
Prof. Dr. Atilla Yayla: Gezi antidemokratik bir isyan hareketiydi
Yeni Şafak’ın özel serisi Benim Hikayem’in ilk bölümünde konuğu olan Prof. Dr. Atilla Yayla, hayat hikayesine ve güncel konulara dair soruları cevapladı.
Şefika Nur Çiftçi / Yeni Şafak
Siyaset Bilimci Atilla Yayla ile eğitim-öğretim hayatından, 2006 senesinde maruz kaldığı linç girişimine, Gezi kalkışmasına dair kaleme aldığı ve oldukça ses getiren köşe yazılarından, sahipsiz köpek meselesine çeşitli konuları ele aldık.
- Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim hocam. Hayat hikayenize dair bilmediğimiz satır aralarını dinlemek istiyoruz. Atilla Yayla'nın hikayesi nerede ve nasıl başladı?
Benim akademik hikayem Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesindeyken başladı. Siyasal Bilgiler Fakültesine bir, 'sadece sosyalist' olarak gelmiştim. Şimdi sadece sosyalist terimi biraz tuhaf gelebilir ama sosyalistlerin sağcısı da vardır, solcusu da vardır. Sadece sosyalist, anti komünist sosyalist demektir. Aileden gelen eğilimlerle, komünizme karşıydım ve komünizme karşı dikkatli olmak gerektiğini düşünüyordum ama komünizmin ne olduğundan da haberdar değildim. İki arkadaşımın etkisiyle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdim ve ikinci sınıfta bir fikri değişim ve dönüşüm süreci başladı. İnandığım şeylerden şüphe etmeye başladım, devamlı tekrarlanan görüşleri sorgulamaya başladım. Biz iki arkadaştık Mustafa Erdoğan ve ben, iki kişi beraber olmamız bize çok yardımcı oldu. Çeşitli konularda birbirimizle tartışıyorduk, müzakereler gerçekleştiriyorduk. Orada hocalarımdan da etkilendim. Belki ismini zikretmemde fayda var. İktisadi Düşünce Tarihi dersi hocası Profesör Doktor Aydın Yalçın'dan çok etkilendim. İkinci sınıfta zannediyorum ki İktisadi Doktrinler Tarihi dersi veriyordu hoca. Sosyalist öğrenciler dersi sabote etmek için geliyorlardı. Saçma sapan sorular soruyorlardı. Hoca sakin bir şekilde elleri cebinde dolaşarak cevap veriyordu. Hoca da anti komünist olduğu için bu tarafı hoşuma gitmişti. Dolayısıyla hocaya sempati duymaya başladım. Bir sonraki sınıfta onun bir dersini aldım. Seminer dersini aldım. Altı yedi kişiydik seninle dersine alan ama sosyalistlerin egemenlik kurduğu bir okulda olduğu için pek kendimizi dışa vurmak istemiyorduk. Dolayısıyla okul idaresine ben, bizim notlarımızın ilan edilmemesi doğrultusunda bir ricada bulundum ama nasıl olsa öğrenciler öğrenmişler isimlerimizi. Bugünlerden hatıraları zikredecek olursam, ilginç bir şekilde bir manga askerin korumasında derse giriyorduk. Yani manga asker hocanın odasında ders yapıyordu. Kapıda bekliyordu. Biz ders bekliyorduk. Onlar dersten sonra gidiyorlardı. Bu şartlar altında başladım. Ben Maliye Bakanlığından burs almıştım. Dereceyle girdiğim için Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesine ayda 500 de burs vermişlerdi. Okulu bitirir bitirmez bir yazı gönderdiler. Gelip göreve başlamam için. Kabul etmedim. O da Milli Eğitim Bakanlığının sınavına da girmiştim. Orada da memuriyeti kazandım. Ona da gitmedim. Bir gün kaymakam olmayı düşündüm, sonra vazgeçtim ve master yapmaya başladım. Yani biraz tesadüflerle, biraz işte hayatın değişik yollarından aldığım etkilerle akademik hayata yöneldim.
- "İnandığım değerler değişti" dediniz, nasıl değişti?
