Real politik ne zaman ideal politik oldu
Bölgemizde yaşanan olaylar ister istemez dış politika gündemimize oturdu. Her ne kadar dış politikaya ilişkin pratik ve söylemler iç siyaseti hafifleten bir argümana dönse de Türkiye Ortadoğuda olduğu sürece yeni dönemde kaçınılmaz olarak politik tartışmaların da ana başlığı haline gelecek. Soğuk savaş döneminde olduğu gibi 'biz laik bir ülkeyiz, Arap rejimleriyle alakamız yok' diyerek bölgeye sırt çevirme lüksümüz yok. Hele bunları söyledikten sonra İsrail'le gizli-açık anlaşmalarla tek yanlı flört etmenin sürdürülebilir bir dış politika olmadığı ortada.
Balkanlardan, Kafkaslara ve Filistin'e kadar yaşanan sorunlar kaçınamayacağımız bir şekilde kapımızı çalacaktır.
Türkiye'nin bölgede aktif politika izlemeye çalışması, bölgeyle hiçbir tarihi, coğrafi, insani ilişkileri yokmuş gibi sınırlarını adeta bir tür demir perdeye dönüştürmesiyle kıyaslanamayacak bir gelişmedir. Her ne kadar bölge siyasetinde bağımsız stratejiler geliştiremeyecek kadar dış ve iç faktörlerin etkisinde olsa da, bir tür rol çalmaya benzer durumlara düşse de statik ve yabancılaşmış dış politikayı terk etmesi daha önemli görünüyor.
Özellikle İslami duyarlığın bölgeyle olan ilişkisi ile hükümetin Ortadoğuya uzanması Türk dış politikasının iç dinamikleri ile İslam dünyasına yönelik duyarlılığın örtüşüp örtüşmemesi konusunu gündeme getirmektedir.
Türkiye'de alternatif bir (dış) siyaset vizyonuna sahip entelektüel dinamizmin resmileşen politikalara eklemlenmesinin Ankara'ya dinamizm getirdiği söylenebilir. Bu durumun yüzü sadece Batıya bakan, hiç bir irade geliştiremeyen; bunun yerine uslu bir Batı bloğu üyesi rolüne razı, İslam dünyası ve bölge ülkelerine (Batı adına) mütekebbir edayla yaklaşan; onlar tarafından da Batının bölgedeki temsilcisi gözüyle bakılan bir Türkiye imajının kırılmasına önemli katkısı olduğu akçıktır.
Resmi Türkiye'ye böylesi katkı yapan dış siyaset vizyonunun alternatif olmaktan çıkışı anlamına geldiği henüz fark edilmiş görünmüyor. Bunu örten sıcak gelişmeler gündemde olduğu sürece bu yanılsama devam edecek gibi görünüyor.
Türkiye'de İslamcılık düşüncesinin (Osmanlıdan beri) en bariz özelliklerinden biri, hatta yanlış anlaşılmayla en önemli vasfı, İslam dünyasının dayanışması, mümkünse birleşmesi iddiasıdır. Bu idealle İslam dünyasının kurtuluşu, Batı karşısında direnip ayağa kalkabilmesi için yegane formül olarak ortaya çıkan İslamcılık düşüncesini en azından bir ütopya olarak içlerinde yaşatanların son politikalara çekincelerden uzak bir olumlamayla yaklaşmaları hayli tuhaf geliyor.
Bu tuhaflığın en bariz şekilde ortaya çıkan yanı Suriye ilişkilerinde yaşandı. İsrail'le olan stratejik ilişkilerin koparılamayacak olmasının real politik adına sineye çekilmesi bir yana Ortadoğu ülkeleriyle kurulan resmi ilişkileri de içselleştirmeleri yeni bir durum olarak ortaya çıkıyor.
Ankara'nın Ortadoğu açılımı İslamcılık fikriyatı bakımından son derece mahzurlu, en azından bu çevreler açısından çekinceyle karşılanması beklenen unsurlara sahip. Statükocu çevrelerin İslamcılık ithamlarına rağmen bizzat İslamcılık düşüncesi açısından malül görünmesi beklenir7di .Zira despotik rejimlere, en azından bu yönetimlerin iç politikadaki baskıcı tutumlarına karşı çıkma ön şartını ortadan kaldırmış, en azından unutmuş görünüyor.
Söz gelimi Ortadoğuda etkin olma adına son derece tartışmalı bir girişimle Pakistan ve Suriye'yi İsrail'le barıştırmaya aracılık eden Ankara'nın normal şartlarda bu kesimlerden önemli tepkiler alması beklenirdi. 'Real politik'in 'ideal' olanın yerini tuttuğu bir dönemde 'Resmî Ankara' muhalif duran, alternatif olma iddiasındaki önemli bir kesimi sürece katarak adeta kan tazelemiştir. Bu politikanın içerde bazı katı statükocu kesim hariç, Batı eksenli dış politikadan yana olan kesimlerce ve Batıda da benimseniyor olması önemli bir göstergedir.
Sadece İslamcılar değil Türkiye'de geniş bir kesimin gözünde Suriye rejiminin hiç de olumlu bir yanı yok. Türk kamuoyu 1982 yılında Müslüman Kardeşlere karşı girişilen bir hafta içinde 30 bin kişinin hayatına mal olan katliamı dehşetle izlemişti. Bugün 100 bin kadar insanın siyasi nedenlerle yurtdışında olduğu, yaklaşık 40 bin kişinin akıbetinin bilinmediği bir yönetimle sorunsuz bir ilişki geliştirilmesi şaşkınlık verici. Kaldı ki o dönem yaşananlar ve hala devam eden uygulamalar karşısında ses çıkartmak ideolojik kaygıdan öte baskıya karşı çıkan her kesim için ahlaki bir sorumluluktur.
Resmi devlet politikaları bir yana insani boyutta bile gündeme getirilmesi beklenen bu uygulamalara karşı her türlü muhalefeti bir kenara bırakıp halk düzeyindeki kardeşlikten çok resmi düzeydeki muhabbete razı olunması Türk dış politikası açısından yeni bir durum.
Türkiye bölgede etkin olmak adına Suriye-İsrail barışına enerji harcadığı kadar Müslüman Kardeşler üyesi olmanın hala idamı gerektirdiği, 100 bin kişinin çeyrek asırdır sürgünde dolaşmaya zorlandığı uygulamaların kaldırılması için çaba gösterse çok daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mı?
Resmi devlet politikalarına çok çabuk angaje olan ve bunu da İslamcılık zannedenlerin bizzat İslamcılık düşüncesiyle çeliştiklerini ve dahası bunun bir insani mesele olduğunu birileri hatırlatmalı.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT