Rejim kirliliği
Balyoz Harekât Planı’nın basit bir mantığı var... Amaç belli: Darbe yapmak. Aslında geniş bir şekilde tanımlandığında amaç ‘siyasete hâkim olmak’ diye formüle edilebilir ama anlaşılan o dönemde askerler için bıçak kemiğe dayanmış. 28 Şubat’tan henüz beş yıl sonra İslami kesimi temsil eden bir partinin tek başına iktidar olması bir teyakkuz stratejisi geliştirilmesine neden olmuş. Darbe için araç da belli: EMASYA protokolü... 28 Şubat’ın hemen sonrasında sivil kanadı temsilen bir müsteşara imzalatılarak devreye sokulan bu ‘sürekli darbe’ imkânı, askerin sivillerden bağımsız olarak tüm idari görevlere ve mülki işlevlere el koymasını mümkün kılıyor. Diğer bir deyişle ‘doğal’ bir süreç olarak kendiliğinden ve ‘yumuşak’ bir biçimde sıkıyönetime geçmeyi sağlıyor. Amaç ve araç belli olduğuna göre tartışılması gereken şey taktiksel adımlar ve operasyonel gereklilikler. Nitekim Balyoz denen ‘harp oyununda’ da asıl yükü bunlar tutuyor. Gazetecilerden valilere, hariciyecilerden yargı mensuplarına herkes ‘yandaş’ veya ‘tehlikeli’ olarak tek tek listelenmekle kalmamış, her bir kişiye de ne yapılacağı belirlenmiş.
Ancak darbenin hayata geçmesi açısından hâlâ küçük bir sorun var: Meşruiyet. Yani bir sebep bulmalı, Türkiye halkının ve dünyanın bu darbenin gerekliliğine razı gelmesini sağlamalısınız. En makulü bir irtica tehdidi hayal etmektir ve dünyayı buna inandırmakta da fazla güçlük çekilmeyebilir. Ne var ki irticanın bu ülkedeki performansı istenen düzeyde değil. Nümayiş yapmıyor, adam öldürmüyorlar. Düşünün ki 28 Şubat’ı bile sahte bir İslamcılık üreterek devreye sokabilmişsiniz. Bu durumda İslamcıların arasına girmek, kışkırtmak, manipüle etmek gerekiyor. İyi de durup dururken EMASYA’yı bu yönde kullanmak zor. Dolayısıyla öyle bir plan yapılmalı ki önce asker sahaya insin... Örneğin bir seferberlik hali iyi bir çözüm olurdu.
Böylece Balyoz’un başlangıç noktasına geliyoruz. Yunanistan’la gerginlik büyüyor ve Yunanlılar bir Türk uçağını düşürüyorlar. Ancak burada ufak bir sorun var... 2003 yılı Yunanistan’la ilişkilerin fazlasıyla yumuşak olduğu bir dönem. Tahrik eden biz olsak bile adamların bir Türk uçağını düşürecek kadar dolduruşa geleceklerini nasıl garanti edebilirsiniz? En iyisi kendi uçağını düşürmektir... Bu durumda seferberlik hali ilan edilir, asker sahaya iner, EMASYA kendiliğinden geçerli hale gelir, İslami kesim içinde manipülasyonlar rahatça yapılır ve sıkıyönetime kadar gidilir.
Son bir küçük mesele de ‘maalesef’ Anayasa’nın ‘yanlış’ maddelerinden biri olarak sıkıyönetimin Meclis kararı gerektirmesidir. Balyoz ‘harp oyunu’ bu noktada epeyce net: ‘Meclis bu kararı almazsa biz harekete geçeriz’ demeye getiriyor. Ama artık o kadarı da olur... Koskoca ordu bu kadar hazırlanmış, Meclis’in uyuşukluğu mu onu engelleyecek?
***
Genelkurmay açıklaması, Balyoz’un hazırlanmasında niçin ‘giderek tırmanan bir gerginlik dönemi’ varsayımı yapıldığını söylemiyor. Bu planın ‘gerçekleşmesi en olası kötü senaryo’ olduğu iddia ediliyor ama görünen o ki ortada kötü hiçbir şey yokken, bütün kötülükleri bizzat kendi ordumuz üretiyor ve manipüle ediyor. Ardından da bunların ‘ordu geri bölge emniyeti’ ile ilgili olduğu ve “uzun yıllar büyük emek verilerek hazırlanan ve geliştirilen söz konusu planların” gizliliğinin ihlal edildiği için değiştirilmesi gerektiği söyleniyor. Bence hiç zahmet etmesinler... Çünkü temel plan zaten hep aynı. Belki isimleri güncellemek gerekir o kadar...
Eğer ciddi olacaksak, Balyoz’u ciddiye almanın ‘bilgi kirliliği’ yaratmak anlamına geleceğini söyleyen Genelkurmay’ın, elimizdeki belgelerin ‘kirlilik hakkında bilgi’ anlamını taşıdığını idrak etmesinde ve bu durumun giderek bir ‘rejim kirliliği’ kanıtı haline geldiğini görmesinde sayısız yarar var...
***
Bu kirliliğe katkıda bulunan gelişmelerden biri de Anayasa Mahkemesi’nin askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını engelleyen kararı oldu. Bir önceki yazımda ‘gönlünüz rahat olsun’, zaten yeterince darbe kanıtı var, bir fazlası etkili olmaz demiştim. Gerçekten de yargıyı etkilemek pek kolay değil. Nitekim beklenen iptal kararı çıktı. Ancak bu, Anayasa Mahkemesi’nin bir sağduyu ve bilgelik makamı olmadığını, bu adı taşımayı beceremediğini de ortaya koydu.
Çünkü alınan karar askerlerin ‘her zaman’ ve ‘ne yaparlarsa yapsınlar’ gerçek bir yargı ile muhatap olmamalarını sağlıyor. Bilindiği üzere değişiklik önergesi tek bir kelimenin değiştirilmesini ifade ediyordu. Yasanın yeni hali “savaş ve sıkıyönetim halinde...”, yani sadece o zaman askerlerin, askerî olmayan suçlar için de askerî mahkemede yargılanmasına cevaz veriyor. Oysa yasanın Anayasa Mahkemesi’nin ‘doğru’ bulduğu eski hali “savaş ve sıkıyönetim hali dahil...” demekte. Bu zaten anlamsız bir laf, çünkü savaş ve sıkıyönetim zaten uç bir nokta. Yani böyle durumlarda askerî yargının geçerli olması doğal... Yoksa öyle değil mi? O kadar doğal olsa böyle bir madde yazılır mıydı? Acaba bu madde niye var? Askerlerin savaş ve sıkıyönetim durumlarında işleyecekleri sivil suçları koruma kaygısının altında yatan ne? Bunun sıkça rastlanılan bir durum olması mı? Darbelerin zaten yaşanacağı bilgisine sahip birilerinin darbe dönemini sivil yargıdan kaçırma girişimi mi?
Anayasa Mahkemesi bu kararıyla ‘rejim kirliliğini’ pekiştirmiş gözüküyor...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT