Rüşdi’nin rüştü
İfade özgürlüğü, Müslümanlar ile ‘Batılı’ değerler arasındaki en netameli konulardan birisi. Zira, hümanizmin soyut insan anlayışı sayesinde din, hakkında herkesin istediğini diyebileceği ama dindarların bundan etkilenmemesi bir olgu olarak konumlandırılıyor. Açalım.
Hümanizm, merkeze tarihselliğinden soyutlanmış, rasyonel akla sahip, evrensel bir özü olduğu varsayılan insanı koyan teizmin seküler bir formudur. Kısaca, tanrıyı insan kılan gelenek, sekülerizmle beraber insanı tanrı kılmıştır. Ancak Marx, Nietzsche, Althusser ve Foucault gibi düşünürlerden beslenen anti-hümanist akımın iddia ettiği gibi insan, tarihselliğinden ve toplumsallığından soyutlanabilecek bir varlık değildir. İnançları, arzuları, tercihleri ve yargıları insanın tarihselliğine/toplumsallığına dâhildir. Dolayısıyla insan ne tarihselliğinden ne de toplumsallığından özgürleşebilir.
Ancak hâlen hümanist paradigmayı merkeze alan ifade özgürlüğü anlayışı, insana evrensel bir öz ve rasyonel bir akıl atfettiğinden özgürlüğün sınırlarını da bu tekil ve soyut ama aslında ‘Batılı’ olan insana göre belirliyor. Bu yüzden Salman Rüşdi örneğinde olduğu gibi bir insan tekinin, milyarlarca insanın inandığı peygamberi ve onun eşlerini aşağılaması ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebiliyor. Böylelikle Rüşdi, Batılı rasyonaliteyle uyumlu, farz edilen “evrensel öz”e uygun olarak hareket ederken; öfkeli gösteriler yapan Müslümanlar her daim irrasyonel, patolojik ve “insanlıktan çıkmış” olarak konumlandırılıyorlar. “Evrensel insan” iddiasının fiyakasını, milyarlarca insanın bu iddiaya uymayacak düşüceler serdetmesi, davranışlar sergilemesi bile bozamıyor.
Batı’nın riyakârlığı
Peki, Batı’da ifade özgürlüğü hakikaten yansıtıldığı kadar kusursuz mu? Örneğin Fransa Ulusal Meclisi’nin 2006 yılında onayladığı ve Ermeni soykırımının olmadığını söyleyenler için hapse varacak yaptırımları olan yasa ifade özgürlüğü anlayışıyla çelişiyor. Ayrıca hem Avrupa’da hem de Amerika’da “Holokost olmadı” demek hatta “İddia edildiği gibi altı milyon insan öldürülmedi” tezini dillendirmek dahi mümkün değil. Yani Rüşdi, Holokosta dair genel-geçer tezlere karşıt bir roman yazsaydı “Şövalye Rüşdi” olmayacaktı.
Benzer biçimde Yahudilerin çektiği acıların sömürülerek Holokostun “ideolojik bir silah” gibi kullanıldığını savunduğu kitabı yüzünden parlak akademik kariyerine rağmen Norman Finkelstein Amerikan akademisinde barındırılmadı. Ellerinden gelse İsrail’e karşı Filistinli çocuklarla beraber taş attığı için geçtiğimiz yüzyılın en büyük düşünürlerinden Edward Said’i de dışlayacaklardı ama güçleri ancak hayatı ona zor etmeye yetti. Yine aynı şekilde İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ı Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantısında 11 Eylül’ün arkasında Amerikan devletinin olduğu iddiasını dillendirdiği için dinlemeyerek salonu terk eden o pek rasyonel, pek kibar, pek Batılı bürokratları hatırlatayım.
Örnekleri çoğaltabilirim ama anlayacağınız, ifade özgürlüğü hususunda hem Avrupa’da hem de Amerika’da gücü yetenin diğerini susturduğu oldukça riyakâr bir tutum sözkonusu. Bu bağlamda Batı dünyası ifade özgürlüğü meselesinde adil ve tutarlı bir pozisyon almayarak rüştünü hâlen ispatlayamadığını ortaya koyuyor.
“Peki ya Salman’ın rüştü” diye sorarsanız Batı’da “ifade özgürlüğünün” sembolü haline getirilen bu “özgürlük savaşçısı”nın son vukuatı aslında “ilahi adalet” diye bir şeyin olduğunu gözler önüne seriyor. Olay kısaca şöyle: Eski bir polis memuru olan ve yıllarca Rüşdi’nin de koruması olarak çalışan Ron Evans, meslek hayatında yaşadıklarıyla ilgili bir kitap yazdı. Kitapta Rüşdi’ye güvenlik görevlilerinin taktığı “Pasaklı” lakabı gibi bazı ifadeler Rüşdi’yi oldukça rahatsız etti. Mahkeme yoluyla yayımcıyı tehdit etmeye kalktı, “Sonuçları olur” diyerek gözdağı verdi. Kitapta “kötü, iğrenç, cimri, küstah ve aşırı nahoş” bir biçimde resmedildiğinden dert yandı, bunların gerçeği yansıtmadığını söyledi. Yani bir zamanlar Hz. Peygamber’e ve eşlerine en çirkin iftiraları atmaktan çekinmeyen özgürlük savaşçımız “Bana iftira atıyorlar, bunlar yalan” diyerek yakındı. Ancak Rüşdi’nin tüm çabalarına rağmen Majestelerinin hizmetinde: Dünyanın En Tehlikeli Yakın Koruma Ekibinin İçindeki İnanılmaz Hayatım isimli kitap 2008 yılında basıldı. Biz de Batılı anlamda ifade özgürlüğü konusunda rüştünü ispat edemeyen Rüşdi’ye oldukça ‘Batılı’ bir teselli vererek yazıyı bitirelim: “Altı üstü bir kitap şekerim, sıkma canını.”
Not: Eski Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Zeki Baştımar’ın yıkılmaya yüz tutan evini koruma kapsamına aldıran Ak Parti Milletvekili Cevdet Erdöl’ü bu hakkaniyetli tutumundan ötürü tebrik ederim.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT