Reşid Rıza’nın Hilafet, Osmanlı ve Abdulhamid Hakkındaki Görüşleri
Hayrettin Karaman, Yeni Şafak’taki köşesinde Reşid Rıza’nın hilafet, Osmanlı ve Abdulhamid hakkındaki düşüncelerini mercek altına alan bir yazı dizisi kaleme almış.
Yazı dizisinin şuana kadar yayınlanan üç bölümünü birleştirerek ilginize sunuyoruz:
R.RİZA, HİLÂFET VE ABDÜLHAMİD
HAYRETTİN KARAMAN / 25 AĞUSTOS 2019 / YENİ ŞAFAK
Bir tarihçimiz Reşid Riza’nın Abdülhamid’in hilâfetine karşı çıktığını ve Arap hilâfetini savunduğunu yazmış, bu iddiasını, R. Riza’nın el-Menâr’da çıkan bir makalesine dayandırmıştı. Geçen hafta bu makaleyi özetledim ve mezkûr iddialara mesnet olacak bir ifadesinin bulunmadığını gösterdim. Bu arada R. Riza’nın hem Abdülhamid hem de hilâfet konularındaki düşüncesini başka yazılarıma bıraktım.
R. Riza’nın hayatını, düşünce ve İslâmî hareketteki yerini merak edenlere benim, “Gerçek İslâm’da Birlik” kitabımın girişini kaynak gösterdim. Geniş bilgiyi yine oraya havale ederek hilâfet ve Abdülhamid konusundaki düşüncesini birkaç yazıda özetleyeceğim.
Reşid Riza, Osmanlı Devleti’nde yürütülen ıslahat hareketi ve bu hareketin getirdiği tepkiler içinde geçen istibdad ve meşrutiyet dönemlerini yaşamış, ayrıca Cumhuriyet döneminin de on iki yılını idrak etmiştir. Toplumun dönüşümü, siyasetin yönü ve akışı bakımından birbirinden farklı olan bu dönemler içinde, onun da siyasi görüş ve tavrı değişiklikler geçirmiş, görüş ve eğilimlerin içinde oluştuğu şartlar düşünülmediği takdirde çelişkili görünümler ortaya çıkmıştır. Onun siyasi görüşlerini ve tavrını etkileyen dönemler; Sultan Abdülhamid, İttihad ve Terakki yönetimi ve Birinci Dünya Harbi’nden sonra parçalanan Osmanlı Devleti’nin topraklarında kurulan yeni devletlerin bağımsız veya yabancıların egemenliği altında sürdürdükleri yeni yönetim dönemleridir. Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin hilâfeti kaldırması ve halifeyi yurt dışına sürmesiyle ortaya çıkan boşluk da onun, bilhassa hilâfet ve İslâm birliği konularındaki düşünce ve tasarılarını etkilemiş, değişme ve gelişmelere sebep teşkil etmiştir.
Abdülhamid dönemi (1898-1909 yılları)
Şeyh Muhammed Abduh gibi öğrencisi R. Riza da, Osmanlı hilâfetinin (saltanatın) meşruluğuna kani idi, bu devletin İslâm’ı ve Müslümanları koruduğuna ve ümmetin menfaati için çalıştığına inanıyordu. Önemli amaçlarından biri olan ümmetin birliğinin de, (İslâm birliği, el-câmi’atu’l- İslâmiyye) Osmanlı Devleti çerçevesinde gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Ayrıca ümmet çapında yaymayı istediği inanç ve düşüncelerinin tek aracı olan dergisinin, bir engele uğramadan çıkmasını ve yayılarak okunmasını istiyor, bunun da saltanatla iyi geçinmeye bağlı olduğunu biliyordu. İşte bu inanç ve düşünceler onu, hocası Abduh’un da etkisiyle başlangıçta Sultan Abdülhamid’i tutmaya, onu ve saltanatını övmeye, aleyhindeki söz ve hareketlere karşı çıkmaya sevk etti. Derginin ilk sayısında neşrettiği çıkış yazısında şöyle diyordu: “Derginin meşrebi Osmanlı, lehçesi Hamîdî’dir (Abdülhamîd’in dilinden konuşur), Devlet-i Aliyye’yi hakkıyla savunur, Sultan-ı A’zam’a sadakatle hizmet eder ve onun şahsına yöneltilen karalamaları, kötülemeleri defetmeye, göğüslemeye çalışır...” (I, s. 13; aynı mealde, Sayı: 5, s. 88). Sultan’ın bütün ülkeye ilim ve maarifi yaymak için gayret gösterdiğini, taassup göstermeden her grubun mektep açmalarına yardımcı olduğunu övgü ile kaydediyordu (III, s. 140). Ona göre Sultan’ın, Almanlarla anlaşarak 1903-1908 yılları arasında yaptırdığı Hicaz Demiryolu, bölgeye büyük maddi ve manevi menfaatler sağlayacaktı, buna bütün Müslümanların yardımcı olmaları gerekirdi (III, s. 301,317). R. Riza yalnızca Sultan Abdülhamid’i tutmakla kalmıyor, Osmanlı hanedanını devlet kurma, savaş kazanma, iyi ahlâk, şahsi menfaat ve israftan kaçınma gibi hasletlerinden dolayı övüyor ve devletin kurucusu Osman’ın davranışlarını delil olarak gösteriyordu (VI: s. 878). Reşid Riza’nın hemşehrisi ve dostu Abdurrahman el- Kevâkibî ve benzeri Müslüman Arap milliyetçileri, hilâfetin Arapların hakkı olduğunu, Türklerin bunu onlardan gasbettiklerini ve hakkını da veremediklerini, isdibdada ve zulme saptıklarını, Hıristiyanlar İspanya’da Müslümanları kılıçtan geçirirken, Sultan Selim’in de Mısır’da Müslümanları kılıçtan geçirdiğini, bunu da sırf saltanatını korumak için yaptığını... ileri sürüyorlardı (Amâra, el- A’mâlu’l-Kâmile li’l-Kevâkibî, 1970, s. 342). Bu iddialar onu üzüyordu, hatta Kevakibi’nin Ummu’l- Kurâ isimli eserini Menar’da tefrika ederken, Türklerin ve Osmanlıların aleyhinde olan kısımları çıkarıyor ve bunların doğru olanlarının da, herkes tarafından bilinmesinin doğru olmadığını kaydediyordu (IV, s. 959). Reşid Riza’nın İslam birliği anlayışı da, Efgânî’den ziyade Abduh’un ve Abdülhamid’in anlayışlarına paralel düşüyordu. Bu birliğin iki bağı vardı; siyasî olanı Osmanlı teb’ası olma bağı idi ve dinleri farklı olan grupları da birbirine bağlıyordu. Dinî olanı ise İslâm bağı idi ve Müslümanları ikinci bir bağ olarak birbirine bağlıyordu. Bu iki bağ ile Osmanlı teb’ası, sultanın etrafında birleşmeli ve devleti parçalamak isteyen yabancıların karşısında yekvücut olmalı idiler. (V, s. 794.X, s. 200-214).
R. Riza, Osmanlılara ve Abdülhamid’e karşı bu tavır ve tutumunu sürdürürken bölgedeki Osmanlı yöneticilerinin, ailesine, kendisine ve bazı yakınlarına yaptıkları haksız davranışları biliyor, sultanın ısrarla sürdürdüğü istibdad idaresini de görüyordu, ancak mevcut şartlar içinde bu yönetimin kötünün en iyisi veya iyi tarafının kötü tarafına galip bulunduğunu düşünüyordu. Bu sebeple, bütün ayrılıkçı kuruluşlardan ve teşebbüslerden uzak kalmış, bunlara karşı mücadele vermişti. Ancak Kahire’de kurulan ve yerinden yönetim (lâ-merkeziyye) isteyen bir cemiyete (Cem’iyyetu’ş-Şûrâ el-Osmaniyye’ye) üye olmaktan da geri durmamıştı. Mısır’a göçmüş bulunan Suriyeli Refik el-Azm, Abdülhamid ez-Zehrâvî, Muhibbuddin el-Hatîb gibi arkadaşlarının da etkisiyle, Arap topraklarının Osmanlı devleti ile ilişkisi konusundaki düşüncesinde, yavaş da olsa bir değişme meydana geldi; Osmanlı’nın merkezî yönetiminin Arapları ihmale sebep teşkil ettiği düşüncesinden hareketle artık la-merkezi (yerinden, Amerika Birleşik Devletlerine benzer bir federatif sistem) talep etmeye başladı. Reşid Riza’nın siyasi görüş ve projesinde meydana gelen bu değişiklik, Sultan Abdülhamid’in hal’inden sonraki yazılarında açıklık kazandı, İttihad ve Terakki iktidarının yerleştiğine kanaat getirinceye kadar, yine de ihtiyatı elden bırakmadı. Bundan emin olduktan sonra dergisinde Abdülhamid devrindeki istibdad yönetimi ile meşru olmayan tasarrufları tenkit etti, kötü sonucu kötü davranışların getirdiğini ifade etti (XII; s. 276-279, tarih: 19- Mayıs-1909).
*
REŞİD RİZA İTTİHATÇILAR VE HİLÂFET
HAYRETTİN KARAMAN / 29 AĞUSTOS 2019 / YENİ ŞAFAK
İttihatçılar iktidara gelmeden önce yönetimle ilgili iki önemli söz vermişlerdi:
a) Anayasaya dayalı yönetim,
b) Yerinden (lâ- merkezî) yönetim.
Reşid Riza istibdad yönetimine karşı olduğu, İttihatçıların verdikleri sözler doğrultusunda talepleri de bulunduğu için, bunları gerçekleştirmek üzere harekete geçti, İttihatçılara ümit bağladı ve hem yazılarında, hem de bizzat yaptığı görüşmelerde taleplerini dile getirdi; Araplarla Türkleri Osmanlılık bağı içinde birbirine yaklaştırmaya çalıştı, İttihatçıların merkezî yönetimden vazgeçerek eyaletlerde meclisler teşkil edilmesini ve iç işlerinde bunlara geniş selahiyetler verilmesini, yönetimde ve eğitimde İslam’ın ön plana çıkarılmasını, Arapça’nın yaygınlaştırılmasını istedi. Hilafetin en önemli kurumlarından biri olan adliye (kaza) kurumu ile ilgili yazılar yazdı, şer’iye mahkemelerinin en azından nizamiye mahkemeleri kadar güçlendirilmelerinin ve selahiyetlerinin genişletilmesinin zaruretine işaret etti. (XI, s. 539-545, 865 vd.; s. 27 vd. XII, s. 55 vd.)
1911 yılına gelindiğinde R. Riza İttihatçılardan da ümidini kesmeye başlamıştı; çünkü bunlar da sözlerinde durmamışlar, Arap topraklarında açtıkları cemiyet şubelerinde halktan para toplamak için baskılar yapmışlar, haksız vergiler koymuşlar, İngilizlerin sömürülerine göz yummuşlar, İtalyanların Trablus’u işgal edeceklerini bildirmeleri ve engel olmaya kalkışmamalarını istemeleri üzerine, oradan Osmanlı askerlerini çekmişler, devletin topraklarına ve teb’asına sahip çıkmamışlardı. Osmanlı halklarını kaynaştırmak için gayret sarfetmek yerine, Türkçülük ve Turancılık politikasına sapmışlar, yönetimde İslam’ı arka plana atmışlardı. (XIV, s. 471-475; XVI, s. 55 vd; Şekib Arslan, Hazıru’l- âlemi’l-İslamî, Kahire 1352, C. I, s. 157-160). R.Riza önceleri İttihatçılara nasihat ederek; onları sözlerinde durmaya ve taleplerini yerine getirmeye çağırdı. Bu çağrıların fayda vermediğini görünce, tenkitlerini sertleştirmeye başladı, bu da fayda vermeyince, İttihatçılara cephe alarak mücadele bayrağını açtı, bir yandan Arap liderlerini İttihatçılara karşı mücadeleye çağırıyor, iktidarın her emrini yerine getirmemelerini istiyor, diğer yandan İttihatçıların örtük yüzlerinden peçeyi kaldırarak, halka onların gerçek yüzlerini göstermeye çalışıyor, yazılarında onları şöyle değerlendiriyordu: “Bunlar Selanik ve Paris meyhanelerinde, kulüplerinde yetişmiş bir avuç gençtir, birçok subayı da yoldan çıkarmış, onların gücüne dayanarak yürürlüğe koydukları anayasayı, devletin unsurlarını parçalamaya ve adını tarih sahnesinden silmeye vasıta kılmışlardır... Bunların amacı Türk milliyetçiliğini canlandırarak, bu unsura dayalı ve Batı medeniyetine mensup bir toplum ve devlet oluşturmaktır.” (XVI, s. 56, 61 vd.)
R.Riza yalnızca yazılarıyle kalmadı, parti ve derneklere, siyasi konferanslara katılarak da tezini hayata geçirmeye çalıştı. Bu partilerden birisi 1912 yılında kurulan “Hizbu’l-la- merkeziyyeti’l- Osmanî” dir. Bu parti, Osmanlı toplumundan ayrılmaksızın Arapların, yerinden yönetimlerini ve devletin ihmal ettiği “yabancı istilasına karşı toprakları savunacak” kuvvetlerin oluşturulmasını savunuyordu. 1913 Haziran’ında, R.Riza’nın arkadaşı Abdulhamid Zehrâvî’nin başkanlığında, Paris’te toplanan Birinci Arap Konferansı’nda da dile getirilen bu görüşü, kendisi yazılarında teyit ediyor, bunun ne ayrılığı, ne de kavmiyetçiliği ihtiva ettiğini ileri sürüyordu: “Yerinden yönetimi isteyenler (parti), ancak bu tarz bir yönetimin hem devleti, hem de topraklarını ecnebi işgalinden koruyacağına ve kurtaracağına inandıkları için, bunu istiyorlar... Parti tam olarak Osmanlı’dır, onun programında, Arap milliyetçiliğine çağıran veya Türk milliyetçiliğinden nefret ettiren bir kelime bile yoktur, o yalnızca bütün Osmanlıları, meşru ve hukuki yollardan yerinden yönetime çağırmaktadır.” (XVII, s. 389 vd., 537 vd.)
R. Riza’nın çabalarına rağmen İttihatçılar, bilhassa 1913 yılında kurulan ve birçok subayı da bünyesine alan Mahmud Şevket Paşa hükûmetinden sonra, şiddet ve baskılarını arttırdılar ve bilhassa Suriye’de Cemal Paşa, birçok masuma işkence edip kan döktü, R.Riza, bu tutumun kötü sonuçlar doğuracağını, Osmanlı unsurlarını (halklarını) iyice birbirinden ayırıp düşman gruplar haline getireceğini dile getiren yazılar yazdı (XIX, s. 75-82), Parti ve Arap Konferansı, son bir defa daha İttihatçılara el uzatmak üzere, Zehrâvî’yi temsilci olarak İstanbul’a gönderdi, hükûmet onu oyaladı, vazifeler vererek tesirsiz hale getirmeye çalıştı, sonra da Cemal Paşa eliyle 1916 yılında ortadan kaldırdı. Bu son olaylar R. Riza’nın, genel olarak Türk saltanatına karşı tavır ve tutumunda yeni bir aşamaya girmesine sebep oldu, artık yazılarında İttihatçıların Türk kavmiyetçiliğine karşı Arap kavmiyetçiliğini dile getiriyor, Osmanlı ve Arap medeniyetlerini karşılaştırıyor ve Turan ırkının, yakıp yıkmanın ötesinde medeniyyete önemli bir katkısının bulunmadığını ifade ediyordu. (XIX, s. 236, XX, s.43 vd). Bu ifadelerine rağmen, onun karşı çıktığı husus, yine de Osmanlı hilafeti ve hakimiyeti değildi, tepkisi ırkçılığa karşı idi. Bu sebeple Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının Yunanlılara karşı kazandıkları zaferden sonra, geri kalan ümitlerini bir müddet için onlara yöneltti.
*
HİLAFETİN KALDIRILMASI VE SONRASINDA REŞİD RIZA
HAYRETTİN KARAMAN / 30 AĞUSTOS 2019 / YENİ ŞAFAK
İttihad ve Terakki Fırkası’nın genç unsurlarından bir kısmını da içine alan Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, Anadolu direnme hareketinin başına geçerek İstiklal Harbi’ni kazanıp Lozan’da bir barış andlaşması da imzalayınca, Reşid Riza’nın Türklerle ilgili ümitleri yeniden canlanır gibi oldu.
Kazanılan zaferi, bu zaferin komutanı Mustafa Kemal’i hararetle alkışladı, onun İslam’a ve Müslümanlara hizmet ettiğini, ırkçı-turancı İttihatçılardan da farklı olduğunu dile getiren övücü yazılar yazdı. Lozan’da, Avrupalı büyük devletlerin, yanlarına Balkanlıları da alarak, Türklere karşı birleşmelerinin fayda vermediğini ve burada da yeni kadronun dehalarını gösterdiklerini, geçmişe nisbetle iyi muamele gördüklerini ve müsbet sonuçlar aldıklarını ifade etti (XXII, s. 744; XXIV, s. 145-146). Ancak çok geçmeden Mustafa Kemal Cumhuriyeti ilan etmiş, halifenin selahiyetlerini kısıtlayarak dinî- manevî alanla sınırlamış, bir müddet sonra hilafeti kaldırarak halifeyi sınırdışı etmiş, şer’i mahkemeleri, şer’iye vekaletini, dini tedrisatı kaldırmış, din ile devlet işlerini birbirinden ayırmıştı. Bütün bu tasarruflar karşısında Reşid Riza’nın Mustafa Kemal ve ekibine karşı tavrı değişti, önce bunların yanlış olduğunu, milletin bu değişiklikler karşısında sükut etmesinin haramların en büyüğünü teşkil ettiğini ifade etti. İnkılablar devam ettikçe üslubunu daha da sertleştirerek “bunların da İttihatçılardan farklı olmadıklarını, istibdad ve fesatların Abdulhamid ve İttihat yönetimlerinden daha da beter olduğunu, Türk milletini İslam’dan uzaklaştırma yönünde, öncekileri de geride bıraktıklarını, yaptıklarının İslam’dan çıkıp küfre girmekten başka bir şey olmadığını...” kaydetti. (XXV, s. 280, 319; XXVIII, s. 635 vd.; XXIX, s. 255 vd.)
Reşid Riza, 1922 yılında Türkiye’de hilafetin selahiyet çerçevesinin daraltılmasından önce de, çeşitli yazılarında hilafetkonusunu ele almış, İslâmî kaynaklarda yer aldığı şekliyle onu savunmuş, bu sistemin Doğu’da ve Batı’da denenmiş bulunan mutlak monarşi, parlementer monarşi, cumhuriyet gibi rejimlerden farklı olduğunu, İslam’da din ve devletin birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını, bu gibi teşebbüslere, sultanların gerçek hilafeti temsil ve tatbik etmemiş olmalarının sebep olduğunu, bu yüzden (sultanlar dini koruyup dünyayı onunla yönetmedikleri için) hem hilafet sisteminin zayıfladığını, hem de İslam dünyasının parçalandığını... ifade etmişti. (I, s. 33, 34, 35; II, s. 353-355) Bu ve benzeri yazılarında, Raşid Halifelerden sonra hilafetin saltana dönüştüğünü, bu ikisi arasında büyük farkların bulunduğunu, İslam’ın saltanatı mahkum ettiğini de ifade ediyordu, fakat içinde bulunduğu şartlar, gerçekleştirmek istediği ıslahat, Araplarla Türkler arasında güçlendirmek istediği birlik öyle gerektirdiği için, Osmanlı hilafetini tahlil ve tenkit etmiyor, aksine destekliyordu. Onun bu tavrı, Mustafa Kemal’in hilafet sistemini değiştirmesine, arkasından Cumhuriyeti ilan ederek din ve devlet işlerini birbirinden ayırmasına kadar devam etti. Bu değişiklikler vücuda gelince, R. Riza önce el- Hilafe evi’l- İmametu’l- Uzmâ isimli eserini kaleme alarak, hâlâ ümitvar olduğu yeni yöneticilerden, hilafetin kaldırılması değil, ıslah edilmesi yönünde yeni adımlar atmalarını talep etti, bu talebe ters düşen yeni değişiklikler karşısında kalınca da, tavrını sertleştirdi ve gerek hilafet ve gerekse İslam birliği konularında, başka yerlerde, başka yöneticiler ve yeni modeller aramaya başladı.
R. Riza hilafet konusundaki eserini, önce Menar Dergisinin 23-24. ciltlerinde, 1922-1923 yıllarında bir dizi yazı olarak neşretti, sonra da 1923 yılında ayrı kitap olarak çıkardı.
Müellif kitabının girişinde (Kahire, 1988, s. 10-13) Mustafa Kemal’in hilafet, din- devlet ilişkisi vb. konularda yaptığı inkılabları zikrettikten sonra, bunların doğru olmadığını, yeni Türk yönetimini dine ve Müslümanlara yaptığı ve yapacağı hizmetten dolayı desteklediğini, ancak bu desteğin şartlı olduğunu, âlimlerin güçlü yönetimler karşısında doğruyu söyleme vazifelerinin bulunduğunu, bu vazifenin ihmal edilmesinin önemli menfi sonuçlarının görüldüğünü, bu kitabı işte bu sorumluluk duygusu içinde kaleme aldığını ve sağlam kaynaklara dayanarak hilafet konusunu anlatacağını ifade ediyor. Bu arada doğrudan Türk milletine seslenerek (özetle) şöyle diyor:
“Yeryüzünde en büyük manevi güç İslam’dır. Doğu Medeniyeti’ni canlandıracak ve Batı Medeniyeti’ni yıkacak olan güç de budur, faziletsiz medeniyet, dinsiz de fazilet olmaz. İlim ve medeniyetle uyum içinde olan İslam’dır, kilise talimatıyla bağımsız ilim arasındaki çekişme ve çelişmeye rağmen Batı Medeniyeti’nin bugünlere kadar ayakta kalması, gerçek Hıristiyanlık’tan kalma fazilet kırıntılarının bu dünyada gerçekleştirdiği denge sayesinde olmuştur. Giderek din zayıflamış, akıl ve bilim onu hayat sahasından uzaklaştırmış, bu sebeple din ile birlikte medeniyet de tehlikeye girmiştir. Bugün insanlık, bütün haksızlıkları, sömürüleri ortadan kaldıracak, adil dengeleri kuracak bir ıslahata muhtaçtır, bu da ancak islamî yönetimle gerçekleşebilecektir. Ey kahraman Türk milleti! İnsanlığın bu umudunu ebedi kılacak olan eseriniz, savaşlardaki zaferleriniz değil, insanlığa sunacağınız hizmet olacaktır. Batı’yı taklid ederek bu şereften mahrum kalma! Sen onların medeniyetlerinden daha üstünü ile Batılılara önder (imam) olmaya layıksın. Batılı devletleri tehdit eden bağnaz bir İslamî birlik oluşturmak için değil, insanlığa hizmet etmek üzere medeniyet ile dinin rehberliğini birleştirmek için hilafet yönetimini yenile ve yeniden kur. Bu takdirde sana, bazı Batılı siyaset ve düşünce adamları da yardımcı olacaklardır. İşte bu maksatla şu kitabımı sana hediye ve ithaf ediyorum.”
(Gelecek yazıda kitabı özetleyeceğim)
HABERE YORUM KAT