Problemi Netanyahu'dan ibaret görme hatası
Hamit Emrah Beriş, Siyonist çetenin işlediği suçlardan hesap sorulmadıkça isimlerin çok bir önemi olmadığını ifade ediyor.
Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Açık Görüş
Netanyahu giderse sorun çözülür mü?
İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırıları, dünyanın gözü önünde tüm şiddetiyle devam ediyor. 2023 yılının 7 Ekim'inden geride bıraktığımız Şubat ayının sonuna dek saldırılar sonucu hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı, yarısından fazlası çocuk olmak üzere, otuz bine dayandı. Tablonun vahametini anlamak için iki yıldır devam eden Ukrayna Savaşı'nda sivil kayıp sayısının on bin civarında olduğunu hatırlatmak faydalı olabilir. Gazze'de yetmiş binden fazla da yaralı var. İsrail'in bölgeyi boşaltma politikaları nedeniyle iki milyona yakın Gazzeli yerinden edildi. İnsanlar, ambargolar nedeniyle en temel ihtiyaçlarına dahi ulaşmakta zorluk çekiyor. Üstelik yakın zamanda saldırıların duracağına dair bir işaret de bulunmuyor. ABD Başkanı Joe Biden, Ramazan ayında geçici bir ateşkese gidilebileceği yönünde açıklama yaptı. Ancak İsrail makamlarından henüz olumlu bir cevap gelmedi. Dünyanın farklı yerlerinde, hatta kendi ülkesinde sergilenen protesto gösterileri de İsrail hükümetini etkilemiyor. Netanyahu, Batı ülkelerinden aldığı örtülü ve açık desteklerle soykırımı sürdürüyor. 21. Yüzyılda tüm dünyanın gözleri önünde açık bir soykırım yaşanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu katliama sessiz kalmayan ve dünyayı harekete geçirmeye çalışan az sayıda lider arasında ön sıralarda yer alıyor. Ancak Batılı devlet adamlarının çoğu Filistin'den yükselen sesleri duymak istemiyor. Uluslararası Adalet Divanında İsrail aleyhine açılan dava ve Mahkeme tarafından verilen ön karar da İsrail'i frenlemiyor.
Saldırıların başlamasının ardından, tüm eleştiri oklarının hedefine Binyamin Netanyahu yerleşti. Bu durumun oldukça haklı bir nedeni var. Zira Başbakan sıfatıyla tüm saldırıları yöneten Netanyahu giriştiği eylemi pervasızca savunmaktan da çekinmiyor. İsrail başbakanı çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere sivil hedeflere yönelik saldırıları, bu insanların ülke güvenliğine yönelik potansiyel tehlike arz etmesi gibi akla ve izana sığmayan argümanlarla açıklıyor. Mesela Cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog, mümkün olduğunca tartışmaların uzağında durmaya çalıştığı yönünde bir izlenim verirken Netanyahu, tüm harekâtın kendi kontrolünde geliştiğini göstermekten kaçınmıyor. Netanyahu'nun bir taraftan kendi kitlesinin gözünde "kahraman" statüsüne yükselirken diğer taraftan da dünyanın geri kalanı açısından İsrail'in "günah keçisi" olmaya rıza gösterdiği anlaşılıyor. Aslında bu durum, gelecekte İsrail'in ve Siyonist toplumun Gazze soykırımdaki sorumluluğunu gözden uzak tutmaya matuf bir tür algı yönetimi çabası şeklinde de değerlendirilebilir. Daha açık bir ifadeyle, Netanyahu, gerçekte, İsrail devletinin bugüne kadar sürdürdüğü politikalara aykırı bir çizgi izlemiyor.
Netanyahu, 1993 ve 1995 yıllarında imzalanan Oslo Anlaşmalarında alınan kararın aksine bağımsız bir Filistin devletini kabul etmeyeceğini ve ülkesinin güvenliğini sağlamak için Ürdün'ün batısındaki topraklardan çekilmeyeceğini açıkladı. Böylece İsrail, bir kez daha "iki devletli çözüm" önerisini hiçbir şekilde kabul etmeyeceğini gösterdi. İsrail, farklı dönemlerde topraklarından sürülen Filistinlilerin geri dönüşüne de hiçbir şekilde izin vermiyor. Zaman geçip kazanımları arttıkça İsrail, başta üzerinde mutabık kalınan Filistin lehindeki tüm düzenlemelerden vazgeçiyor. İsrail'de yapılan kamuoyu araştırmalarından Netanyahu'nun politikalarının halkından büyük oranda destek bulduğu anlaşılıyor. Her ne kadar kısmen protestolar olsa da Netanyahu'nun izlediği yaklaşım giderek daha fazla İsrailli tarafından destekleniyor. Buna karşılık, iki toplumlu çözüme yönelik olumlu bakış giderek azalıyor. Batı dünyasında aşırı sağ hareketlerin güçlendiği düşünüldüğünde bu durumun dünyadaki genel eğilimlerle paralel gittiği söylenebilir.
Hedefe doğru adım adım
İsrail siyaseti, öncelikle ülke topraklarında Yahudi yerleşimci sayısını artırmayı hedefliyor. 1967 yılında Batı Şeria ve Gazze Şeridinin işgalinin ardından İsrail, güvenliğini sağlama gerekçesiyle dünyanın farklı yerlerinden Musevileri ülkeye davet etti. Ülkeye göç edenler hukuk dışı şekilde belirli alanlara yerleştirilirken yerli halkın toprakları zorla ellerinden alındı. Bunun yanında, 1950'de çıkarılan Gaiplerin Mülkleri Yasası aracılığıyla İsrail'in kurulduğu 1947 yılından önce ülkeyi terk edenler gaip sayıldı ve malları müsadere edildi. Mesela 1947'de Yahudilerin Filistin topraklarını işgalinden sonra ailesiyle Mısır'a göçmek zorunda kalan Edward Said de bu durumdaydı. Hayatının sonuna kadar Filistin davasının yılmaz bir savunucusu olan Said'in ailesinin mülklerine İsrail tarafından el konulmuştu. Bölgedeki mülkiyet sorunları hâlâ sürüyor ve İsrail tarafından tapu kayıtlarındaki karışıklıklar gerekçe gösterilerek topraklar asıl sahiplerine iade edilmiyor. Birleşmiş Milletler marjında genel olarak üzerinde mutabakat bulunan konu, İsrail'in 1967 öncesi sınırlarına çekilmesi ve başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması. Ancak İsrail, bu talepleri asla kabul etmiyor, tam tersine Filistinlilerin yoğun şekilde yaşadıkları bölgelere yeni yerleşimler getirmeye çalışıyor. Dolayısıyla İsrail aslında aşamalı olarak Batı Şeria ve Gazze de dâhil olmak üzere tüm Filistin topraklarını kendi kontrolüne alma amacıyla hareket ediyor. Daha sonraki adımların arz-ı mev'ud olarak kabul edilen tüm coğrafyaya yayılmak şeklinde olacağı söylenebilir. Ancak hâlihazırda İsrail'in bu hedefe ulaşmasını sağlayacak ne nüfusu ne de gücü var. Bu nedenle, ilk aşamada Gazze ve Doğu Kudüs odaklı bir yaklaşımın benimsendiği görülüyor.
Güvenlikçi politikalar
Öte yandan İsrail, güvenlikçi politikaları en katı şekilde uygulayan devletlerden biri. Daha kuruluşundan itibaren İsrail, etrafındaki ülkelerin kendi varlığını tehdit ettiği iddiasıyla güvenlik eksenli politikalar izlemeye başladı. Bu süreçte, ABD başta olmak üzere Batı dünyasının desteğini aldı. Özellikle Soğuk Savaş yıllarında Batı ülkeleri için İsrail'in ileri bir karakol hüviyetinde olduğu görüldü. ABD'den aldığı askerî destek, İsrail'in bölgedeki en güçlü aktörlerden biri olmasını sağladı. Buna dünyanın dört bir yanındaki Musevi diasporasının maddi ve lobi gücü gibi yollarla belirginleşen manevî desteğini eklemek gerek. Soğuk Savaşın bitmesinin ardından Batı dünyası için en önemli tehdidin özellikle Orta Doğu kaynaklı terör şeklinde gösterilmesi İsrail'in işini iyice kolaylaştırdı. İsrail, kendisini söz konusu coğrafyada ABD'nin rahatlıkla iş birliği yapacağı, güvenilir bir müttefik olarak konumlandırdı. Politikaların merkezine güvenliğin yerleşmesi İsrail'de ciddi bir demokrasi açığının çıkması sonucunu doğuruyor. Üretilen düşmanlık algısı, devletin normallikten uzaklaşmasına, güvenlikçi yaklaşımın meşrulaşmasına ve süreğen hâle gelmesine hizmet ediyor. Aynı durum, Filistin toplumunun tavrının da keskinleşmesine ve gençlerin radikalleşmesine yol açıyor.
Obama dönemi ve sonrası
ABD'nin İsrail'e verdiği desteğin iyice belirgin hâle gelmesi açısından Trump yönetiminin önemli bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Trump öncesinde ABD makamları "iki devletli çözüm"e daha fazla vurgu yapıyorlardı. Mesela Obama, Filistinlilerin kendi devletlerine sahip olma haklarının altını çizmişti. Hatta 2016 yılında Güvenlik Konseyinin yeni yerleşimler konusunda İsrail'i kınayan kararı Obama yönetimi çekimser oy verilerek tarafından veto edilmedi. Ancak Trump, ülkesinin büyükelçiliğini Kudüs'e taşımak da dâhil olmak üzere tamamen İsrail çizgisinde politikalar izledi. Ülkedeki Yahudi lobisi ve Evanjelikler İsrail'e verilen desteğin en önemli nedenleri. Biden yönetimi, Netanyahu hükümetine karşı mesafeli bir tavra sahip olsa da İsrail'in lobi gücü, işgale karşı net bir tavır alınmasını engelliyor. Aynı şekilde, İsrail'in İran karşıtı gibi görünen yaklaşımı da ABD'den destek almasını sağlıyor. Bu durum, ABD'nin arabuluculuk iddiasının da zayıflamasına yol açtı. ABD tarafsız kalma iddiasının çok gerisine düştü ve İsrail'in açık destekçisi durumuna geldi.
Netanyahu'nun son dönemde izlediği politikalar, İsrail'in 1967'den itibaren sürdürdüğü yayılmacı yaklaşımın uzantısı niteliğinde. İsrail rejimi, muhtemelen dünya konjonktürünün kendisine yardımcı olacağını düşünerek öteden beri sürdürdüğü saldırıların ve işgallerin dozunu artırdı. ABD'nin Orta Doğu'ya müdahalesi, Rusya'nın Ukrayna'yı işgal girişimi ve Suriye İç Savaşı gibi örneklerin İsrail'e yardımcı olduğu açıkça görülüyor. Zira bu süreçlerin hiçbirinde ülkeler, ortaya çıkan hukuksuzluğa karşı ortak bir tavır sergileyemedi. BM'nin veto yetkisine sahip üyeleri, kendi çıkarlarını insanî değer ve ilkelerin üstünde tuttu. Bu durumun İsrail'i de cesaretlendirdiği açık. Başka bir ifadeyle, işgal altında tuttuğu toprakları zaten tedrici olarak genişletme mücadelesi veren İsrail aradığı fırsatı buldu. Kısacası yaşanan bu gelişmelerin yalnızca Netanyahu'nun bireysel inisiyatifinden kaynaklanmadığını anlamak gerekiyor. İsrail devleti, kurulduğu ilk günden itibaren bulduğu her fırsatta doğrudan kendi kontrolünde olan toprakları genişletiyor. Bu yaklaşım bir devlet politikası ve Netanyahu söz konusu politikanın hâlihazırdaki uygulayıcısı. Yarın görevdeki isim değişse bile İsrail'in genel politikası kalıcı olacak. Uluslararası alanda etkili yaptırımlar devreye girmediği sürece de bu yaklaşım sürecek. Batı toplumlarındaki vicdanlı insanları bir kenara bırakırsak devletlerin İsrail'in karşısına çıkmaya çok da istekli olmadıkları anlaşılıyor. İslam ülkelerindeki manzara da bundan farklı değil. Türkiye'nin yanında çok az sayıda devlet saldırıların bir an önce durması açısından aktif bir tavır alıyor. Dünyanın sessizliği ise İsrail'in saldırılarının dozunu ve süresini artırıyor. Dolayısıyla Netanyahu'nun gidip yerine bir başkasının gelmesi bundan sonra izlenen politikaların radikal şekilde değişmesini getirmeyecek. Burada asıl yapılması gereken, Müslüman ülkeler başta olmak üzere uluslararası kamuoyunun adil ve barışçıl bir çözüm bağlamında birlikte hareket etmesi ve İsrail'in üzerinde bu yönde bir baskı oluşturması.
HABERE YORUM KAT