Kolektivist görüşler o zamanın Türkiye'sinde daha fazla hakimdi. Liberal bir ekol yoktu. Liberal ve muhafazakar bir ekol yoktu. Üniversitelerde ağırlığı olarak sosyalistler ve Kemalistler ve Türk milliyetçileri vardı. Bunların hepsi de bireye bireysel değerlere değil. Kolektifliğe inanıyorlardı, hepsi de dünyanın bütün problemlerini çözmüş sihirli formüller ellerindeymiş gibi konuşuyorlardı. Hiç kimsenin insan hak ve özgürlüklerine inandığı yoktu. Mesela özel mülkiyet özellikle dışlanmaktaydı. İfade hürriyeti, din hürriyeti gibi değerler bizim düşünce dünyamızda yoktu. Düşünce dünyamızda toplu kurtuluş çabası vardı. Yani topluca kurtulacağız. Bütün problemler çözülecek havasındaydık. Bu şeyden şüphe etmeye başladım. Bu görüşlerden şüphe etmeye başladım ve yavaş yavaş yavaş yavaş bu konulardaki birikimim arttıkça tabii ki dünya tecrübem de arttıkça ben de ciddi bir değişim ve dönüşüm başladı. Bu çerçevede belki Türkiye'de entelektüel göç yaşamış, az sayıda insanlardan biri olduğumu söyleyebilirim. Entelektüel göç kavramı önemli bir kavram. Size verdiğim romanda da entelektüel göçle ilgili tartışmalar var. Entelektüel göç; kişinin inandığı, iman ettiği, mutlak doğru olduğuna inandığı görüşleri terk etmesi ve yeni bir dünya görüşüne geçmesi anlamına gelir. Bu tabii kolay bir süreç değildir. Çeşitli zorlukları vardır, entelektüel göç yaşadım. Bunu şuradan da anlıyorum. Mesela eski görüşümdeki arkadaşlarla zaman zaman karşılaşıyorum. Zaman zaman da sosyal medyadan yazıp çizdiklerini öğreniyorum. Hiçbir değişiklik yok. Hemen hemen aynı çizgide devam ediyorlar ve beni kendilerinden birisi filan zannediyorlar. Zaman zaman bunu düzeltiyorum yani "Ben sizden biri değilim. Çünkü ben bir entelektüel göç yaşadım." Yani sosyal muhitimi, düşünce dünyamı tamamen yıktım ve yeniden inşa ettim. Dolayısıyla bu entelektüel göç olayı mühim bir olay. Türkiye'de yaşayan tek kişi ben değilim, başkaları da yaşamıştır ama azdır bunu yaşayanlar ve çağa da bağlı bu çok yaşlı insanların yaşaması zor bunu.
- Bugün kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Şu an ideolojik olarak kendimi tabii ki klasik liberal olarak adlandırmaktayım. Klasik liberalizmin de daha ziyade Hayek geleneğine sempati duyuyorum ama bu ideolojik bağlılık mesela sosyalizme ideolojik bağlılıkla veya faşizme ideolojik bağlılıkla veya İslamizme ideolojik bağlılıkla aynı anlama gelmiyor. Bu bahsettiğim ideolojiler sert ideolojiler, Liberalizm ise yumuşak bir ideoloji. Yani dünyanın bütün dertlerini çözmüş bir ideoloji değil. Belli temel üç beş tane prensip var. Bu prensiplere dikkat edilmesini istiyor. Onun dışında hayat değişik yorumlara ve çabalara açık. Dolayısıyla kendimi ideolojik olarak liberal addetmekteyim ama liberalizmi de bütün hayatımı kuşatan bir şey olmadığının altını tekrar çizmek isterim. Çünkü "Liberal ol gerisini merak etme" görüşü yanlış bir görüştür. Bu sosyalistler için faşistler için filan uygun olan bir bakış açısıdır.
- O dönem kısa bir gazetecilik deneyiminiz var ondan da bahseder misiniz?
Evet evet. Ben gençlik yıllarımda, lise yıllarımdayken bir sağcı grup tanışmıştım. O sağcı grup içerisinde dolaşmaktaydım. Totaliter bir yapılanmaydı. Yani totarite sadece sola mahsus bir şey değil, sağa da mahsus bir şey. 1976-1977'de Bayrak diye bir gazete çıkartıldı. O Bayrak gazetesinde çalışmaya başladım. Muhabir olmaktan ziyade sayfa editörlüğü yapıyordum. Yani iktisat ve eğitim sayfalarını hazırlıyordum. Döktürüyordum, bir şeyler yazıyordum. Şimdi baktığım zaman saçma sapan şeyler. Doğru cümleler kurmuşum ama saçma sapan bir görüş dile getirmişim. Yaklaşık iki sene filan sürdü sonra onu da bıraktım. Sırf akademik hayata yöneldim.
