Resmi ideoloji ile hesaplaşmadan 12 Eylül bitmez!
12 Eylül Darbesi Türkiye’deki müesses nizamın hakimiyetini daha da pekiştirmesinden başka bir şey değildir!
HAKSÖZ HABER
Türkiye’deki askeri darbeleri bir süreklilik içerisinde değerlendirmezsek ortaya oldukça sorunlu bir tarih-toplum değerlendirmesi çıkacaktır. TSK’nın darbeci kimliği kurucularının İttihatçılığıyla yakından ilişkilidir.
Komitacılık olarak ifade edilen ordu içindeki cuntacılığın bir gelenek olduğunu anlamak için Mehmet Ali Birand’ın “Demirkırat” isimli oldukça başarılı belgeselini izlemek dahi yeterli olacaktır. 27 Mayıs’ın başından sonuna kadar en etkin isimlerinden olan Cemal Madanoğlu bir askerin siyasilere nasıl baktığını ve ordunun devletle ilişkisine dair oldukça ehemmiyetli şeyler söylüyor:
“Bunlar dokununca devrilirler ve devrilecekler göreceksiniz...” Düşmana karşı ordusunun başındaki bir komutan edasıyla başında olduğu cuntaya seslenen Madanoğlu darbe yapmanın nasıl bir mantıkla mümkün olduğunu kanıtlayan şeyler söylüyor. 27 Mayıs gibi emir komutan zincirine uygun olmadan yapılan bir darbe dahi TSK içerisinde karşılık bulabilmektedir. 15 Temmuz’da bunun bir başka örneği olarak yakın tarihte cereyan etti…
12 Eylül ise başında Genelkurmay Başkanı’nın bulunduğu dünyadaki ve Türkiye’de konjonktür sebebiyle en fazla ses getiren darbe oldu. 27 Mayıs öncesinde toplumsal gerginlik ile 12 Eylül’de Türkiye toplumunun vaziyeti arasında önemli benzerlikler ve farklılıklar vardı. En büyük benzerlik ise darbeciler için vazgeçilmez bir konuma sahip olan statükonun devamı ve laikliğin teminat altına alınmasıydı.
Madanoğlu’nun konuşmasın Demokrat Parti’ye yönelik ilk suçlamasının “ezanın Arapçalaştırılması” şeklinde olması tesadüf değildir. 12 Eylül’de ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan Millî Güvenlik Konseyi sabah saat 04.00'te radyolardan yayımlanan bildiride devletin otoritesini yeniden tesis etmek için ne ile mücadele ettiklerini şöyle dikte ediyorlar:
"Yüce Türk Milleti,
Büyük Atatürk'ün bize emanet ettiği, ülkesi ve milletiyle bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti son yıllarda izlediğimiz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikrî ve fiziki haince saldırılar içindedir. Devlet başlıca organları ile işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumları ile devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine artırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür. Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek sistemli bir şekilde ve haince ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.
Aziz Türk Milleti,
İşte bu ortam içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünü ile el koymuştur. Girişilen harekâtın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, millî birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
12 Eylül’den sonra yaşanan ise her darbeden sonra yaşanan neyse oydu. Müthiş bir baskı ve yıldırma politikasıyla devlet tarafından toplum sindirildi. Farklı ideolojik kesimlerden yüzlerce insan hukuk dışı yargılamalardan geçti ve kimileri darbeciler tarafından katledildi.
Bu süreçten sonra sol örgütler ise 12 Eylül ile İslamcılar arasından ucuz ilişkiler kurarak 12 Eylül’de İslamcıların desteklendiği iddiasını dile getirdiler. Türk solunun kendisine yakışan bir şekilde başvurduğu bu ucuz iddiaların en büyük delili ise “din dersinin zorunlu hale getirilmesiydi". Din dersleri zorunlu kılınınca çok büyük bir değişiklik olmuş gibi hadiseyi abartarak köpürtenler Türkiye’de darbeciliğin kökenlerine dair esaslı bir bakış açısından uzaklar. Bahsedilen din derslerinin Kemalist müfredat tarafından oluşturulan din dersleri olduğunu görmezden gelenler darbecilerin din eğitimi devletin tahakkümü altına alan bu adımı üzerinden dezenformasyon oluşturmaktadır.
Türkiye askerler tarafından kurulan ve resmi ideolojisinin ismi dahi bir askerden teşekkül eden bir ülke. Kemalizm’in İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda düşmanlıkta hiçbir sınır göstermediği ise tarihin değişmez gerçekleri arasında. Basit bir “zorunlu din dersi” meselesinden hareketle bu tarz basit argümanlar oluşturmak Türkiye’deki darbeler arasındaki organik ilişkileri anlayamamak ya da gizlemeye çalışmakla yakından alakalı.
Bu bağlamda “12 Eylül İslamcıları destekledi” saçmalığını dile getirenlerin 27 Mayıs’a darbe bile demeyip “devrim” nitelemesi yaptıklarını göz ardı etmemek lazımdır. Ceren Kenar’ın konu hakkında detaylı çalışmasından ilgili kısmı aktarıyoruz:
1- Din dersleri ilk defa 12 Eylül’de gelmedi. Zaten vardı. Evet, seçmeli idi ama katılmayanlar dilekçe vermek durumundaydı ve bu yüzden hemen herkes katılıyordu (katılmak zorunda hissediyordu). 12 Eylül öncesi (yani din dersleri zorunlu değilken) din dersinden muaf olmak için başvuran öğrenci sayısına dair elimde net bir sayı veya istatistik yok. Lakin o döneme dair bireysel anlatılar bu sayının oldukça az olduğunu belirtiyor. Yani din dersinin zorunlu kılınması ile bu derslere katılımın kat kat arttığı iddiası gerçeği yansıtmıyor.
Kenan Evren zorunlu din dersini savunurken şöyle bir gerekçelendirme getirmiştir: “Din eğitimi çocuklara aile tarafından verilmez. Aslında aile bu eğitimi vermeye çalışsa bile, yanlış, eksik veya kendi bakış açısından öğretebilir; dolayısıyla bu uygunsuzdur... Size çocuklarınızı yasa dışı Kur’an kurslarına göndermemenizi daha önce de söylemiştim. Şimdi bunu anayasa hükmü haline getirdik. Artık din, devlet tarafından devlet okullarında öğretilecek. Şimdi biz laikliği çiğniyor muyuz, yoksa ona hizmet mi ediyoruz? Tabii ki hizmet ediyoruz. Laiklik Türk insanını dini eğitimden mahrum bırakıp, onu din istismarcılarının eline teslim etmek değildir...”
Bununla beraber içerik itibariyle de bu dersler yoğun bir Atatürkçü propagandayı içeriyordu. 90’ların başında bir Alman eğitimci heyetin incelemesinden sonra bu müfredatı Almanya’da uygulamayız, bu din bilgisi dersinden ziyade Kemalizm indoktrinasyonu dedikleri vakidir. Bu dönemde İslamcı aydın Abdurrahman Dilipak’ın din kültürü derslerinin içeriğine ilişkin kaleme aldığı “Bu Din Benim Dinim Değil” kitabı başlığı ile İslamcılar'ın zorunlu din dersine bakışını sarih bir şekilde göstermektedir.
Özetle “din dersi İslamcılığı güçlendirme zemini olarak kullanıldı iddiası” epey temelsiz bir iddiadır. Bu din dersleri ile hedeflenenin, Cumhuriyetin başından beri Diyanet projesinin de aslını oluşturan düzene ve Kemalizme uyumlu bir din anlatımı olduğu açıktır. Bununla beraber tek başına din dersleri İslamcılığı desteklemeye ve hatta üretmeye yetiyorsa, tamamen Kemalist içerikten oluşan eğitim müfredatı nasıl bireyle oluşturuyordur sorusu genellikle es geçilen bir noktadır.
12 Eylül'ün İslamcılığı Desteklediği İddiası
Netice olarak 12 Eylül de tıpkı 27 Mayıs, 28 Şubat gibi resmi ideolojinin güçlendirilmesi, geliştirilmesi ve yenilenerek topluma dayatılması için gerçekleştirilen bir darbedir. Türkiye toplumunun yukardan aşağıya dizayn etmek isteyenler darbelerle topluma kendilerini hatırlatmışlardır. Sindirilen Türkiye toplumu ise sesini dahi çıkartamamış ve Türkiye’nin kronik sorunları iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
12 Eylül darbesinin ardından Milli Güvenlik Konseyi (MGK) döneminde, 16.07.1982 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile kabul edilen yönetmeliğin 5. maddesinde şu ifade yer alıyor: "Kadınlar; elbise, pantolon, etek temiz, düzgün, ütülü, sade; ayakkabılar ve/veya çizmeler sade ve normal topuklu, boyalı; görev mahallinde baş daima açık, saçlar düzgün taranmış veya toplanmış; tırnaklar normal kesilmiş olur."
Diyarbakır Cezaevi’nde işlenen suçların PKK’nın ortaya çıkışı ve güçlenmesi nasıl tesir ettiğini artık Türkiye’de herkes biliyor. Kürt meselesinden başörtüsü sorununa kadar birçok konunun düğümlendiği 12 Eylül’ü gerçek anlamda tartışmak resmi ideoloji ile gerçekten yüzleşebilmekle mümkün olabilir. Bu noktada meselenin sadece "darbe Anayasası" tartışmasına indirgenmesi de hatalıdır. Resmi ideoloji ile yüzleşmeden yapılacak Anayasa, 12 Eylül Anayasası'nın farklı bir versiyonu olacaktır! Türkiye ise bırakın 12 Eylül’ü 15 Temmuz öncesi ve sonrasında yaşananları dahi doğru düzgün tartışamıyor. Darbeciliğin kodlarını inşa eden Kemalizm’i eleştirmek mümkün değilken darbeleri konuşmak da anlamsızlaşıyor!
HABERE YORUM KAT