Pompei
İtalya'nın güneyinde Vezüv yanardağının hemen eteğinde bundan yaklaşık iki bin yıl önce yok olan bir kentten söz edilir: Pompei. Bu kentin yok oluşunda hem bilinen hem de mitolojik olarak anlatılan bir hikâyesi vardır.
Pompei, vaktiyle Akdeniz'in önemli bir liman kentiydi. Hâkim olduğu ticaret potansiyeli ile yakın ve uzak çevresinin zenginlik merkeziydi. Kent zamanla aşırı zenginliğin getirdiği birçok olaya sahne olur. Her sınıflı Batı toplumu gibi Pompei kentinin de zenginleri ve köleleri vardı. Şehir yıllarca Akdeniz'in zenginlik sembolü oluşunun yanında zevk düşkünü insanların da merkezi olarak şöhret yapmıştı. Böylece kent hayatında zenginliğin getirdiği sarhoşluk alır başını yürür.
Tabii ki meşru çerçevede, yani yüksek ahlaki normların tayin edici sınırları gözetilerek servet elde edilmediğinde ve yine söz konusu tayin edici sınırlar dahilinde tüketilmediğinde, servet yıkıcı etkilere sebep olur. Tabiatta hükmünü icra eden maddi yasalar gibi, bu da bir tür yasadır, biz bu yasaya "İlahi sünnet" adını veririz. Maddi ve sosyal şartlar tekemmül ettiğinde, Pompei halkı için de İlahi yasa hükmünü icra etmeye başlar. Anlatımlara göre bir gün Vezüv yanardağı bu aşırı zevk düşkünü kent halkını cezalandırmak için harekete geçer. Aslında anlatılan, aktif bir yanardağ olan Vezüv'ün patlayarak bölgedeki hayatı yok etmesinden başka bir şey değildir. Ancak insanlar -hiç kuşkusuz doğru bir biçimde- kentin hayat tarzı ile yanardağın yıkıcı/yakıcı etkileri arasında ilişki kurar. Vezüv yanardağı patlaması 10 kilometre boyunca ateşten bir hale oluşturarak lav ve taş parçalarını gökyüzüne püskürtür.
Patlamayı gören köleler ve yoksullar kaçmaya başlar. Ezilen kesimlerin tehlikeyi tam zamanında sezip kaçmaları onların hayrına olur. Efendiler ve gladyatörler ise kentin sokaklarında gezip patlamaya adeta meydan okur. Onlar için korkacak bir şey yoktur, zanlarınca "kendilerini yıkacak hiçbir güç" bulunmamaktadır. Yine anlatımlara bakılırsa, yanardağın lavları yükselirken, meydan okuyan zengin ve güçlü Pompeililer sarhoştu, yani bilinçleri açık olmadığından tehlikeyi fark edememişlerdi. Ama bir başka anlatıma göre, sarhoş olup olmamaları önemli değildi; zenginlikleri, bedensel hazlara düşkünlükleri ve kibirleri onların basiretini bağlamıştı. Her biri ölümlü (fani) olmalarına rağmen ölümü düşünmüyorlardı, hele aniden tabii bir afetin zuhur edip onları helake/yıkıma uğratacağını akıllarından bile geçirmiyorlardı.
Tabii ki işler bekledikleri gibi olmaz. Lavlar Pompei'ye ulaşmaz, ama havaya yayılan küller şehrin üzerine yığılır. Bu arada efendilerin ve gladyatörlerin meydan okuması devam eder. Hâlâ herhangi bir tehlikenin olmadığını düşünürler veya geçici bir afet olduğunu zannederler. Belki de kanaatlerince zor da olsa üstesinden gelebilecek bir afetti bu. Kentin üzerine çöken kül yavaş yavaş yaşayan herkesin ilk önce havasız kalarak boğulmasına, sonra yaklaşık 4 metrelik küllerin altında taşlaşmış olarak kalmalarına yol açar. Görmek isteyenler bu taşlaşmış insanları hâlâ görebilme şansına sahiptirler.
Pompei halkının başlarına gelen ile Hz. Musa'nın gösterdiği birbirinden büyük mucizeler karşısında Firavun ve Mısır halkının tutumu arasında ilginç bir benzerlik var. Onlar da her uyarıcı mucizeye akli bir açıklama buldular. Afetlerin ara sıra tekrar etmesi onları sıradanlaştırır. Bir tabiat olayını sırf "nasıl vuku buldu?" sualini sorarak açıklamaya kalkışmak da, ara sıra tekrar eden afetlerin hakikatte kendilerinde içkin olan "neden/niçin" sualini sormamıza mani olur. Böylelikle nasıl vuku bulduğunu bilimsel olarak açıklayabildiğimiz bir afetin bize vermek istediği mesaja kulaklarımızı tıkamış oluruz. Peş peşe süren depremler, tsunamiler, sel felaketleri, taşkınlar, küresel ısınma, kuraklık, mevsimlerin dengesinin değişmesi vs. Bunların her birinin bilimsel açıklamasını yapıyoruz. Peki, ya niçin vuku bulduklarını biliyor muyuz? Hem bilmiyoruz, hem sorma ihtiyacını bile duymuyoruz. Pompei halkı gibi.
Zaman gazetesi
YAZIYA YORUM KAT