Referandumun sivil bekçileri
Kırk yılda bir fikrimiz sorulduğu için midir, ne yapacağımızı şaşırdık! Referandumdan çok bir genel seçim havasına girdik. Çünkü Türkiye'de referandum demek, darbe sonrası zorla söyletilen 'evet' demek. Zorla söyletilen 'evet'e o kadar alışmışız ki, gönüllü evet'e ruhumuz bir türlü ısınamıyor.
Tabii geçmiş bu kadar sorunlu olunca, günümüze de hastalık taşıyor. Açık darbe desteği olmayan 2010 referandumu, belli bir kesimi korkutuyor.
Seçilen yöntemlerin giderek sertleşmesi, sarf edilen sözlerin sakilleşmesi ancak bu korkuyla açıklanır. Miting meydanlarından yükselen sözlerden daha acımasızı, halk arasında yaşanıyor. En son 'Yetmez Ama Evet' panelinde konuşan Adalet Ağaoğlu ve Osman Can'a yumurtalı saldırıda bulunuldu.
Adalet Hanım gibi edebiyatı dışında varlığıyla da değerli bir yazarı ve Osman Can gibi gerçek bir demokratı hedef seçenler onların nezdinde daha büyük kitlelere gözdağı vermek istiyorlar. Evet diyenler kendilerini rahatça ifade edemez oldular. Açıkça baskı altındalar.
Hal buyken, kendisini hak ve özgürlükler konusunda şampiyon gören, her türlü hak ve özgürlüğün bekçiliğini üstlenen yazarlar ve aydınlar, 'evet'e yönelik baskıyı eleştirmeyi akıllarına bile getirmiyor!
Bilmiyorum, belki de bu duruma sevinmemiz gerek. Çünkü çifte standart ilk defa bu netlikte kendini açık ediyor. Görünen, teşhisi konmuş hastalıktan korkmamak lazım. Tıp ilerliyor!
Bu süreçte, siyaset, siyasi partilerin de ön vermesiyle politik arenanın dışına çıkan bir fanatizme dönüştü. Öyle ki, bazı internet sitelerinde, marjinal bazı gruplar 'ölümüne hayır' ifadesini kullanabildi. Hayır deyip geçeceğine, ölümüne hayır!
Öldüreceğinden değil ama bu argümanı üreten zihnin, şiddete ne kadar eğilimli olduğunu gösteriyor.
Anayasanın içeriğine dair söyleyecek sözü olmayan muhalefet, çığırtkan, baskıcı bir hayır kampanyası yürütürken, BDP kendince ara bir yol olan boykotta karar kıldı. Daha makul seyreden boykot kararı, Güneydoğu'daki STK temsilcilerinin evet kararını açıklamalarıyla rengini belli etti. Böylece boykotun hangi yöntemlerle savunulacağı anlaşıldı; referandumda 'Evet' diyen STK'ları anında etiketleyen, birçoğunun oda, borsa vb. olmaları nedeniyle, resmi olduklarını gerekçe göstererek, STK bile kabul edilmeyeceğini söyleyenler, hemen ardından boykot kararı açıklayan yine benzer oda ve borsaları gerçek STK olarak selamladılar. Bu çifte standart bile referandumun bölgedeki yansıması hakkında ipucu vermeye yeter.
Referandum süreci, yıllardır tıkanan muhalefet yapısının gözler önüne serilmesine vesile oldu. Bir kez daha gördük ki, Türkiye'deki siyasi partilerin iktidar olmak gibi bir niyetleri yok. Oysa demokrasinin ve seçim sistemlerinin temel özelliği, bütün siyasi partilere iktidar olabilme şansı tanımasıdır.
Türkiye'deki siyasi partilerin tek derdi, parti içinde oluşan iktidar alanını korumak. Muhalefette bulunan bütün partilerin karakteri aynı şekilde biçimlenmiş; MHP'den CHP'ye, oradan BDP'ye hiçbiri ülke yönetimine talip değil sanki. Ülke yönetimine heves etmeyen bu partiler, kendi içlerindeki iktidar alanını korumayı en ulvi hedef belliyor. Yönetimde gözü olsa, herhalde demokrasi çıtasını yükseltmek için çalışırdı!
Normal, ilkeli bir siyasi atmosferde, ciddi bir muhalefet, iktidardan bir adım daha demokrat bir tavır benimser ve böylece bütün tabana hitap eder. Türkiye'de muhalefet o kadar geriden geliyor ki, demokrat bile olamıyor.
Batı demokrasilerinin işleyişi açısından önemli bir enstrüman olan referandum, vatandaşı ilgilendiren herhangi bir konuda hükümetin hazırlığını tamamlaması ile vatandaşa 'ne dersin', 'başrol oyuncusu sen olduğuna göre kararı sen ver' diyen basit mantığa dayanır.
Türkiye gerçekten demokratik bir ülke olmak istiyorsa referandum kültürüne alışmalı. Ama mevcut siyasi kültür buna el vermiyor. Çünkü yumurtalı saldırıların da gösterdiği gibi, bu ülkede ifade hürriyetini engelleyen sadece devlet değil, sivil bekçiler.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT