1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Resmi ideoloji olarak Kemalizm'in entelektüel kaynakları
Resmi ideoloji olarak Kemalizm'in entelektüel kaynakları

Resmi ideoloji olarak Kemalizm'in entelektüel kaynakları

Şükrü Hanioğlu resmi ideoloji olarak Kemalizm'in entelektüel kaynaklarını incelerken Atatürk'ün biyografisini merkeze alıyor.

30 Ekim 2023 Pazartesi 18:15A+A-

Şükrü Hanioğlu / Fikir Turu

Atatürk’ün düşünce yapısı ve entelektüel birikimi cumhuriyeti nasıl şekillendirdi?

Çok sayıda biyografisine ek olarak, değişik hususiyetleri üzerine sayısız kitap ve makale kaleme alınan Atatürk’ün entelektüel birikim ve tercihlerinin, tekrarlanan sığ ezberler dışında göz ardı edilmesi ilginçtir. Aynı yorumu söylem düzeyinde kutsanan, bâzen kapsama alanı ve derinliğini artırmak için “felsefe” olarak tanımlanan “kurucu ideoloji” için de yapmak mümkündür.

Günümüzde sıklıkla dile getirilmekle kalmayarak, anayasa metinlerine de giren, “Atatürk milliyetçiliği” gibi kavramsallaştırmalar, gerçekte, kurucu liderin yaklaşımlarıyla ilişkisi son derece zayıf, güncel beklentileri cevaplamayı hedefleyen içeriklere sahiptir. Benzer şekilde, “kurucu felsefe/ideoloji” veya “kurucu ayarlar/değerler”e yapılan atıflar da Atatürk’ün toplum tasavvurundan bağımsız şekilde inşa edilen projelere göndermelerde bulunur.

Bu açıdan bakıldığında, Atatürk’ün geliştirdiği dünya görüşü ve millet inşa edilmesi sürecinde ortaya koyduğu entelektüel faaliyetin değerlendirilmesi, sadece literatürde görülen önemli bir eksikliği doldurmayı değil, gündemimizden hiç düşmeyen, ama içi doldurulamayan “kurucu ideoloji”nin gerçek niteliğinin anlaşılmasını da sağlayacaktır.

Atatürk ve kurucu ideoloji

Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşu sonrasında bir yandan örnek alınan Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin1 inşa ettiği türde bir Cumhuriyet kültü ve ona bağlılık çerçevesinde şekillenen bir “cumhuriyetçi ruh” yaratılmaya çalışılırken öte yandan da “Mustafa Kemal Cumhuriyeti” veya “Atatürk Cumhuriyeti” benzeri kavramsallaştırmalar geliştirilmesi şaşırtıcı değil.

Kurucu liderin sağlığında dile getirilmeye başlanan böylesi cumhuriyet tanımlarını sadece Atatürk etrafında yaratılan kült ile açıklamak, bunda doğruluk payı bulunmakla birlikte, indirgemeci bir yaklaşım olur.

Atatürk’ten soyutlanamayan “cumhuriyet”in varlığı büyük çapta vizyoner bir liderin, kendi imajında ve düşüncesinde bir millet inşa etme faaliyetinin neticesidir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, kurucu ideoloji ile kurucu liderin düşünceleri, tezleri ve öngörüleri arasında bu denli paralellikler bulunan diğer bir örnek bulabilmek oldukça zordur.

Bu olgu, şüphesiz, Atatürk’ün entelektüel ilgi alanları, birikimi ve tercihlerini daha da önemli kılar. Bir anlamda, bunlar, sadece bir kurucu liderin programının düşünsel arka planını değil, bir kurucu ideolojinin temel dayanaklarını da ortaya koyar. Bunda, Atatürk’ün geliştirdiği dünya görüşüne uygun bir tasavvurun hayata geçirilmesini tek seçenek olarak görmesi ile siyaset üzerinde Erken Cumhuriyet döneminin ilerleyen yıllarında kurduğu tekelin önemli payı vardır.

Cumhuriyet kurucusu, döneminin önemli akımlarından Marksizme ilgi duymamış, sosyalizmi “milliyetçi” kimliğiyle eleştirmekle kalmayarak; onun “safsata” olduğunu dile getirmiş; buna karşılık, tarihin gideceği istikameti kavrama ve toplumsal evrim kanunlarını sahiplenme alanında Marksistlerinkine benzer bir yaklaşım geliştirmiştir. Bu tarihselci tavır, köşeleri kapalı, tartışılmaya kapalı bir tasavvur şekillendirmiş, Atatürk’ün siyaset üzerindeki belirleyiciliği ise bunun yeni devletin resmî ideolojisi haline gelmesinin önünü açmıştır.

Atatürk’ün ideal toplum tasavvuru nasıl şekillendi?

Burada, Atatürk’ün entelektüel faaliyeti ile geliştirdiği ideal toplum tasavvuru arasındaki ilişkinin karakterine dikkat çekmek gerekir.

Cumhuriyet kurucusu belirli konular üzerine yaptığı okumalar neticesinde tasavvur geliştiren bir lider olmamıştır. Bunda, özgün bir siyasî ve felsefî düşünce akımını benimsememesi, onun takipçisi haline gelmemesi önemli rol oynamıştır. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, o, pozitivist kuram etkisinde toplum tasavvurları ve siyasetler geliştiren Orta ve Güney Amerika liderleri veya Marksist teoriye uygun tasarımlar şekillendiren siyasetçiler benzeri bir kişilik değildir. Bu açıdan, kendisinin okuduğu eserler ile ortaya koyduğu siyasetler arasında, diğer benzer örneklerde gözlemlenenden farklı bir ilişki söz konusudur. Atatürk, yüksek beğenisine mazhar olan ve temel tezlerini lise ders kitaplarına koydurarak yeni nesle benimsettirmek istediği, ünlü bilimkurgu ve genel tarih yazarı H. G. Wells’in The Outline of History ve tanınmış İtalyan Doğubilimci Leone Caetani’nin Annali dell’Islām eserlerinin tercümelerini (Cihan Tarihinin Umumî Hatları ve İslâm Tarihi başlıkları altında Türkçeye çevrilmişlerdir) okuduğunda dahi “yeni” ve “farklı” yaklaşımlar geliştirmemiştir.

Bu alandaki okumaları, böylesi etkiler yaratmak yerine, geliştirmiş olduğu dünya görüşünü tahkim etme, onu “bilimsel” çerçevelere yerleştirme alanında hizmet sunmuştur. Bir anlamda, Atatürk, çocukluk ve gençlik çevresinden, Osmanlı askerî eğitiminin benimsettirmeye çalıştığı değerlerden, 1883 sonrasında hayata geçirilen askerî ıslâhât sonrasında şekillenen Goltz kuşağı subaylarının içselleştirdiği toplumsal rol anlayışından, asır sonu entelektüel tartışmasının toplumundaki yansımalarından, II. Abdülhamid dönemi fikir dünyasından, Jön Türklüğün egemen yaklaşımlarından, İttihadçılığın temel tezlerinden etkilenerek bir dünya görüşü2 ve hayat felsefesi geliştirmiş, tasavvurunu da bu temel üzerine inşa etmiştir.

Atatürk’ün dünya görüşü nasıl oluştu?

Dolayısıyla, bilhassa 1920’li yıllarda ivme kazanmaya başlayan, 1930’larda ise zirve noktasına ulaşan yoğun okumaları, sahip olduğu dünya görüşünü değiştirerek yeni ve farklı bir tasavvur geliştirmesi neticesini doğurmamış, bunun düşünsel altyapısının güçlendirilmesi işlevini görmüştür. Atatürk, okuyarak tez geliştiren bir lider olmamış, geliştirdiği tezleri destekleyecek kanıtlara ulaşmak amacıyla okumalar yapmıştır, ki bunların yoğunluğu belirli dönemlerde şaşırtıcı seviyelere ulaşmıştır.

Bunun, kurucu liderin sahiplendiği dünya görüşünün kaynaklarını daha da önemli kıldığı şüphesizdir. Ancak, ele almaya çalıştığımız “dünya görüşünün”3 değişik etkiler altında bâzıları birbiriyle çelişen yaklaşımlar çerçevesinde şekillenen, muğlâk ve büyük soruları cevaplama temelli olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Diğer bir ifadeyle, Atatürk kendisine siyasî bir pratik sağlayan, Marksizm benzeri bir kuramdan yola çıkarak toplumsal tasavvur ve siyasalar şekillendirmemiştir. Dünya görüşünün karakter ve kapsamı, eklektik karakteri ve pragmatik vurguları güçlü bir projenin, bizzat liderin dokunuşlarıyla şekillenmesi neticesini doğurmuştur.

Atatürk’e yaşamı süresince kılavuz hizmeti gören bu dünya görüşü, belirttiğimiz gibi okumalardan ziyade içinde bulunulan çevre, zamanın ruhu ve egemen görüşleri ile ait olunulan siyasî hareket ve örgütlenmelerden esinlenmiştir. Selânik’te geçen çocukluk ve gençlik yılları, Tanzimat sonrası Osmanlı toplumunu kutuplaştıran “eski-yeni” çatışmasını birinci elden yaşama ve gözlemlemesine, bunlardan ikincisine yönelik güçlü bir taraftarlık geliştirmesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra, Tanzimat ricâlinin “eski” ile “yeni”nin beraberce yaşamalarına müsaade eden ve “Mekteb-Medrese” ikiliği üzerinden tartışılan düalizmini anlamsız bularak “eski”yi ortadan kaldırmayı hedefleyen yaklaşımlara katılmış, hayatı boyunca, estetik modernleşmenin toplumsal dönüşüm ve ilerlemeyi sağlayacağını düşünmüştür.

Benzer şekilde, 1878 Berlin Kongresi kararları sonrasında çetrefil bir soruna dönüşen ve dünyanın o zamana kadar gördüğü en kapsamlı gerilla savaşının yaşandığı Makedonya’nın, Selânik ve Manastır benzeri şehirlerinde geçen yılları ve askerî eğitiminde Süleyman Paşa sonrasında benimsenen tarih anlayışıyla karşılaşması, Osmanlı entelektüel mehâfilinde ivme kazanan ve Türk olmayan Osmanlı anâsırının imparatorluğa bağlılığını sorgulayan rüşeym halindeki Türkçülük akımına yöneliminde önemli rol oynamıştır.

Atatürk’ün notlarında ve ondan aktarılan konuşmalarda dile getirilen görüşlerinde resmî ideoloji “Osmanlılık”a yapılan atıflar neredeyse yok gibidir. Buna ilâveten, sadece Osmanlılığa sadakatleri ciddî biçimde sorgulanmaya başlanan Hıristiyan anâsıra değil, rejimin “İttihad-ı İslâm” ideali çerçevesinde bir arada tutmak istediği Arnavut ve Araplar benzeri Müslümanların çoğunluğunu oluşturduğu unsurlara yönelik olarak da eleştirel görüşler geliştirmiştir. Bu ise kendisinin, yükselişe geçmesine karşılık, resmî siyasetin de etkisiyle entelektüel ve siyasî tartışmada arka planda kalan Türkçülüğü, toplumun büyük kesiminin Osmanlılık ve Müslüman unsurların dayanışması yaklaşımlarına bağlılığı sürdürdüğü bir dönemde benimsediğini ortaya koyar.

Bundan da önemlisi, onun Türkçülüğün, 1903 yılında Mısır’da neşrine başlanan Türk dergisinin savunduğu, seküler kanadının tezlerini içselleştirmesidir. Dinden bağımsız ve İslâmiyeti Türklerin gerilemesinin önemli nedenlerinden biri olarak gören bu Türkçülük, ana akım hareket içinde azınlıkta kalmış ve 1908 sonrasında iktidara gelen İttihad ve Terakki tarafından işlevselleştirilemeyecek bir yaklaşım olarak mütâlâa olunmuştur. Örgüt içinde bunu benimseyenler yok değildir; dolayısıyla, Mustafa Kemal’in tercihi bütünüyle istisnâî bir davranış olarak nitelenemez. Ancak, seküler Türkçülük, İttihad ve Terakki yönetimi tarafından radikal özellikleri ve dine yönelik tezleri nedeniyle kullanılması mümkün olamayan bir milliyetçilik yorumu olarak görülecektir.

Atatürk’ün kendisine biçtiği toplumsal rolü belirlemesi alanında ise 15 yıldan uzun bir zaman – aralıklarla ve değişik vazifelerle on sekiz yıl Osmanlı ordusuna hizmet sunan Alman general Colmar Freiherr von der Goltz’un, askerî liderlere hızla “Millet-i Müsellâha” (Silahlanmış Millet) biçimini aldığını ileri sürdüğü modern toplumda yüklediği vazifeler önemli rol oynayacaktır. Dönemin diğer Osmanlı subayları gibi, o da kendisini topluma yol göstermesi gereken bir önder olarak görmüş, yakın arkadaşı İnönü’nün ifadesiyle, üniformalı bir vatandaş olmanın oldukça ötesine geçen bir “içtimaî mürebbi” rolünü içselleştirmiş; pek çok silah arkadaşı gibi, bu görevini, asır sonu Osmanlı entelektüel mehâfiline derinliğine nüfûz eden kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Fransız sosyolog ve antropolog Gustave Le Bon’un öngördüğü şekilde, “yukarıdan aşağıya,” kendi ifadesiyle “bir Coup (Darbe)” şeklinde icra etmenin en kestirme ve etkili yöntem olduğunu varsaymıştır. Bu açıdan bakıldığında, ülkesinin yönetim dümenine geçtiğinde uygulamaya koyacağı içselleştirilmiş Oryantalist projenin seçkinci yöntemini gençlik yıllarında belirlemiştir.

Din-bilim çatışmasında bilimci dünya görüşü

Cumhuriyet kurucusu, bunların yanı sıra ikinci kuşak bir Jön Türk ve Terakki ve İttihad /İttihad ve Terakki Cemiyeti mensubu olarak söz konusu hareket ve örgütün temel yaklaşımlarını belirlemiş bir birey olmuştur. Burada en önemli etkinin, ana akım Jön Türklüğün, asır sonu küresel entelektüel tartışmanın merkezinde yer alan popüler materyalist, “din-bilim çatışması” ve deneysel bilimin üstünlüğü temelleri üzerinde yükselen “bilimci” dünya görüşünü benimsemesinden kaynaklandığını belirtmek gereklidir.

Atatürk, 19. yüzyıl bilimsel materyalizminin en önde gelen isimlerinden Alman tıp profesörü ve düşünür Ludwig Büchner’in dönem vülger4
materyalizminin kutsal kitabı haline gelen Kraft und Stoff (Türkçeye Madde ve Kuvvet başlığı altında çevrilmiştir) eserinin en veciz özetini sunduğu, deneysel bilimin geleceğin toplumunun yegâne yol göstericisi olacağı yaklaşımını, ki ünlü vecizesi, “hayat içün . . . en hakikî mürşid ilimdir, fendir,” bunu dile getirir, yaşama bakışı kadar toplumsal dönüşüm projesinin de temel taşı haline getirecektir. Kendisi, Alman vülger materyalizminin önde gelen düşünürleri Büchner ve Ernst Haeckel’in eserlerini gözden geçirmiş, ama, pek çok nesildaşı gibi özgün bir yaklaşımdan ziyade asır sonu Osmanlı mehâfilinde etkili olan “bilimci ve maddeci ruh”u içselleştirmiştir. Bu “ruh,” deneysel çalışmayı merkezine alan asır sonu bilimciliği kadar, on sekizinci yüzyıl Fransız felsefî materyalizmi, pozitivizm, Draper’in “din-bilim çatışması” tezi ve entelektüel ortamı kuşatan Darwinizmden de etkilenen bir alaşım niteliği taşımıştır.

Batıcı, Türkçü, bilimci ve elitist bir dünya görüşü

Atatürk, bu çerçevede, tekil medeniyeti aktarma temelli Batıcı, Türkçü, bilimci ve elitist bir dünya görüşü geliştirmiş, kendisinin buna dayalı bir dönüşümü hayata geçirmekle yükümlü olduğunu varsaymıştır.

İkinci Meşrutiyet döneminin iki önemli hareketi olan Garpçı ve Türkçü akımların ortaya koyduğu temel tezlerin, bu dünya görüşünü ete kemiğe büründürerek, “kuram”dan “siyaset”e dönüştürme alanında yararlı olacaklarını düşünen Atatürk, bilhassa Kılıçzâde İsmail Hakkı (Kılıçoğlu)’nun, Erken Cumhuriyet reformlarının taslağı niteliğindeki modernleşme programı ile Ahmed Agayef (Ağaoğlu)’nun, Türklerin parlak tarihini erken çağlara taşımanın ve öncü medeniyetlerin “Turanî” kökenli olduğunu kanıtlamanın önemine işaret eden seküler Türkçü analizleri benzeri görüşlerden etkilenmiştir.

Ancak, bunların tümünün, kendisinin geliştirdiği dünya görüşünü tahkim eden yaklaşımlar olduğu gözden kaçırılmamalıdır. O, bu çerçevede, İkinci Meşrutiyet Dönemi Garpçılık ve Türkçülüğünden seküler, modern, dinin arka plana itileceği, Türklerin amansız Sosyal Darwinist mücadelenin tasfiye edilenleri arasında kalmamasını sağlayacak bir programın ana hatlarını çıkarmıştır.

Geçiş döneminde farklı idealleri sahiplenme

Harb-i Umumî sırasında değişik cephelerde gösterdiği askerî başarılar, Mustafa Kemal’i bilinmezliklerle dolu mütareke döneminin lider adayları arasına sokmuştur. Ancak, onun kafasındaki ideal toplum ile başına geçmek istediği hareketin hedef ve talepleri arasında önemli farklar bulunmuştur. Atatürk, cezalandırma temelli dayatma barışa yönelik toplumsal tepkiyi örgütleyerek, onun liderliğine geçme girişimini başlattığında, sahiplendiği dünya görüşünden çok farklı idealleri benimsemiş bir kitlenin idaresi benzeri fazlasıyla zor bir projeyi üstlendiğinin bilincinde olmuştur.

Kongreler sürecinde “aşağıdan yukarıya” şekillenen, “demokratik” karakterli, ideolojik motor gücü imparatorluğun elde kalanında “İttihad-ı İslâm” tesis etmeyi hedefleyen “Müslüman milliyetçisi” taban, şüphesiz, onun dünya görüşüyle zıt idealleri sahiplenmiştir. Bunun yanı sıra Bolşeviklerin askerî, diplomatik ve malî yardımlarına ek olarak başta Hindistandakiler olmak üzere dünya Müslümanlarının bağışlarıyla sürdürülen bir savaşı yönetmesi, Atatürk’ün benimsemediği hattâ gerçekte şiddetle karşı çıktığı düşünceleri savunmasına neden olmuştur.

Güçlü bilimci, Türkçü, Garbçı, seçkinci vurgular içeren bir dünya görüşüne sahip olan ve toplumunu bu çerçevede dönüştürmek isteyen lider, bu süreçte, Müslüman milliyetçisi, gerekli gördüğünde İslâmcı, toplumunu Batı’nın kültürel etkisinden korumayı amaçlayan muhafazakâr ve halkın karar alma sürecine doğrudan katkı vermesini talep eden demokrat gibi konuşmak zorunda kalmıştır.

Bu dönemde kullandığı ifadelerden yola çıkarak, onu Marksizmin nihâî zaferine inanmış bir Bolşevik, İslâmcı modernizm hareketi öncülerinden Mısır Müftüsü Muhammed Abduh’un izinde giden bir İslâmcı modernist veya ABD Başkanlarından Abraham Lincoln’ün Amerikan tarihinin en önemli konuşmalarından biri olarak bilinen Gettysburg Konuşması’ndaki “halkçılık” tanımını benimsemiş bir katılımcılık savunucusu olarak resmedebilmek mümkündür. Gerekli gördüğünde, bunların bâzılarını harmanlayarak, “Millî Komünizm” savunucusu Mîr Said Sultan Galiev benzeri bir Cedîdci-Komünist uslûbunda fikirler de beyan etmiştir. Buna karşılık, bu, onun “kendisi olamadığı,” gerçek fikirlerini özgürce dile getiremediği bir geçiş dönemidir.

Kuruluşun entelektüel altyapısı nasıl hazırlandı?

Atatürk, tabanın “Mücahede-i Milliye” diğer bir ifadeyle ümmetin cihadı olarak gördüğü, kendisinin ise Türklerin Sosyal Darwinist “Mücadele-i Milliye”si olarak kavramsallaştıracağı İstiklâl Harbi zaferle neticelendiğinde, değiştirmediği ancak açıkça dile getiremediği dünya görüşüne dayanan “devlet kurma” ve “millet inşa etme” faaliyetine girişecektir. Bu alanda, vefatına kadar devam eden girişimleri, yoğun bir entelektüel faaliyet içine girmesine ve kapsamlı okumalar yapmasına neden olacaktır.

Aslında cumhuriyet kurucusu, lider rolünü üstlendiği 1919-22 döneminde de iki alanda kapsamlı okumalar yapmıştır. Bunlardan birincisi, yönettiği tabanın taleplerini İslâmî söylemle cevaplamayı ve zafer sonrasında tasfiye etmeyi düşündüğü saltanatı hilâfet kurumundan ayırma projesinin kuramsal çerçevesini hazırlamayı hedeflemiştir. Bunu yaparken güvendiği ulemâ temsilcileriyle görüşmeler yapmış ve erken dönem İslâm tarihi üzerine yoğunlaşmıştır.

Bunun yanı sıra gençliğinde ilgi duyduğu Rousseau eserlerini ve “kuvvetler ayrılığı-birliği” tartışmalarını ele alan anayasa hukuku eserlerini gözden geçirmiştir. Ancak, bunları gerçekleştirirken gözettiği hedef, anılan konulardaki bilgisini ilerletmek değil, siyasî hamlelerinin düşünsel altyapısını oluşturmak ve projesini hayata geçirmek için gerekli gördüğü güç temerküzünü sağlamak olmuştur. Diğer bir ifadeyle, “kuvvetler birliği” ilkesini sahiplenmesi ve hararetle savunması, Rousseau’nun Contrat social (Mukavele-i İctimâ‘iye/Toplumsal Sözleşme) eserini okuması neticesinde verdiği bir karar değildir. Bu tetkikleri, “kuvvetler birliği”nin arzu ettiği siyaset yapma tekelini sağlayacak en iyi sistem olduğunu varsaydığından yapmış ve modern çağda “doğrudan demokrasi”yi uygulayabilen bir sistem geliştirme iddiasını ortaya koymuştur. Büyük ihtimalle, bunun mevcut gerçeklikle uyuşmadığının bilincinde bulunmuştur.

Kurduğu yeni-ulus devletin yapısı ve temel ilkelerini şekillendirir, inşa edeceği milletin kimlik ve aidiyetlerini geliştirirken de aynı yönteme başvuracaktır. “Saltanat ile hilâfet”in ayrılması tezini ulemâ temsilcilerinden yardım alarak savunurken, Türkçü-İslâmcı bir analiz yapmış, bunu da bilgisine sunulan İslâm tarihi çalışmalarıyla, dönemin önde gelen Türkologlarından Léon Cahun ve Necib Âsım (Yazıksız)’ın Türklerin tarihi konulu eserlerine dayandırmıştır. Bu, bir anlamda, İslâmî kaynakları kullanarak yaptığı son analiz olmuştur. Daha sonra hilâfetin ilgası tartışmalarında görüldüğü gibi bu alanda okumalar yapmak yerine, kendi görüşlerini bilimsel çerçevelere yerleştirecek destekçilerini (Örneğin, hilâfetin kaldırılması gerekçelendirirken Adliye Vekili Seyyid Bey’in vazifelendirilmesi gibi) devreye sokacaktır. Buna karşılık, İslâmiyetin doğuş, gelişim ve temel ilkeleri üzerine Batı kaynaklarını okumayı sürdürecek, ders kitaplarına koyularak yeni nesillere bu alanda benimsettirilecek görüşler üzerinde çalışacaktır. Bu faaliyeti gerçekleştirirken, konu üzerine geliştirilmiş Oryantalist tezleri eleştirel-tarihsel yaklaşım çerçevesinde yeni ufuklara taşıyan Caetani’nin eserine dayanacaktır. Burada, söz konusu entelektüel faaliyetin amacının, yeni bir İslâm tarihi anlayışı ortaya koymak olmadığını belirtmek gereklidir. Dönem Garbçılarının ısrarlı talepleri üzerine yaptırttığı, Annali dell’Islām tercümesi, Mustafa Kemal’in konu üzerine mevcut görüşünü değiştirmiş değildir. Ancak, bunun, o zamana kadar kaleme alınmış en kapsamlı eserlerden birine dayandırılması, onu tahkim etmiş ve bilimsel olduğu varsayılan bir çerçeveye yerleştirmiştir.

Atatürk, bilimci idealleri içselleştirmesini istediği yeni neslin, evrenin oluşumundan yaşam biçimlerinin şekillenmesi ve evrimine, din kurumunun doğuşundan medeniyetin gelişimine ulaşan konulara bakışını belirleme hedefli entelektüel çalışmalar da gerçekleştirmiş ve bilhassa Wells’in asır sonu popüler materyalizmi ile Darwinizmini yeni çağa taşımayı hedefleyen mega anlatısından yararlanmıştır.

Cumhuriyet kurucusu, bu konudaki okumalarını, evrenin oluşumu ve yaşamın şekillenmesi konularında yeni tezler ileri sürmek için yapmamıştır. Amacı, sahip olduğu dünya görüşünü tahkim edecek ve “bilimsel” çerçeveye sokacak “kanıtlar” bulmak ve buna dayalı anlatı geliştirmek olmuştur. Son tahlilde, nihâî amacı, yeni neslin kendisinin sahip olduğu bilimci dünya görüşünü içselleştirmesidir.

Tarih tezinin amacı ve kaynakları

Benzer bir yorum en önemli entelektüel faaliyet alanı olarak gördüğü ve zamanının büyük bir bölümünü hasrederek üzerine yoğun okumalar gerçekleştirdiği tarih ve dil tezleri için de yapılabilir.

Atatürk, inşa ettiği milletin üyelerine yeni bir “kimlik”, “aidiyet” ve “parlak geçmiş” sunmak istemiştir. Sahip olduğu güçlü bilimci ve Türk milliyetçisi yaklaşımlara dayanan söz konusu dil ve tarih tezleri, medeniyet kurucusu ve taşıyıcısı bir ırk yaratmak hedefiyle iki savaş arası dönemin en radikal kuramlarından birini geliştirmiştir.

Dönemin, popüler antropoloji okullarından Kulturkreise/Kulturkreislehre (Kültür Çevreleri/Kültür Çevreleri Kuramı)’nın, uygarlıkların sınırlı sayıda bölgede doğduğu ve antik ve modern tüm toplumların bu merkezlerde oluşarak “dağılan” medeniyetlerden izler taşıdığı tezinden yola çıkan Atatürk, medeniyet kurucusu ve taşıyıcısı kimliği vermek istediği milletinin bir neolitik çağ “mission civilisatrice”i icra ettiğini kanıtlamak için antropolojiden prehistoryaya, paleolinguistikten tarihe, arkeolojiden kültürel coğrafyaya ulaşan disiplinlerde çok sayıda eser okuyarak mega bir tarih kuramı geliştirmiştir.

Organizasyon ve çalışma planlarını bizzat belirlediği Tarih Kongreleri (bunların söz konusu hedefe odaklanan ilk ikisi 1932 ve 1937 yıllarında Atatürk’ün sağlığında toplanmıştır) ile son şekli verilen Türk Tarih tezi, proto-Türklerin 9000 yıl önce, “medeniyetlerinin tohumları ile birlikte dört bucağa” yayıldığını ileri sürmüştür. Yüksek kültür, “zekâ” ve gelişmiş silah teknolojisine sahip, alâmet-i farikaları olan brakisefal kafataslarıyla düşük ırkların mensuplarından ayrılan bu atalar, karşılaştıkları ilkel yerlilerle çarpışarak onları ya başka yerlere sürmüşler ya da aralarına karışarak medenileştirmişlerdir. Çin, Hindistan, Mısır, Mezopotamya ile “hayalî bir Grek medeniyeti”ne bağlanan Lidya ve Frigya gibi uygarlıklar, proto-Türkler tarafından kurulmuş veyahut onların 7000 yıl önce otokton halk olarak yerleştikleri Anadolu’da daha sonra tesis ettikleri Hitit uygarlığının ürünü olarak doğmuşlardır. Dolayısıyla, modern Türkler medeniyet kurucusu bir ırkın torunlarıdır.

Belirttiğimiz gibi Atatürk bu tezi geliştirebilmek için değişik disiplinlerde yoğun okumalar yapmış, farklı dillerdeki çalışmalar kullanımı amacıyla tercüme edilerek görüşüne sunulmuştur. Ancak, bunun bir tarih çalışmasına indirgenmesinin anlamlı olmadığı açıktır. O, böylesi bir hedefe değil, Türklere yeni ve “Osmanlı” ve “İslâmiyet” öncesine giden bir “kimlik” sunmaya ve “aidiyet” aşılamaya, onlara neolitik çağa kadar giden bir “parlak geçmiş” yaratmaya odaklanmıştır. Metodu, seçici okumalar aracılığıyla tezini destekleyecek kanıtlar bulma, ona aykırı anlatımları göz ardı ederek ortaya koyduğu iddiayı bilimsel bir çerçeveye yerleştirme olmuştur. Bunu yaparken, mevcut kaynakların hepsinden yararlanmaya çalışmış, dönemin öne çıkan eserleri kadar sözde bilimsel fantastik arkeoloji kuramlarına dahi başvurmakta beis görmemiştir.

Güneş-Dil teorisi kuramını hangi okumalar destekledi?

Aynı amaca yönelik olarak değişik mehazlara dayanan dilbilimi çalışmaları yaparak Güneş-Dil teorisi kuramını geliştiren Atatürk, daha sonra usanmadan başta proto-Türkçeye en yakın dil olduğunu varsaydığı Yakut dili olmak üzere değişik lugatlardaki kelimelerden yola çıkarak, tüm lisanların Türkçeden türediğini kanıtlamaya çalışmıştır.

Bu alanda da geniş bir bilgi havuzundan yararlanmış, Alfredo Trombetti, Nikolai Yakovleviç Marr ve Joseph Vendryes benzeri yaklaşımları ilgi gören dilbilimciler kadar, Hermann Feodor Kvergić benzeri amatör kuramcıların çalışmalarından da yararlanarak dillerin kaynağı ve psikolojisi alanında mega bir kuram geliştirmiştir.

Burada da amaç, dillerin doğuş ve evrimi hakkında yeni bir teori ortaya koymak olmamış, Türklere medeniyet kuruculuğu bahşeden meta anlatı tahkim edilmeye çalışılmıştır. Atatürk bu alandaki iddialı tezini, bir tarihçi ve dil uzmanı olarak değil, milliyetçi bir siyasetçi ve devlet kurucusu kimliğiyle şekillendirmiştir.

Entelektüel faaliyetinin merkezinde yer almayan siyaset

Atatürk’ün siyaset alanındaki okuma ve analizleri bunlarla kıyaslanamayacak ölçüde sınırlıdır. Onun için siyaset, dümenine geçtiği büyük dönüşüm programının aracı niteliği taşımış, bu alandaki önceliği söz konusu projeyi hayata geçirmek için gerekli güç temerküzünün sağlanması olmuştur.

