Referandum ve Kürt meselesindeki Türk meselesi...
PKK ve Öcalan’la “hükümet”in değilse de “devlet”in görüşebileceğini Başbakan ve Cumhurbaşkanı düzeyinde kabul etmenin ve bunu referandumdan önce yapmanın politik riskleri üzerinde kelam etmenin manasızlığı açık. Neden? Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) yürüttüğü “ihanet” ve “teröre teslimiyet” propagandası, referandumda Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) yenilgisine yol açabilirdi. Peki, hükümet buna rağmen neden hiç değilse referandumun sonucunu beklemedi ve bu görüşmelerin “normal” kabul edilmesi gerektiğini kamuoyuna açıkladı?
Bu, hiç kuşkusuz öylesine ağızdan kaçmış bir laftan ibaret olamazdı, mutlaka üzerinde düşünülüp taşınılmış sonra da dile getirilmiş olmalıydı ve zaten konuya ilişkin vurgulu tekrarlar da bundan başka bir ihtimale kapı aralamıyordu.
Ben, en az iki televizyon kanalında Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarını dinlemiş bir gazeteci olarak “neden şimdi” sorusuna cevap aramış, referandum öncesinde Yeni Aktüel için kaleme aldığım “Öcalan’la görüşme reddedilmedi, bakalım ne olacak?” başlıklı yazıda bu soruya kendimce bir cevap bulmuştum... Bana göre, Erdoğan ve hükümet böylece bu türden görüşmeleri de referanduma sunmuş olacaklardı. Referandum öncesinde kaleme aldığım o yazıdan birkaç paragraf aktarayım:
Referandumda Öcalan-devlet görüşmeleri de oylandı
“Önce PKK liderlerinden Murat Karayılan açıkladı: ‘Devlet ateşkes istedi, biz de uyduk...’ Ardından Abdullah Öcalan benzer şeyler söyledi.
“Muhalefet partileri, bu açıklamalardaki ‘devlet’ vurgusunu ‘hükümet’ olarak okumayı tercih ettiler ve bütün oklarını siyasi iktidara yönelttiler. Başbakan Erdoğan hükümetin doğrudan bir görüşme yapmadığını çok sert ifadelerle duyurdu ama, ortalık biraz yatışınca ‘devlet’ adına bu tür görüşmelerin yapıldığını kabul etti. Benzer bir ima Cumhurbaşkanı Gül’den geldi.
“Bu bana çok önemli görünüyor. Siyaseten ‘doğru’ davranış hiç değilse referanduma kadar ‘ispatlayamayan şerefsizdir’e demir atmak iken, hükümet neden böyle yaptı? Böyle yapmakla, ‘devlet’in bu türden görüşmeler yapması da referanduma sunulmuş olmuyor mu?
“Bana öyle geliyor ki, hükümet bu tavrın bu anlama geleceğini bilerek böyle yaptı. Yani: Referandumda ‘Evet’ çıkarsa, bu bir anlamda ‘görüşmelere de evet’ anlamına gelecek. Bakalım ne olacak?”
“Kürt meselesindeki Türk meselesi” nedir?
Biliyorsunuz, bir Kürt meselemiz olduğunu nihayet kabul ettikten hemen sonra bu kabulün yanıbaşına bir de rezerv ekledik: “Ama Kürt meselesinin çözümünü tartışırken Türklerin hassasiyetlerini de unutmamalıyız...”
“Kürt meselesindeki Türk meselesi ve Türk hassasiyeti”, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi özellikle “terör örgütünü muhatap alma, onunla görüşme” noktasında ortaya çıkıyor, bunun “kabul edilemezliği”ni vurgulamak için kullanılıyor.
Kürtlerin PKK’ya ve Öcalan’a teveccühü arttıkça, hassasiyet sahipleri bu “yanlış sevgi” karşısında çıldırıyor, PKK ve Öcalan’a duydukları öfkeyi Kürtlere de yansıtıyorlar; bu büyük sorunun görüşmeler olmaksızın çözülemeyeceğine dair görüşler yaygınlaştıkça öfkeleri daha da büyüyor.
Oysa Kürtlerin PKK’ya ve Öcalan’a teveccühünde anlaşılmayacak bir şey yok. İlaveten: Bu teveccühü anlamadan ve kabul etmeden Kürt meselesinde artık mesafe kat edemeyeceğimiz bir noktaya geldik.
Ben, bu tesbitleri ilk olarak 2008 eylülünde, Başbakan Erdoğan’ın Demokratik Toplum Partisi’ni PKK’ya “terörist” demesi için zorladığı günlerde yapmış, şöyle demiştim:
“Türkiye’nin Kürt sorunu, bütün kimlik sorunları gibi, çözümsüz geçen her günün ‘psikoloji’yi başat konuma sürüklediği bir karaktere sahip. Aslında kendisini ‘haksızlığa’ uğramış ya da ‘kurban’ hisseden herkeste, her toplulukta ve her toplumda rastlanan tipik bir durumdur bu. Haksızlığa uğradığına ya da kendisine bir kötülük yapıldığına inanan birini asıl, ortada hiçbir ‘kötü fiil’in bulunmadığı propagandası, yani ‘inkâr’ kahreder. Mağdur, böyle durumlarda bütün gücünü kötülüğü şeffaf hale getirmeye harcar ve bu yolla kendisine kötülük yapanı itirafa zorlar.
“Bu durumda mağdurun kırılgan yapısının tedavisine nereden başlanması gerektiği çok açık: Haksızlığın kabulü... Aynı şekilde kırılgan yapıyı daha da kırılganlaştırmak için yapılacak şey de açık: İnkâra devam.
Bu ülkedeki Kürt kimliğinin inkârıyla geçen onlarca yıldan sonra nihayet gelen birkaç gönül alıcı sözün Kürtler üzerindeki olumlu etkisi düşünülürse, ‘psikoloji’nin önemi daha iyi anlaşılır.
“Psikolojiyi işin içine katmaksızın DTP’nin PKK’ya ‘terörist’ dememesi meselesini de anlayamayız. Şurada yüz yüze bakıyoruz, Kürtlerin, yukarıda işaret ettiğim ‘birkaç gönül alıcı söz’ün bile PKK sayesinde edilebildiğine inanmaması için bir neden var mı? Zor oyunu bozmasaydı, bugünkü resmî tezimizin 1970’lerdekinden, 80’lerdekinden farklı olacağının bir garantisi var mı? Kürtlere, ‘PKK olmasaydı da Türkiye Cumhuriyeti temsilcileri Kürt kimliğini tanıdıklarını ilan ederlerdi’ deseniz, Kürtler buna inanır mı?
“Peki, şimdiki, ‘Kürtler PKK’ya terörist desin’ talebini, Kürtlerin, ‘Tamam, PKK zor kullanarak sizin adınıza bazı şeyler elde etti, ama artık onu satın, satarsanız size bir şeyler daha veririm’ şeklinde algıladığını bilmiyor muyuz? Böyle bir şey yapan bir insan kendini onurlu bir insan olarak hissetmeye devam edebilir mi?”
“Açılım”lar, “görüşme”ler nasıl berhava olmaz?
O yazıya gelen küfürlü mektuplar, “Kürt meselesindeki Türk meselesi”nin ne kadar ciddi bir mesele olduğunu gözler önüne seriyordu: Mektup sahiplerine göre, değil mi ki PKK “binlerce şehit”in müsebbibiydi, değil mi ki araya kan girmişti, bu mesele artık öyle görüşerek falan çözülemezdi.
Hoş ben, “Türk meselesi”nin ne kadar ciddi olduğunu o mektupları almadan da, o küfürleri yemeden de biliyordum ama o tarihten sonra konuya ilgim daha da arttı ve zaman zaman konu üzerine yazdım.
İşte bu nedenle, Başbakan Erdoğan’ın referandumdan önce, üstelik “Türk meselesi”nin yapılan yoğun propagandalarla zirvedeymiş gibi göründüğü bir sırada “Devlet PKK’yla da Öcalan’la da görüşebilir” anlamındaki çıkışlarını hem çok riskli hem çok cesur bulmuştum.
Referandumda “Evet” oylarının ulaştığı oranı gördükten sonra, eline böyle bir ehliyet almış hükümetin herkesi şaşırtacak çok cesur adımlar atacağına inanmıştım ben. Haliyle, bu tablonun ortasına düşen Hakkâri provokasyonunun da (kim yapmışsa yapmış, fark etmez) Barış ve Demokrasi Partisi’yle yapılması planlanan görüşmeleri berhava edemeyeceğini düşünmüştüm.
Yanıldığımı gördüm ve bir kez daha anladım ki, hükümet, a) halkın kendisine sunduğu ehliyete rağmen hâlâ yeteri kadar cesur değildir, b) “Kürt meselesindeki Türk meselesi”nin yaratacağı komplikasyonlardan hâlâ ciddi bir biçimde korkmaktadır.
Hemen söyleyeyim: Referandumdaki açık icazete rağmen, hükümetin atacağı her adımın gerek devlet gerek toplum içinde çok sert bir direnç göreceği hususunda hiçbir kuşkum yok.
Çünkü bugün toplumda milyonlarca insan “Kürt sorunu”nun PKK’nın eylemleriyle birlikte 1983’te başladığına; onların da sırf “kötülük” olsun diye dağa çıkıp insan öldürmeye karar verdiklerine inanıyor. Ne ondan önce “ora”larda neler olduğunu biliyor, ne Diyarbakır Cezaevi’ni biliyor, ne de 1990’lardaki faili meçhuller dönemini biliyor...
Şurası çok açık: “Kürt sorunundaki Türk sorunu” özünde bir bilgisizlik; bilgisizliğe bağlı bir duyarsızlık; duyarsızlığa bağlı bir kibir sorunudur.
“Kürt sorunundaki Türk sorunu”nu aşabilmek için Türklere “ora”da ne olduğunu anlatacak bir medyaya ve böyle bir medyayı yüreklendirecek bir iktidara (ve siyasete) ihtiyacımız var.
Bunu başaramazsak, her açılım, her görüşme girişimi “Türk hassasiyeti”ne çarpar ve dağılır.
Bir sonraki yazıda, niyeti olan bir medyanın ve iktidarın bu çerçevede neler yapabileceği üzerine yazacağım.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT