Ramazan ve ibadet hayatımızı kuşatan üç tehlike
Prof. Dr. Mehmet Görmez, İslâm Düşünce Enstitüsünde verdiği ve Youtube üzerinden yayımlanan sohbetlerinde bu hafta Ramazan ayı bağlamında ibadet hayatımızı kuşatan üç tehlikeyi ele aldı.
Konuşmanın tam metni:
Ramazan ve İbadet Hayatımızı Kuşatan Üç Tehlike
Bismillahirrahmanirrahim.
Bizleri var eden Yüce Rabbimize sonsuz hamd ü senalar olsun.
Hz. Adem’den Hatemü’l-Enbiya Muhammed Mustafa’ya kadar insanlığın yolunu aydınlatan bütün peygamberlere salât u selam olsun.
İki yıldır karantinada geçirmekte olduğumuz Ramazan-ı Şerifin, yürekler üzerindeki bütün karantinaların kalkmasına vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
***
Aziz Kardeşlerim,
“Sayılı günler” olan bir Ramazan ayının ikinci yarısındayız.
Sezai Karakoç, oruç ve Ramazana dair muhalled yazılarından birinde şöyle der: Ölüme doğru koştuğumuz bu son çağlarda İslam toplumu tam ölmemişse ve hâlâ yaşıyorsa bunu gelip gelip kendisini dirilten Ramazanlara borçludur. İslam ümmeti bir gün tam dirilecekse bu da yine bir Ramazanda başlayacaktır.[1] Her yıl Ramazanlar gelip gelip gidiyor. Peki, her sene gelen Ramazan bize ne kadar hayat veriyor? Bizi ne kadar değiştiriyor? Yoksa biz mi onu değiştiriyoruz? Her geldiğinde biz mi ondan bir şeyler koparmaya çalışıyoruz?
Bu sorulara cevap vermek için ben, bugünkü dersimde, başta oruç ve Ramazan olmak üzere ibadet hayatımızı kuşatan üç büyük tehlikeden ve bunların çarelerinden söz etmek istiyorum.
***
Birinci tehlike; ibadetlerimizin şuur, bilinç, akıl ve tefekkür boyutunu kaybetmesidir. İbadetlerimizin sıradanlaşması, rutinleşmesidir. Ruhunu kaybetmesidir. Sadece şekle indirgenmesidir. Anlamsız tekrarlara dönüşmesidir. Hayata anlam katmamasıdır.
Oysa ibadet, varlığın dilidir, yaratılışın hikmetidir. Gayesi, varlığımızı ve hayatı anlamlandırmaktır. Hâl böyleyken müminin elinde ibadetlerin anlamını kaybetmesi, büyük bir tehlikedir. İbadetlerimizin gayesi hayatımızı sıradanlaşmaktan kurtarmaktır. Hâl böyle iken ibadetin bizatihi kendisinin sıradanlaşması, rutin hale gelmesi, ruhunu kaybetmesi, ibadetlerimizin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikedir.
İbadetlerde şekil, elbette ruhun kabı olması bakımından önemlidir. Fakat, ruhu yok olan şekilcilik, ibadeti yok ediyor. Ruhunu kaybeden bir ibadet; namazı bedene hapsediyor. Orucu perhize dönüştürüyor. Haccı seyahate çeviriyor. Ruhunu kaybeden şekilcilik, her ibadetin önündeki en büyük tehlikedir.
İkinci tehlike; ibadetlerimizin gönül, kalp, ihlas ve samimiyet boyutunu kaybetmesidir. Bir riya ve gösterişe dönüşmesidir. Bir fayda ve menfaate evrilmesidir.
Oysa her ibadetin kıblesi niyettir. Allah Resulü’nün ifadesiyle إنما الأعمال بالنية / her amel, ancak niyetle değer bulacaktır.[2] Niyet amelin çekirdeğidir. Ameller, niyet dediğimiz çekirdeğin ürünüdür. Çekirdeğin ekildiği yer şüphesiz kalptir. Fakat, çekirdeği eken akıldır. Bu nedenle akleden bir kalbe sahip olmak ne kadar önemliyse kalbi olan bir akla da sahip olmak o kadar mühimdir.
Üçüncü tehlike; ibadetlerimizin ahlak boyutunu kaybetmesidir. İbadet ile ahlakın birbirinden ayrılmasıdır. İbadetin vesile olmaktan çıkıp gayeye dönüşmesidir.
İbadetlerimizin gayesi, bizi erdeme, fazilete, merhamete, adalete, yüksek ahlaka götürmek iken ahlaktan koparılıp gayeye dönüşmesi, ibadetin önündeki en büyük tehlikelerden bir tanesidir. Bu, aynı zamanda, modern zamanlarda genel olarak dindarlığın karşı karşıya kaldığı bir tehlikedir. Bugün dindarlık; din-ahlak ilişkisini kuramıyorsa, iman-amel ilişkisini birbirinden keskin hatlarla ayırıyorsa bu, ibadetlerimizin ahlaki boyutlarını kaybetmesindendir. İbadet ve takva kavramlarını ibadet-i mersumeye indirgemesindendir.
Bu tehlikenin sebeplerine bir şey daha ilave edilebilir ki; o da haram lokmadır. Haramla beslenen bir kimsenin, ibadetin ruhuna erişmesi zordur. İbadetinin ahlaka dönüşmesi imkânsızdır. Allah Resulü’nün buyurduğu gibi; مطعمه حرام ومشربه حرام وملبسه حرام وغذى بالحرام فأنى يستجاب لذلك / Yemesi haram, içmesi haram, giymesi haram, haramla beslenen bir kimsenin ibadetini/duasını Allah nasıl/niye kabul etsin?[3]
İbadetleri kuşatan bu tehlikelerin farkında olmayanlara yönelik Kur’an’ın şu soru ve cevabı dikkat çekicidir: قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْاَخْسَر۪ينَ اَعْمَالاًۜ / Çok iş yaptığı halde en çok zarar eden kimseleri size haber vereyim mi? اَلَّذ۪ينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعاً / Onlar çok iyi işler yaptıklarını zannederler, fakat bütün yaptıkları boşa gider.[4]
***
Aziz Kardeşlerim,
Peki, nedir bu hastalıklarımızın çaresi? İbadet hayatımızdaki bu üç tehlikeyi nasıl bertaraf edeceğiz? Mümin, bu üç tehlikeyi nasıl ortadan kaldırabilir? Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, Kur’an ve sünnet, her fırsatta bizi bu üç tehlikeye karşı uyarmış ve bu tehlikelerin çarelerini de bütün yönleriyle göstermiştir.
Birinci çare; ibadetlerimizdeki şuur ve bilinci diri tutmak, akıl ve tefekkürümüzü sağlamlaştırmak için ibadetlerin metafiziği, anlamlar ve semboller dünyası üzerinde düşünmektir. Bu da ancak hem ibadetlerimizin varlık sebebi hem de ibadetlerin her rüknü üzerinde hikmet okumaları yapmakla mümkündür: kıyam, rükû, secde, namazda okuduğumuz ayetler ve tesbihat, imsak, iftar, sahur, kıyamu’l-leyl (teravih), itikaf, tavaf, say, istilam, vakfe, ihram vb.
İslam fakihleri, İslam’ın bütün hükümlerini talili ve taabbudi diye ikiye ayırmışlardır. Yani bazı hükümlerin varlık sebebi, bir illet, hikmet ve maslahattır. Bazılarının ise sadece taabbuttur, Allah’a ibadettir. Bu, taabbudi olan hükümlerin bir hikmete dayanmadığı manasına gelmez. Zira Allah’ın en önemli esmasından birisi el-Hakîmdir. Rabbimizin her fiilinde, her emrinde, her yaratışında hikmetler vardır. İnsana düşen görev, aklın en büyük ibadeti tefekkür ile bu hikmetleri anlamaktır. Hükümle hikmeti ayırmamaktır. Zira hikmetsiz hüküm zayidir. Akılla inancı birbirinden ayıran Fideist bir tutumla “hikmetinden sual olunmaz” deyip bir kenara çekilmek, doğru değildir. Daima hikmet arayışında olmak gerekir.
Zira varlıkta, dinde ve ibadette abes yoktur. مَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثاً / Ben sizi abes yere yaratmadım.[5] Ne yaratılışta ne de dinde anlamsız, faydasız, gayesiz hiçbir şey yoktur. İşte müminin ibadetlerdeki bu gayeyi anlaması, bu gayeler üzerinde tefekkür etmesi; şuurunu diri tutar, bilincini canlı kılar.
İkinci çare; kalbin en büyük eylemi olan niyeti sağlamlaştırmaktır. İhlas ve samimiyetten ayrılmamaktır. Zira niyet her ibadetin kıblesidir. O kıblede; sadece Allah vardır. Sadece vechullah vardır. İhlas vardır. Samimiyet vardır. Ona olan şükrümüz vardır. Hamdimiz vardır. Muhabbetimiz vardır. Bağlılığımız vardır. Huşu vardır. Kurbet vardır. Ona yakın olma arzusu vardır. Kalpleri her türlü kötülüğün işgalinden kurtarmak vardır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle kalbi paslanmaktan,[6] katılaşmaktan,[7] kilitlenmekten,[8] hatta hastalanmaktan,[9] körleşmekten[10] ve sonunda mühürlenmekten[11] korumak vardır.
Üçüncü çare ise daima ibadet-ahlak ilişkisini diri tutmaktır. İbadetin bizatihi kendisinin gaye olmadığının bilincinde olmaktır. Zira ibadetler bir gaye değil; birer vesiledir. İbadetin nihai gayesi ahlaktır. Ancak böyle bir bilinçte olan bir mümin, ibadetleriyle her daim yeni bir ahlak inşa edebilir.
Bunun önemli bir parçası da helal lokmadır, helal kazançtır. Bu nedenledir ki, Allah Resulü, Sa’d b. Ebî Vakkâs’a; Yediklerinin helâl olmasına dikkat et ki, ibadetlerin/duaların kabul olsun.[12] buyurmuştur.
Elbette biz kişinin niyetini bilemeyiz. Ancak, İslam’ın din-ahlak, ibadet-ahlak ilişkisine dair ortaya koyduğu ilke ve esaslar sayesinde, bir ibadetin makbul olup olmadığını anlayabiliriz. Zira bir ibadetin Allah nezdinde kabul olup olmadığını, o ibadetin bizde ahlaka dönüşüp dönüşmediği belirler. Buna göre ibadet, kişinin hayatında bir ahlaka dönüşmüşse bu, onun ibadetinin Allah nezdinde makbuliyetini gösterir. Nitekim Kur’an’da Yüce Rabbimiz namaz için اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ / Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder,[13] buyurur. Allah Resulü, oruçla ilgili; من لم يدع قول الزور والعمل به فليس للَه حاجة فى أن يدع طعامه وشرابه / Allah'ın, yalanı ve yalana göre hareket etmeyi terk etmeyenin yemeyi ve içmeyi bırakmasına ihtiyacı yoktur,[14] buyururken tam da bunu kast eder.
Bir kez daha ifade etmek gerekir ki, ahlak ibadetin gayesidir. İbadetin Allah nezdindeki kabulünün en büyük tezahürü; evde, çarşıda, pazarda, okulda her hâlükârda ahlaki davranışlara dönüşmesidir.
Bugün ibadetin ahlak boyutunu kaybetmemek için Kur’an’ı bir ahkâm kitabı olarak okuduğumuz kadar bir ahlak kitabı olarak da okumalıyız. İbadetlerimizi ahlaka dönüştürebilmek için sünneti bir ahlaki davranışlar manzumesi olarak yeniden ele almalıyız.
***
Değerli Kardeşlerim,
Kadim geleneğimizde ibadetlerin hem akıl ve tefekkür boyutu hem kalp ve gönül boyutu hem de ahlak boyutunu derinlemesine ele alan, ibadetlerin metafiziğine dair üç türlü literatür gelişmiştir: Makâsıd, Hikmet-i Teşri, Esrar. Bu literatürün her üçü de ibadetlerin varlık sebeplerini, gayelerini, hikmetlerini ve esrarını konu edinmiştir. Geleneğimizde onlarca makâsıd-u salât (namazın gayeleri), esrâru’s-sıyâm (orucun sırları), hikmet-i teşrîi’s-salât (namazın hikmetleri) eseri var. Gazâlî, Hâkim Tirmizî, İzz b. Abdisselâm, Aliyyü’l-Kâri gibi âlimlerimiz bu konuda önemli eserler verdiler.
***
Ancak modern zamanlarda, dinî düşüncedeki daralma ve zayıflama nedeniyle ibadetlerin metafiziğini ele alan bu literatür yenilenemedi. Bu zengin literatürü devam ettirmek yerine nispeten seküler, fayda eksenli yazılar yazıldı. İbadetler bazı zorlama bilimsel izahlarla anlatılmaya çalışıldı: Oruç perhiz ve sağlık ile, namaz tıbbi tedavi ve sportif egzersiz ile izah edilmeye kalkıldı. Kurban ibadeti sadece paylaşmaya indirgendi. Savunmacı, indirgemeci bir üslup egemen oldu. Dahası, ibadetlerin engin metafiziği, psikolojik ve sosyolojik değerlendirmelerin gölgesinde kaldı. Halbuki dinî düşünce; din ile hayat arasındaki, insan ile dinî bilgi arasındaki ilişkiyi sürekli canlı tutan, değişimin meydan okumalarına karşı sürekli kavram üreten bir düşüncedir. Sadece birtakım ilimlerden ve felsefeden de ibaret değildir. Edebiyatı, sanatı da içerir. Bugün bu düşüncenin ne tefekkür boyutu ne edebiyat ne de sanat boyutu, böyle bir canlılıkta değil. Bu nedenle böylesi bir faydacı bakış açısı, ibadetlerin Allah’a açılan manevi kapılarını ihmal ettiği için ona ulaştıran yollarını zayıflattı. Halbuki ibadetlerin en büyük gayelerinden biri, kurbettir, Allah’a yakın olma arzusudur. İbadetler, yükümlülükten, vebalden kurtulmak için değil; Rabbimizle buluşmak, ona yakın olmak için yapılır. Yakınlık, ancak gaye ile gerçekleşir. Gaye de iyiliktir, ahlaktır, merhamettir.
İbadetlerin hikmetlerini tefekkür etmek yerine gayesinden ve ruhundan arındırıp bizatihi kendisini bir gayeye dönüştürmek ne kadar yanlış ise ilahî hüküm ve hikmetlerin dışına çıkarak kendi indî mütalaalarını birer ilahî hikmetmiş gibi takdim etmek, hele hele “kalbim temiz” edebiyatıyla ibadetleri iptale yeltenmek o kadar yanlıştır. Aksi takdirde, mesela, orucun hikmetini; zenginin fakirin halinden, tokun açın halinden anlamasına indirgeyip “madem öyle, fakirlerin oruç tutmasına gerek yok” gibi bir usulsüzlüğe düşmek kaçınılmazdır.
***
Aziz Kardeşlerim,
Bütün ibadetler için söylediğimiz bu hususlar bilhassa oruç ve Ramazan ibadeti için de fazlasıyla geçerlidir.
Modern zamanlarda İslam dünyasında oruç ve Ramazanın hikmetleri üzerinde pek çok kalem erbabı yazılar yazdı, kitaplar telif etti. Mutafa Sadık Râfi’î’den Abbâs Mahmûd Akkâd’a, Muhammed Gazâlî’den Muhammed Kutub’a, İkbal ve Aliya’dan Sezai Karakoç’a kadar pek çok mütefekkir, bu konuda bir literatür oluşturacak seviyede mühim eserler kaleme aldı.
Kadim ve cedit literatürü bir bütün olarak ele aldığımızda çok zengin değerlendirmeler içeren hikmet okumalarıyla karşılaşırız.
Bazı müfessirler, doğrudan Kur’an ayetlerini esas alarak Ramazanı Kur’an ve takva üzerinden değerlendirir. Buna göre Ramazan, her sene bize Kur’an’ı yeniden getiren bir vahiy mektebidir.
Bazı müfessirler ise orucun farziyetini bildiren ayetlerden hareketle Ramazanı hal ile takvaya (لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ),[15] mal ile şükre (لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ),[16] ilim (Kur’an) ile rüşde ileten (لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ)[17] bir ay olarak tarif eder.
Pek çok düşünür oruç ve Ramazanı, yeni bir insan tanımı olarak ele alır. Buna göre Ramazan insanın mide ve şehvet üzerinden tanımlanmasına itirazdır. Ramazan ve oruç beşeriyetten âdemiyete, âdemiyetten insaniyete yükseliştir.
Bazı yazarlar oruç ve Ramazanı, yeni bir toplum tanımı olarak ifade eder. Buna göre Ramazan, menfaatlerden müteşekkil toplumu, kalpler arasında merhamet şebekesi olan ümmete çeviren bir ibadet mevsimidir.
Aliya gibi bazı mütefekkirler, Ramazanı, zıt kutupları birleştiren bir maneviyat iklimi olarak görür. Buna göre Ramazan; yer ile göğü, dünya ile ahireti, beden ile ruhu, birey ile toplumu, hatta çiftçinin kulübesi ile kralın sarayını eşitleyen maneviyat iklimidir.[18]
Pek çok âlim, orucu, müminin kendi iradesine sahip olmasını sağlayan ibadet olarak telakki eder. Oruç ve Ramazan ile yeni bir özgürlük tanımı yapar. Buna göre özgürlük, bir şeyleri sadece yapabilme değil; aynı zamanda bazı şeylerden feragat etmektir.
Sezai Karakoç ise orucu, tabiatın bir parçası olarak okur. Tarihin bir parçası olarak görür. Hatta tabiatla tarihi birleştiren bir ibadet olarak yorumlar. Buna göre insanın hayatı boyunca tuttuğu oruçların kaydedildiği büyük oruç kitabı vardır ve bu kitap ahirette en büyük şahitler arasındadır. O, Ramazanı, bir aylığına dünyamızdan ahirete hicret etmek olarak telakki eder.
Ona göre sadece insanlar değil; oruç da acıkır. Orucun acıktığı namazdır. Örtündüğü merhamettir. Kuşandığı, Allah’ın adının yükseltilmesidir yani cihattır. Ab-ı hayat gibi susamaya kanamadığı su, Kur’an sesidir.
Hatta orucun da iftarı vardır; oruç müminin kalbinde iftar eder. Onun sofrasında göğe mahsus yiyecekler bulunur. Bunlar; semaya yükseltilen dualardır, derinleşen secdelerdir, Kur’an sesiyle aydınlanan ikindilerdir, Allah adıyla diriltilen gecelerdir.[19]
Bazı dilciler ise Ramazan kelimesinin etimolojisi üzerinden bir hikmet okuması yapar. Ramazan kelimesinin رمض kökünden gelen “kavurucu ateş” manasını esas alanlara göre Ramazan dediğimiz hikmet okulu, mümini ham iken oldurur, olgunlaştırır, müminin yaptığı yanlışlıkları, kötülükleri yakıp kül eder, onu olgun bir mümin haline getirir.
Ramazan kelimesinin رمضاء kökünden gelen “sonbahar yağmuru” manasını esas alanlara göre ise tozu toprağı temizleyen sonbahar yağmurları gibi Ramazan da mümini arındırır, arınmış bir toplum inşa eder.
Peki, bunların hangisi doğru? Oruç ve Ramazana dair bu hikmet okumalarının, şüphesiz hepsi doğru. Oruç ve Ramazanın hikmetleri bunlardan mı ibaret? Elbette ki, hayır. Müminler kıyamet sabahına kadar yaşadıkça oruç ve Ramazanın daha nice hikmetleri bizleri kuşatmaya devam edecektir.
***
Kıymetli Kardeşlerim,
Son olarak içinde bulunduğumuz bu zor zamanlar nedeniyle bir çağrıda bulunmak istiyorum: Allah nasıl ki namazı zekâttan, orucu sadakadan, haccı infaktan ayırmıyor. Siz de bu zor zamanlarda ibadetlerinizi infaktan ayırmayın. İbadetlerinizi infak ile besleyin.
Zira insanların en cömerdi Peygamber Efendimiz (sas.), Ramazan-ı Şerifte cömertlikte hiçbir engel tanımaz; bütün ibadet ve ihsanlarını artırdıkça artırırdı. Nitekim kendisine فَأَىُّ الصَّدَقَةِ أَفْضَلُ / Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür? diye sorulduğunda: صَدَقَةٌ فِى رَمَضَانَ / Ramazan-ı Şerifte verilen sadaka, buyurmuşlardır.[20]
Allah, bizleri, yaptıkları boşa gidenlerden eylemesin.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Allah’a emanet olunuz.
[1] Sezai Karakoç, …………………...……………………………………………………………………………
[2] Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155.
[3] Müslim, Zekât, 65.
[4] 18/Kehf, 103-104.
[5] 23/Mü’minûn, 115.
[6] 83/Mutaffifîn, 14.
[7] 2/Bakara, 74.
[8] 47/Muhammed, 24.
[9] 2/Bakara, 10.
[10] 22/Hac, 46.
[11] 45/Câsiye, 23.
[12] Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, thk. Târık b. İvezullah b. Muhammed-Abdulmuhsin b. İbrâhim el-Hüseynî, Dâru’l-Harameyn, Kâhire 1415, VI. 310.
[13] 29/Ankebût, 45.
[14] Buhârî, Savm, 8.
[15] 2/Bakara, 183.
[16] 2/Bakara, 185.
[17] 2/Bakara, 186.
[18] Geniş bilgi için bkz.: Aliya İzzetbegoviç, ……………………………………………………………………
[19] Geniş bilgi için bkz.: Sezai Karakoç, ………………….........…………………………………………………
[20] Tirmizî, Zekât, 28.
HABERE YORUM KAT