Fransız siyasî partileri, faşizm, liberalizm, ihtilâlci sendikalizm, sosyalizm benzeri kurumlar ve düşünce akımları üzerine yaptığı okumalar da bunlardan esinlenen bir parti ve siyasî sistem kurması neticesini doğurmamıştır.

Partisini, işleyişini içeriden gözlemlediği örnek olan eski örgütü İttihad ve Terakki’nin “Şefli” biçimi olarak yapılandıran Atatürk, ilerleyen yıllarda iki savaş arası otoriterlik biçimlerinin doğrudan aktarımını tavsiye eden yakın arkadaşlarına katılmamıştır.

O, modern Osmanlı toplumunun egemen siyaset biçimi olan yeni patrimonyalizmi sürdürürken, 1931 sonrasında geçilen örgütlü otoriter ideokrasiyi de İttihad ve Terakki’nin, Bâb-ı Âlî Baskını (1913) sonrasındaki girişimlerinden esinlerek yönetmeyi uygun görmüş; buna karşılık, söylem düzeyinde “Yeni Türkiye”nin bir demokrasi olduğu iddiasını, bunun olgularla çeliştiğini görmesine karşın sürdürmüştür.

Atatürk, kurucu ideoloji ve bugün

Atatürk vizyoner bir kurucu lider olarak, dünya görüşüne uygun ilkeler çerçevesinde işleyen modern bir ulus-devlet, değerlerini ve aidiyetlerini paylaşan toplum üyelerinden oluşan bir millet inşa etme projesiyle yola çıkmış; siyaset yapımı üzerindeki mutlak belirleyiciliği, bu alanda taviz vermeden hareket etmesini, tasavvurunu bağdaştırmalar yapmadan şekillendirebilmesini mümkün kılmıştır.

Buna karşılık, radikal projesi vefatından itibaren kapsamlı değişiklikler geçirmiş, günümüzde ise ona sıklıkla yapılan atıflara karşılık bütünüyle rafa kaldırılmıştır. Örneğin, Atatürk’ün milliyetçilik alanında geliştirdiği yorumun, günümüzde “Atatürk milliyetçiliği” olarak atıfta bulunulan kavramsallaştırma ile ilişkisi yoktur.

Onun entelektüel faaliyetinin önemli hedeflerinden biri olan “kopuş” reddedilmiş, “ethnos”un “parlak geçmişi” prehistoryadan bilinen, onun Türk tarihinin karanlık parantezi olarak gördüğü dönemlere taşınmıştır.

Benzer şekilde, kendisinin bilimcilik merkezli yeni toplum projesinde “din”e tanınan alan ve verilen vazifelerin bu alandaki güncel gerçeklikle benzerliği bulunmamaktadır. Bunların yanı sıra, “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma” söyleminin yoğun biçimde kullanımına karşılık, tekil “modernlik”in aktarımı temelli ve yaşam tarzı öncelikli medenileşme projesi bütünüyle bir kenara bırakılmış durumdadır.

İlginç olan, kurucu liderin entelektüel faaliyetinin merkezinde yer almayan siyaset konusundaki tercihlerinin günümüzde de sürdürülmesidir. Ancak, bu onun “emanetine sadakat” veya “kurucu felsefe”yi sahiplenme arzusundan ziyade, yeni patrimonyalizm temelli otokratik siyasetin, toplumumuzda Osmanlı son dönemini de kapsayan şekilde egemen siyaset biçimi olmasından ve kendisini değişik biçimlerde yeniden üretmesinden kaynaklanmaktadır.

Bu olgu çerçevesinde, Atatürk’e ve onun projesinin entelektüel altyapısına yönelik atıflar, logokratik (söze dayalı yönetim) bir söylemin bilinçsizce tekrarı yahut egemen siyaset uygulamalarına yönelik şikâyetlere meşruiyet sağlama girişimleri olmanın ötesinde anlam taşımamaktadır.

Şüphesiz, Türkiye’nin yüz yıl önce geliştirilen ve asır sonu düşüncesi ile iki savaş arası dönem gerçekliğinden fazlasıyla etkilenen bir projeyi, “olduğu gibi” sahiplenmesi, tartışmaya açmayı reddederek kutsamakla yetinmesi anlamlı değildir.

Ancak, onun tartışmaya açılabilmesi, her şeyden önce, “anlaşılması” ve “tanımlanması”na bağlıdır. Bu ise ancak “tarihî Atatürk”ün dünya görüşü ve entelektüel faaliyetinin ortaya koyulmasıyla mümkün olabilecektir.

HABERE YORUM KAT

3 Yorum