- Yeni Şafak'ta kaleme aldığınız ilk köşe yazınızda şu alıntıyı yapıyorsunuz Pascal Salin'den, "İnsanlara karşı nazik, fikirlere karşı acımasız" bu duruş size ne kattı ya da ne götürdü?
Bu çok önemli bir ilkedir ama sadece o ilkeyi benimsemekle alakalı değil zannediyorum ki. Biraz da insanın tabiatıyla alakalı bir tarafı var bu ilkenin takip edilmesinin. Ben hala aynı çizgideyim. Yani fikirlere karşı acımasızım. Her türlü fikri eleştirebilirim. Her siyasi partinin her icraatını eleştirebilirim. Çok az burada engellerim var. Kişileri de mesela fikrinden dolayı eleştiririm ama mesela bir fikir ifade eden kişiye, "Vay nasıl bu fikri ifade ediyorsun?" demem. O fikrin niye yanlış olduğunu, yanlış olmasının sebeplerini ortaya koyarak eleştirmeye çalışırım ve o fikrin sahibine de bir nefret geliştirmem o fikrin sahibine karşı da bir düşmanlık beslemem. Bunun altını özellikle çizmekte fayda var. Çünkü özellikle son zamanlarda bana yönelik bu tür şeyler var. Mesela işte üniversite öğrencisi liberal olarak kendisini gören birisi. "Vay Atilla hoca bunu nasıl yazar? Bu liberalizmle bağdaşır mı?" gibi saçma sapan şeyler söylüyor yani nasıl yazdığımı söylüyor.
Bir konuda ben görüş belirtiyorum. "Şu konuda ne diyorsun?" diye başka bir ilgisiz konuyu ortaya seriyor. Bunlar Türkiye'de tartışmanın sağlıklı olmamasına sebep oluyor. Türkiye'de hala sağlıklı bir tartışma kültürü ne yazık ki yok. Yeni Şafak'ta onu ifade etmiştim. Yazılarımda da bu görüşe sadık kaldım. En sert eleştirileri bile en yumuşak üslupla ve hiç kimseyi ötekileştirmeden ve hiç kimseyi düşmanlaştırmadan yapmaya çalıştım. Yazılarımda da fikirlerle uğraştım, kişilerle değil. Hala da aynı çizgideyim. Bu arada Yeni Şafak'taki yazı dönemimde yaklaşık iki sene, üç ay, dört ay falan sürdü. İyi bir dönemdi, mutlu bir dönemdi benim için Yeni Şafak'ta yazılarıma hemen hemen hiç müdahale olmadı. Hemen hemen yazdığımda en mutlu olduğum yerlerden birisi Yeni Şafak'tı diyebilirim.
Liberallerin çok büyük bir dezavantajı var, Türkiye gibi ülkelerde. Belki bütün dünyada, liberaller bir komünite adamı değil. Bir cemaat veya bir komünitesi yok liberallerin. Türkiye'de komüniteler dediğimiz zaman aklımıza gelen komüniteler var. Mesela Kemalistler bir komünitedir. Türk milliyetçileri bir komünitedir. Kürt milliyetçileri bir komünitedir veya İslamcılar bir komünitedir. Komünite olduğunuz zaman hazır bir dinleyici kitlesi bulursunuz ve o kitlenin hoşuna gidecek şeyleri söylersiniz. Şimdi liberallerin böylece seslenebileceği, sahiplenebileceği ve kendilerine sahip çıkabilecek bir komüniteleri yok. Zaman zaman bu komünitelerin hoşuna giden şeyler söylerim. Mesela 28 Şubat sürecinde başörtüsü yasağına karşı çıkmam, dindar muhafazakarların hoşuna gitti. Dolayısıyla bana büyük bir ilgi ve saygı gösterdiler ama mesela "İslam ekonomisi diye bir şey yoktur" dediğim zaman oradan tepki görmek durumundayım veyahut da mesela "Kürtçe'nin eğitim dili olarak tartışması makuldür demokratik bir devlette, devlet önce değil kültür önce gelir, diller devletten eskidir dolayısıyla Kürtçeye saygı gösterilmelidir" dediğim zaman Kürt komünitesinin bir sempatisini alıyorum ama buna karşılık "Terörle demokratik siyaset bir arada bulunmaz, biri diğerine tasfiye etmek mecburiyetindedir. Demokratik hak ve özgürlükleri kullandığı için Kürtlerin terörden vazgeçmesi ve kayıtsız şartsız vazgeçmesi gerekir" dediğim zaman
oradan irite oluyorlar. Kemalistlerle de aynı durumdayım hemen hemen. Kemalistler tabii sistemin egemeni ve resmi ideolojinin sahibi oldukları için daha büyük tepki gösteriyorlar bana ve Mustafa Kemal üzerinden beni vurmaya çalışıyorlar. "Mustafa Kemal düşmanlığı yapıyor" falan diye. Halbuki düşmanlık benim tabiatımda pek yok. Kimseye düşman değilim ama Mustafa Kemal gibi tarihi bir figürü, tarihte iz bırakmış ve hepimizi hala etkileyen kamusal kararlara imza atmış bir figürü eleştirmek, değerlendirmek mecburiyetindeyim. Müspet veya menfi. Siyasi hayatı itibarıyla menfi tarafı daha fazla tartışılır şüphesiz. Dolayısıyla Kemalistlerin pek hoşuna giden bir tarafım yok. Bu liberaller için büyük bir problemdir.
- Yorucu mu Hocam?
Büyük bir acıdır. Çok da yorucudur.
- Hocam size göre Gezi kalkışması neydi ve sizce Gezi'den bize ne kaldı?
Geziye genellikle müspet gözle bakıyorlar. Mesela "Gezi bir demokrasi harikasıydı." "Gezide baskıcı hükümete karşı toplumsal direniş vardı" filan şeklinde bir söylem tutturulduğu görülüyor. Ben tamamen tersi kanaatteyim. Gezi, demokrasiye bir isyan hareketidir. Gezi antidemokratik bir isyan hareketidir ve Gezi'nin demokratik olarak meşrulaştırılması hemen hemen imkansızdır. Bu görüşü ben yanılmıyorsam Balçiçek İlter'in programında gezi olaylarının altıncı günü dile getirdim. Muhafazakarlar tamamen şaşkın vaziyetteydi. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Muhalif çevreler coşmuşlardı. "Hükümet yıkılıyor haydi hurra geziye gidelim" falan diyorlardı ve gezi böyle şen, şirin, makul, demokratik bir direniş gibi görünüyordu. Ben tamamen tersi olduğunu söyledim. Bir defa çatışan toplumsal talepler problemi var. Çatışan toplumsal talepler problemi şu demek. Yani toplumda insan haklarına ilişkin olmayan bir konu ortaya çıktığı zaman bu konudaki görüşler muhtemelen birden fazladır. Gezi de toplumsal talepler çatışmasının çok belirginleştiği bir alandır, Gezi'de gezi alanı park olarak mı kalacak? Yoksa Topçu Kışlası mı yapılacak? Bunun insan haklarıyla doğrudan doğruya bir alakası yoktur. Dolayısıyla bu konuda kimin karar verme hakkına sahip olduğuna bakmamız lazım. Bu kararı verme hakkına doğal olarak belediye sahiptir veyahut da il belediyesine aittir. Veyahut da Ankara'da seçilmiş hükümet sahiptir. Niye sahiptir?
Çünkü bunlar demokratik meşruiyete sahiptir ve bu konuda alınacak karar insan hak ve özgürlükleriyle alakalı değildir. Mesela insanların ifade hürriyetinin kısıtlanması, özel mülkiyet hakkının kısıtlanması gibi bir karar değildir bu. Bu kararın doğru mu, yanlış mı olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Mesela Gezi'ye Topçu Kışlası yapılması yanlış da olabilir ama önemli olan meşru otoritenin bu kararı almış olmasıdır. Çünkü meşru otorite yarın değişir. Mesela CHP işbaşına geldiğinde diyelim ki belediye karar veriyorsa yıkar şeyi Topçu Kışlasını tekrar parka çevirirdi veya Ankara'da hükümet CHP'nin eline geçtiğinde yıkar orayı tekrar parka çevirebilirdi. Bu noktaya dikkat çektim. Bu nokta hiç kimsenin farkına varmadığı bir noktaydı. İkinci problem şiddet. Tabii ki Gezi'de şiddet kullanıldı işte özel bir mülke zarar verildi. Onlarca belediye aracı yakıldı, ambulanslar yakıldı. Esnafa saldırılar oldu filan. İşte parasız market gibi fantezi şeyler ortaya çıktı. Ona dayanarak meşrulaştırmak isteyenler oldu. Bunlar saçma sapan şeyler. Gezi'yle ilgili eski hava yok tabii ki ama belli bir kesimde özellikle sol sosyalist kesimde, bir gezi yüceltmesi var. Hatta Gezi'yle ilgili yazılarımı bir kitap halinde de topladım derledim ve yayınladım. Belki tekrar yayınlamam lazım. Çünkü o kitap üzerinden epey zaman geçti ve yeni yazılar da yazdım. Dolayısıyla gezi demokrasiye karşı bir isyan hareketidir. Seçilmiş hükümete bir zorla dayatmada bulunma çabasıdır. Seçilmiş hükümete aldığı kararı uygulatmama çabasıdır ve bütün bunların hepsi antidemokratiktir. Bundan dolayı Gezi'nin pek yüceltilecek bir yanı yok.
- 2013'te verdiğiniz röportajda, "Eğitim sistemi CHP'li yetiştiriyor" demişsiniz. Hala aynı düşüncede misiniz?
Evet maalesef hala aynı düşüncedeyim. AK Parti kısmi olarak bu eğitim sistemine ortak oldu ama bu eğitim sisteminin temel ideolojisini belirlemeye kadar ilerleyemedi. Mesela ilkokula gittiğiniz zaman ilkokuldaki sınıfların aldığı şekil sınıflarda duvarlarda asılan panolar, fotoğraflar filan Kemalist endoktrinasyonun devam ettiğini gösteriyor. Muhafazakar bir parti var iktidarda 20 yıldır, 20 yılı aşkın süredir iktidarda, eğitime bir takım müdahalelerde bulundu. Mesela, siyer dersleri Kur'an dersleri gibi şeyler ekledi. İmam Hatiplerin önünü açtı. Başörtülü öğrencilerin önünü açtı ve çok da iyi yaptı bütün bu yaptıklarıyla ama Kemalist endoktrinasyon hala devam ediyor. Buradan belki sözü şeye de getirmek lazım. Mesela bana yönelik eleştiriler var. Özellikle yeni yetme liberalizmin ne olduğunu çoğu benden öğrenmiş kimselerden. "Nasıl liberalsin, öyle liberallik mi olur? Liberal muhalif olur" şeklinde, liberal muhalif olur diye bir şey yok. Liberal muhalif de olabilir bazen muvafık da olabilir ama liberal topluca muhalif veya topluca muvafık olmaz. Liberal vaka vaka olay olay bakar ve muhalifse muhalefetini sergiler, muvafıksa muvaffakiyetini sergiler. Bu bakımdan ele alındığında maalesef Kemalist endoktrinasyon hala devam ediyor ve Türkiye'nin ana problemi bu. Bu problem bugünden yana çözülebilir mi? Emin değilim. Bunu bir siyasi partinin tek başına yapabileceğinden de emin değilim. Bu öncelikle bir akademik akım haline gelmeli. Entelektüel akım haline gelmeli ama küfretmeden Mustafa Kemal'i aşağılamadan, Kemalistleri dışlamadan aşağılamadan bunun niye yanlış olduğu anlatılmalı. Çünkü dünyanın hiçbir demokrasisinde Türkiye'deki gibi lokal, otoriter, yani yarı otoriterden, yarı totaliterden bir mali ideoloji yoktur. Bu ideoloji var olduğu sürece de Türkiye'de problem devam edecektir. Üniversiteler de aşağı yukarı bu şeyin çapındadır. Belki bazı üniversitelerde bazı hocaların bulunması öğrencilerin farklı ses duymasını sağlıyor ama üniversitelerde de bu total beyin yıkama; kitaplarla, törenlerle, tatillerle, geleneksel söylemle devam ediyor. Sizin pozisyonunuzu bilmiyorum bu konuda ama maalesef Türkiye'nin en önemli problemi ve bu problem çok vahim bir problem, çok ağır bir problem. Kolay kolay da çözülebilecek bir problem gibi durmuyor.
- Başörtüsü yasağının devam ettiği 2006 yılında Nur Serter ile katıldığınız programdaki sözleriniz o dönem çok ses getirdi. Bekliyor muydunuz?
Başörtüsü yasağına karşı çıkan insanlar vardı ama dindar muhafazakar camiadan başörtüsü yasağına karşı çıkmada kullanılan argümanlar ve onların o argümanları dile getirmesi pek işe yaramıyordu. Mesela "Başörtüsü Allah'ın emridir. Allah'ın emri olduğu için örtmek zorundadır" şeklinde bir argüman var. Bu argüman zaten o yasağı getirenin umurunda değil. O yasağı getiren çünkü zaten bu şeye karşı savaş açmış vaziyetteydi. Tabii ben şöyle koydum meseleyi ortaya. O programda ve benzer programlarda. Negatif özgürlük her birey için bir haktır. Kılık kıyafet tercih etme özgürlüğü de negatif özgürlüğün bir yansımasıdır. Dolayısıyla kişilerin başını örtmesi kişilere bağlı bir şeydir. Kamu otoritesinin bu konuda bir dayatma getirmesi yanlıştır. Başı açıklara dayatma getirmesi de yanlıştır üniversiteye girememe konusunda. Başörtülülere dayatma getirmesi de yanlıştır. Bu çok kuvvetli bir argümandır şüphesiz. Bu argüman tırnak içerisinde batılı bir argümandı. Muhataplarım da güya batı görüşlerini savunuyorlardı ama batıyla alakası yok yani. Batıdan haberdar değillerdi. Batıcı da değiller o da ayrı bir tartışma konusu belki tartışmak lazım. Batıdan haberdar değillerdi. Fakat büyük bir özgüven içerisinde bu görüşü sanıyorlardı.
Karşılarında dindar muhafazakar İslamcı bir hoca olsaydı esip yağacaklardı ama karşılarında liberal ve liberal argümanlara başvuran bir hoca olunca çok şaşırdılar. İkinci şey, bu görüşü dile getiren insanlar pek yoktu. O dönemde birkaç kişi vardı. Bunlardan birisi de bendim ve o program bir dönüm noktası oldu. O programdan sonra mesela pek çok telefon aldım dindar muhafazakar insanlardan. Ağlayarak bana teşekkür eden... İkide üçte otele gittiğimde kendi kendime düşündüm. Doğru mu yaptım? Yanlış mı yaptım diye. Yanlış yaptığımla ilgili hiçbir endişem yoktu. Doğru yaptığıma çok emindim.
O dönemde de 4 tane profesör karşımda çok şaşır şaşırdılar yani. Ne diyeceklerini bilemediler. Nitekim ayrılırken de benimle vedalaşmadılar.
- Perde arkasında aranızda farklı bir diyalog geçti mi?
Hemen hemen hiçbir diyalog geçmedi. Benimle de el sıkışmadılar ayrıldılar öyle gittiler.
Mesela 97 yılında Hacettepe Kamu Yönetimi bölümünde bir bölüm başkanımız vardı. Bana tebliğ etti. Başörtüsü yasağıyla ilgili üniversitelere gelen bir talimat olduğunu tebliğ etti. Ben de bu yasağın insan haklarına aykırı olduğunu ve bunu uygulamayacağımı söyledim. "Siz" dedim, "bölüm başkanısınız ne yapmanız gerekiyorsa yapın ama ben bu yasağı uygulamam" dedim. Nitekim asistanlarıma da talimat verdim. "Başörtülü kızlar öğrenciler sınava girecekler. Herhangi bir probleminiz varsa benimle gelin konuşun" şeklinde.
Mesela o hafta sonu çocuklarımı sinemaya götürdüm. Sefiller adlı filmi seyretmiştik. Tabii insan devamlı muhasebe ediyor. Bu üniversiteden atılma sonucunu da getirebilirler. Üniversiteden atılırsam ne yapacağım? Akademisyen olduğunuz için sadece akademisyenliği biliyorsunuz. O zaman yeni bir arabam vardı Opel Corsa, "Bunu satarım" dedim. "Bu araba yaklaşık bir yıl beni idare eder, sonra bakarız o zaman" dedim ve bu bu kararı aldığıma çok çok memnun oldum. Yani Sefiller filmini çocuklarla seyretmeye gittik. Sefiller filmindeki ruh hali bana yansıdı ve iyi ki yapmam gerekeni yapmışım dedim. Şimdi geriye dönüp baktığımda eğer bunları yapmasaydım ve başörtüsü yasağına yasakçı olarak ayak uydursaydım yani muhtemelen manen çökmüş olurdum. Ayakta kalamazdım. Psikolojik olarak pek iyi durumda olmazdım diye düşünüyorum ama şu anda göğsümü gere gere gurur duyarak geziyorum. Bu doğru zamanda doğru şeyleri söylemiş olmanın getirdiği bir sonuç olsa gerek.
- Yıllar önce sözleriniz çarpıtıldı ve haksız yere linç edildiniz. Size itibar suikastı düzenleyenler gerçek ortaya çıkınca sizden özür dilediler mi?
Beni linç eden kesim her zaman haklıdır. Doğuştan haklıdır. Yanlış söylese de haklıdır. Bu tipi Kemalist, CHP zihniyetidir. Dolayısıyla kimse özür dilemedi. Kimseden özür de beklemiyordum tabii ki. Orada ben iki şey söyledim. Birincisi "Türkiye'nin tek parti Cumhuriyeti dönemi Osmanlı'nın son dönemlerine göre bir ilerlemeden çok gerilemeye tekabül etmektedir" dedim. Malum ilerlemedir diye anlatılıyor ya reformlar yapıldı vesaire. Hangi bakımlardan gerilemeye tekabül ettiği de işte "Din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, siyasi çoğunluğu, siyasi iktidarın seçime girip gitmesi gibi bakımlardan Osmanlı döneminin, Osmanlı Devletinin son dönemlerine göre bir gerilemedir" dedim. Bir gazetecinin, Yeni Asır'dan bir gazetecinin sorusu üzerine de "Sadece bunu tartışmak durumunda değiliz. Başka meseleleri de tartışacağız" dedim. Siyasi sembol tekelciliğini eleştirdim. Mustafa Kemal tek siyasi sembol haline getirmiş vaziyette. Herkesi bağlayan bir sembol halinde. "Muhtemelen" dedim "Avrupa Birliği'ne Türkiye üye olursa Avrupa'dan Türkiye'ye gelecek kişiler neden her yerde Mustafa Kemal'in heykelleri var? Neden her yerde aynı adamın fotoğrafları var diye sorgulayacaklardır?" dedim. Bu da zaten fiilen olan bir şey. Bunun üzerine Yeni Asır gazetesi bir kampanya başladı. Sonra İstanbul'a sıçradı İstanbul'dan doğru tespit etmişsiniz Hürriyet Gazetesi'nin başı çektiği bir linç kampanyası başladı. Kemalist dernekler ve Kemalist çevreler okulu faks yağmuruna tuttular. O zaman da Kemalist bir rektörümüz vardı. Adam korktu ve beni açığa aldı. Hakkımda soruşturma başlattı. Öbür taraftan da bir ceza davası geldi peşinden, o günlerde de söylediğim şeyi tekrar söyledim. Hala aynı görüşteyim. Görüşlerimde hiçbir değişiklik yok. Bir defa siyasi sembol tekelciliği yanlıştır ve antidemokratik bir şeydir. Mesela Amerikalı'dan sadece Washington'ı veya Thomas Jefferson'ı öne çıkartması ve her şeyi ona bağlaması. Aklın alacağı bir şey değildi kabul edilecek bir şey değildi ama Türkiye'de her şey Mustafa Kemal'e bağlanması anormal bir durumdur. Siyasi sembol çoğunluğu olması lazım. Mustafa Kemal tabii ki önemli bir figür, tarihimize anılması gereken hatırlanması gereken bir figür ama her yaptığı ve her dediği doğru olan bir figür değil. Her insan gibi o da fani. Her insanın yaptığı gibi doğrular da yapmış yanlışlar da yapmış. Doğrularına doğru yanlışlarla yanlış demekte fayda var. Ayrıca hakaret de etmedim. Hala benzer eleştirileri sürdürüyorum mesela işte Kürt problemi ve Kemalizm dedim. Cumhuriyet severlik mi, Cumhuriyet perestlik mi? dedim. Hala daha da eleştirilerimi sürdürüyorum ama o kesim benden bir nefret geliştirdiği için diyaloğa da açık olmadığı için bu linç kampanyasını sürdürdü.
Muhatabımız olan kitle aklını kullanan, zekasını kullanan ve argümantasyon geliştirme tekniğini öğrenmiş kişilerden oluşmuyor. Bu çok büyük bir problem Türkiye için gazetecisi de böyle, sokaktaki insan da böyle ne yazık ki.
- Başıboş sokak köpekleri meselesi nasıl çözülecek?
Sokak köpekleri serseri başıboş köpekler Türkiye için çok ciddi bir problem. Toplum henüz bunun farkında değil. 5-6 sene içerisinde yaklaşık 50-60 milyon tane köpek olacak Türkiye'de. O zaman bu problem 10 kat 20 kat ağır hissedilecek. Sokak köpeklerini dert etmemin sebebi bu köpeklerin insanlara zarar vermesidir, sokak köpekleri aleyhine yazdığım zaman hemen köpek aleyhtarı gibi bir bir havaya büründürüyorlar, ben köpek aleyhtarı değilim ama köpeklerin sahibi olması gerekir kanaatindeyim. Her köpeğin sahibi olmalı ve bu köpeğin yaptığı şeyin, hem hayatının sorumluluğu birine ait olmalı hem de yapacağı şeylerden birisi hesap vermeli. İngiltere'de olduğu gibi Almanya'da olduğu gibi Amerika'da olduğu gibi ama sokak köpekleri taraftarları tuhaf bir ruh hali içerisindeler. Onların sosyal profilinde incelenmesi lazım kimlerden oluşuyor bu insanlar ve insanlara verdikleri zararları görmüyorlar. Mesela çocuk, köpek tarafından yeniyor, umurlarında değil. Çocuğun yenmesini tasvip ediyorlar. Çocuğunuzu bırakmasaydınız sokağa diyorlar. Halbuki tırnak içerisinde dünyanın tüm medeni ülkelerinde sokak köpeği diye bir problem yok. İngiltere yılda yaklaşık 30 bin tane köpek itlaf ediyor. İngiltere'de bir hafta içerisinde sahiplenilmeyen köpekler itlaf edilmek mecburiyetindedir. Çünkü sokak köpekleri insana zarar verme potansiyeline sahiptir.
"İşte onlar da candır. Bütün canlar kutsaldır" Bütün canlar niye kutsal olsun? 75 milyar tane tavuk yiyor yılda insanlar. Her yıl 3 milyon kedi 25 milyon köpek yeniyor dünyada. Yani niye kutsal olsun? Kutsal olan insan hayatıdır. Saygı gösterilmesi gereken, üstün tutulması gereken insan hayatıdır. Dolayısıyla köpek probleminin mutlaka çözmesi lazım. Eğer sokak köpekleri problemi çözülmezse bu toplumsal ayrışmaya da sebep olacaktır. Büyük bir ihtimalle insanlar kendi ailelerine, kendilerine zarar veren sokak köpeklerini tasfiye etmeye başlayacaklardır.
Bu mama lobisi yılda yaklaşık 400-500 milyarlık paranın döndüğü bir lobi olarak, sokak köpeklerine özel yatırım yapmış. İşte dernekleri var, 2 bin 3 bin tane dernek var Türkiye'de sokak köpeklerine bakmak üzere. Kimsesiz çocukları bakmak üzere 2 bin tane dernek yoktur. Neden? Çünkü oradan nemalanıyorlar. Sokak köpeklerini sokakta beslemek... Şurada sokak köpeği beslemek demek yolda geçen insanlara kötülük yapmak demektir. Çünkü o köpek yarın yola atlayacak. Kazaya sebep olacak veya geçen ufak tefek bir kız öğrenciye saldıracak ve ısıracak kuduz aşısı olmasına sebep olacak. Dolayısıyla problem en önemli ölçüde AK Parti'ye ait. Bu AK Parti'nin 5199 sayılı kanunu çıkartması aynı zamanda kültürde de bir değişiklik meydana getirdi. Ben çocukluk zamanlarımdan hatırlıyorum. İnsana zarar veren köpek itlaf edilirdi. Şu anda insana zarar veren köpekler el bebek gül bebek yaşatılıyor. Çok çok ilginç bir durum.
- Çok teşekkür ederim benim sorularım bu kadardı hocam, eğer sizin eklemek istediğiniz bir şey varsa dinleyebiliriz.
Ben de teşekkür ediyorum ilginize ve zahmetinize, zahmet edip geldiğinize, çok sağ olun var olun...
- Sağ olun hocam, teşekkürler...
HABERE YORUM KAT