Rabbimize yakınlaşma vesilesi olarak kurban
Rabbimizi daha çok zikretmek, O’na yakınlaşmak için vesileler aramak, hayırlı amellerimizi çoğaltmak için fırsat sayılması gereken önemli bir zaman dilimindeyiz. Kuran-ı Kerim’de “Hac bilinen aylardadır” buyruğuyla dikkat çekilen bir zaman dilimi bu.
İbrahim aleyhisselam’dan bugüne devam eden Hac ibadetinin yerine getirildiği bu günler elbette özel bir öneme sahip. Yine Kitabullah’ta açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte üzerine yemin edilen 10 gecenin içinde bulunduğumuz Zilhicce ayının ilk gününe işaret ettiğine dair kuvvetli rivayetler mevcuttur.
İmkân bulanlar için hayatlarında en az bir kere dahi olsa yerine getirilmesi gereken Hac ibadeti yanında, bugünlerde Hacca gidemese de yine imkanı olanların kurban ibadetiyle Rabbu’l-Alemin’i tesbih, tazim ve takdis etmesi, O’ndan başka ilah, rab, mevla ve sahip tanımadığını iade etmek üzere tekbirlerle O’nu zikretmesi emredilmiştir.
Allah Teala Hacceden kardeşlerimizin Haccını mebrur eylesin; bizlerin de ibadetlerimizi, dualarımızı, keseceğimiz kurbanları kabul eylesin. Rabbu’l-Alemin kurban bayramını her türlü nefsani illetlerden, bencillikten sıyrılmamıza ve kardeşlik, dayanışma ve sorumluluk bilincimizin gelişmesine, pekişmesine vesile kılsın.
Şeairullah
Maide suresinin 2. ayetinde Hac ibadetiyle ilgili mekânlar, yasaklar ve ibadetleri içerdiği bilinen ‘şeairullah’ (Allah’ın işaretleri) kavramının aslında Rabbimize kulluğumuzu hatırlatan, bunu simgeleyen her şeyi kapsadığını düşünebiliriz. Bilhassa şeytanların tasallutu altında ruhlarımızın ezildiği ortamlarda bize Aziz ve Celil olan Allah’ı hatırlatan, hayatın anlamı, kulluğun gerekleri hususunda tefekküre çağıran işaretlere, sembollere çok daha fazla ihtiyaç duyarız.
Bu manada sürekli bizi paraya, ticarete, alışverişe, daha fazla tüketmeye, daha çok eğlenmeye, daha leziz yemekler yemeye, hoşça vakit geçirmeye davet eden bir atmosferin cazibesini reddedip, bizi hayırlı, salih amellere, takvaya davet eden vesileleri iyi değerlendirmek ve çoğaltmak zorunda olduğumuzu bilmeliyiz.
Bizi Mesud ve Mutmain Kılan Ameller Neler?
Nefsimizi kontrol altında tutmalı, bilincimizi, kalbimizi diri ve direngen kılmalıyız. Fani olduğunu bildiğimiz ve baki olana hazırlık için var olduğuna iman ettiğimiz şu kısa dünya hayatında bize hangi amellerin zevk verdiğini, bizi mutmain ettiğini kendimize sormalıyız. Gerçekten acaba dünyevi zevkler ve arzular mı yoksa Allah için yapıp ettiklerimiz mi bizi daha fazla mutlu ediyor?
Örneğin muhtaç kardeşlerimiz için kestiğimiz kurbanlarımız, infaklarımız, mazlumların haklarını dile getirmek ve zulmedenleri lanetlemek için gerçekleştirdiğimiz eylemlerimiz, bizden ilgi ve destek bekleyen kardeşlerimizle kucaklaşmamız bizi kendimizle daha barışık, daha huzurlu ve mutmain kılıyor mu? Tüm bunları gerçekleştirmediğimizde, bu tür amelleri ifa etmediğimizde acaba içimizde bir eksiklik, huzursuzluk duyuyor muyuz?
Gündelik hayatta, insanlarla ilişkilerimizde gördüğümüz yanlışlara, münkerlere, fahşaya karşı tavır alıp tepki verdiğimizde mi yoksa görmezden geldiğimizde mi daha çok gerilim ve sıkıntı hissediyoruz? Eğer ilki oluyorsa bu yanlış giden bir şeylere işarettir.
