerin motivasyon araçları farklıydı ve belli bir oranda tek düzeydi. Bugün ise hayatımıza yön veren ve bağımlılık düzeyinde vazgeçilmez kıldığımız belli bir oranda da olgusal boyut kazanmış bambaşka bir kültürel sahanın varlığı söz konusudur. Geçmişin motivasyon araçları bugün yerini sinemaya, tiyatroya, edebiyata, müziğe ve diğer görsel sanatlara bırakmış durumda. Bizlerin bu alandaki boşluğu doldurmaya yönelik çabası ise çok kısıtlı ve verimsiz. Eğer böyle devam ederse kendini İslam’a nispet eden bu toplumun birkaç zaman sonra tamamen seküler bir topluma dönüştüğüne şahit olacağız.
Onun için sadece siyasala koşullanmak yerine; biraz da kültürel iktidar alanına eğilmemiz şart olmuştur, vacip olmuştur ve kaçınılmaz olmuştur.
YAZIYA YORUM KAT