Bilakis Allah’a isyanı yansıtan her iş, her görüntü, her söz ve eylem bizi sıkmalı, muhasebeye ve tavra sevk etmeli! İman bunu gerektirir. Biliyoruz ki iman ile atalet ve rehavet çelişir; iman ile vurdumduymazlık, umursamazlık asla bağdaşmaz.
İyad el-Kuneybi’nn Türkçe’ye ‘Makaleler-Risaleler’ adıyla çevrilen kitabında hatırlattığı şu husus dikkat çekicidir: “Allah için kızmak, Müslüman toplumlarda adeta bir suç olmuş, hatta bazı seçkinlerin, öne çıkmış davetçilerin ve kimi İslami yapıların bile suç kabul ettiği bir şey olmuştur… Oysa gevşeklik, umursamazlık asla aşırılığın tehlikesinden daha az değildir… İnsanlar aşırılığın ateşinden, Allah’ın hakkı, Resulünün hakkı ve dininin hakkında gevşeklik ateşine kaçmışlardır. Bu gevşekliğin tehlikesi asla aşırılığın tehlikesinden daha az değildir.”
Hidayet En Büyük Lütuftur!
Zihnimizi de, kalbimizi de eğitelim; benliğimizi şirkten, batıldan nefret etmeye, Rabbu’l-Alemin’e taat ve ibadetten ise haz duymaya alıştıralım. İbadeti bir yük olarak değil, hayatımıza anlam katan, bizi biz yapan, eşrefi mahkukat olduğumuzu bize hissettiren Rabbimizin bir lütfu, bir nimetler dizisi olarak algılamaya çalışalım. Kendimizi de çoluk çocuğumuzu da sesimizin ulaştığı tüm yakınlarımızı, dostlarımızı da buna sevk edelim. Namazın, orucun, infakın, hakka ve adalete şahitliğin sıradan, rutin işler olmayıp şu geçici dünyada bizi aziz kılan ayrıcalıklar olduğunu hissedelim ve hissettirelim.
Yazık ki Allah azze ve celleye gerektiği gibi kulluk ve ibadet hususunda gevşekliğin, umursamazlığın yaygın olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bu çok büyük bir felakettir. Herkes depremi, ekonomik krizi, konut sıkıntısını vs. konuşuyor. Bunların hepsi ciddi sorunlar elbette ama bu ülkenin, bu toplumun maruz kaldığı asıl büyük felaket ibadet algısındaki sapmadır, zaaflı kulluk bilincidir.
Çelişki Denizinde Boğulmak
Bu toplum bu çelişkiyi derinden yaşıyor. Namazdan, oruçtan, infaktan, tesettürden uzak nesiller yetişiyor. Kapatıldığı ulusal zindanları kutsayan ve Ümmet’i aşağılayan bir anlayışın yaygınlığı biliniyor. Müslüman halkları tahkir eden, onları küçümseyen ama ileri, medeni gördükleri için Batılı toplumlara hayranlık duyan geniş bir kesim var bu ülkede. Aynen hayran oldukları Batılılar gibi kediler, köpekler için akılalmaz bir hassasiyet sergileyen ama muhacirleri, mültecileri adeta denize dökülmesi gereken bir çöp yığını gibi algılayan garip bir zihniyet.
Dikkat edilirse medeniyet kriteri bütünüyle ekonomik refah, maddi gelişmişlik, hayat standardının yüksekliği ile ölçülüyor. Aynı toplumların insani erdemler hususunda nerede durdukları ise dikkat çekmiyor. İşte geçtiğimiz hafta gördük. Akdeniz’de 700’den fazla insanın can vermesiyle sonuçlanan bir facia yaşandı. Ama kendisine gıpta edilen ülkeler genel manada bu faciaya göz yumdular.
Eğer faciaya konu olan canlılar Caretta Carettalar, Fok balıkları, pandalar vs. olsaydı muhtemelen büyük bir seferberlik yaşanırdı. Ne var ki kimi Asya’dan, kimisi Afrika’dan gelen kara derili, kara kafalı insanların solan, kaybolan hayatları bu medeniyet şampiyonlarını pek rahatsız etmedi.
Hiç kuşkusuz mesele hayatın nasıl yorumlandığı, hayat içinde önceliklerin ne olduğu meselesidir. Çarpık bakış açısı Batıya baktığında ekonomik gelişmişlik, şehirlerin kalkınmışlığını görüyor. Biz ise baktığımızda Akdeniz’in sularına terk edilen mazlum insanların yalnızlığını, çaresizliğini görüyoruz.
Bu mazlumlar için yapabileceğimiz fazla bir şey yok ama en azından maruz kaldıkları zulmü dile getirerek vicdanımızın diri olduğunu, insanlığımızın ölmediğini haykırabiliriz. Allah Teala bu korkunç faciada boğulan mazlumları rahmetiyle kuşatsın, maruz kaldıkları zulmü dillendirme çabamızı kabul buyursun!
Hayatı İbadet Kılmak
Yaşadığımız toplumda Allah’ı birleme hususunda sergilenen gevşekliğin bir felaket olduğunu söylemiştik. Belki bununla kıyaslanamaz ama bizi de ihata eden bir olumsuzluk olarak ibadetlerin sıradanlaşması halinin de ihmal edilmemesi gereken bir tehlike kaynağı olduğunu hatırlatalım.
Hiç şüphesiz Rabbu’l-Alemin’i razı etme ve O’na kulluğumuzu ifa ve hamdimizin bir yansıması olan ibadetlerimizin bilinçli, iradi bir yönelim olmaktan çıkıp rutinleşmiş bir faaliyete dönüşme riskine karşı uyanık olmak zorundayız. Rabbimizin rızasını umarak ve emirlerine uyarak gerçekleştirdiğimiz ibadetlerin tümü bizi daha bir canlı, azimli, umutlu kılmalı.
İbadet hayatımızı güzelleştirmek için, hayatımızı bir bütün olarak ibadet kılmak için daha çok gayret etmeliyiz. Hayatımızı bir kimlik bütünlüğü, tutarlılık ve samimiyet ekseninde geliştirmek için eksiklerimizi gidermeye çalışmalıyız.
Bu dünyada asıl işimizi, meşguliyetimizi, varlık nedenimizi Allah’a çağırmak, salih ameller işlemek olarak tanımlayıp; “Müslimlerden, Müminlerden olmayı” şiarlaştırmalıyız. İman edip salih ameller işleme ve hakkı ve sabrı yaygınlaştırma çabası haricinde kalan her işin, uğraşın sonu hüsran ile biten derin bir pişmanlık olacağını unutmamalıyız.
‘inneni minel müslimin’
Ahmed Reysuni, İslam Hukuk Felsefesine Giriş adlı eserinde Taceddin es-Subki’nin şunu söylediğini aktarır: “Beş vakit namazda her Müslümanın üzerinde benim, benim üzerimde de her Müslümanın hakkı vardır. Bir Müslüman namazında bunu savsaklarsa diğer Müslümanın hakkını çiğnemiş olur. Çünkü Müslüman namazında “Selam bize ve Allah’ın salih kulları üzerine olsun” demektedir. Resulullah (s) ‘Müslüman bu duayı söylediğinde bu dua yerde ve gökte olan her Müslümana ulaşmıştır’ buyurmuştur.” (Tırmizi; Ebu Davud)
Ne çarpıcı bir hatırlatmadır ‘Müslimlerden olmak’. Verili tanımlamaları, soy, cinsiyet, bölge, aile vs. türünden mensubiyetleri bir kenara bırakıp, her türlü cahili aidiyetten sıyrılıp hayata sadece İslam perspektifinden bakabilmek ve bencilliği aşıp kendini kardeşlik topluluğunun parçası hissetmek. İşte bunu hedeflemeli ve son nefesimize kadar bu çizgiyi sürdürmeliyiz. Rabbimiz bizi dini yolunda sabit kadem eylesin.
Rabbimiz Kurbanlarımızı, infaklarımızı, ibadetlerimizi kendisine yakınlaşmamız için vesile kılsın. Kurban Bayramını acıyla yoğrulan Ümmet coğrafyasında bir nebze olsun sevinç dalgasının yayıldığı günlere tebdil eylesin.
YAZIYA YORUM KAT