“PKK, İran’ın Şii Hilali stratejisine hizmet ediyor!”
Irak Kürdistan’ında KDP-PKK merkezli tartışmaları yetkin isimlerle konuşuyoruz. Soruşturma dizisinin üçüncü röportajını Bayram Bozyel ile gerçekleştirdik.
HAKSÖZ HABER
KDP-PKK gerginliği bölgenin geleceğini nasıl etkileyecek?
Ulusal basında çok fazla ön plana çıkartılmasa da Irak Kürdistanı’nda yaşananlar uzun vadede bölge üzerinde derin etkiler bırakacağa benziyor. Irak’taki bölgesel Kürt yönetimine karşı bir süredir yoğun şiddet eylemlerine girişen PKK kendisine Suriye ve Irak’ı kapsayan bir bölgede yönetim hattı oluşturmaya çalışıyor.
Haksöz Haber'in editoryal görüşlerinden bağımsız olarak, Türkiye’nin de sınır ötesi operasyonla dahil olduğu bu gerginliğin coğrafyamızın geleceğine olası etkilerini ve Kürt meselesine yansımalarını yetkin isimlerle konuşacağız.
Üçüncü röportajı gerçekleştirdiğimiz PSK Genel Başkan Yardımcısı Bayram Bozyel de diğer katılımcılar gibi son yaşanan gerginlikte sorunun kaynağını PKK’nın şiddet politikaları alakalı olarak değerlendiriyor. PKK ile İran’ın bölgede inşa ettikleri ittifakın normalleşmeye ne kadar olumsuz etki ettiğini vurgulayan Bozyel önemli değinilerde bulunuyor. Ancak Türkiye’nin Libya ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere emperyalistlerin desteklediği Darbeci Hafter’e karşı meşru hükümetten yana olan insani ve vicdani siyasetini ‘maceracı’ olarak niteleyerek tahfif ediyor. Bu tespite ve Afrin Harekatı’na yönelik değerlendirmelerine şerh düştüğümüzü belirtmek isteriz.
Bayram Bozyel: “PKK’nın İran’ın bölgesel Şii Hilali stratejisine hizmet ettiğini söylemek zor değil!”
1-Irak Kürdistanı’nda yaşanan PDK(KDP)-PKK gerginliği nasıl bir zeminden besleniyor? PKK’nın şiddet odaklı metodu bir yana Barzani çizgisinin Kürt halkının ihtiyaç ve hassasiyetlerine dönük bir perspektif ortaya koyduğunu söylemek mümkün mü?
Öncelikle sorunun adını doğru koymak lazım. Güney Kürdistan’da yaşanmakta olan sorun PKK-KDP sorunu değil, sorun PKK’nin başka aktörlerin de katkısı ve teşvikiyle Güney Kürdistanı istikrarsızlaştırması ve daha kapsamlı dış müdahalelere açık hale getirme girişimidir.
Sözünü ettiğiniz gerginliğin zeminine ilişkin de dört noktanın altı çizilebilir.
Birincisi, bölge devletlerinin, özel olarak da Kürdistanı aralarında bölüşmüş devletlerin Güney Kürdistan’a karşı yürüttükleri hasmane tutumdur. Söz konusu yaklaşımın, 25 Eylül 2017 tarihinde yapılan bağımsızlık referandumu sürecinde zirve yaptığına hepimiz tanık olduk. Adı geçen ülkeler kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlere örnek oluşturabileceği endişesiyle Güney Kürdistan modelinin yıkılması, değilse etkisiz hale getirilmesi için çabalarını kesintisiz sürdürüyorlar. Güney Kürdistan karşıtı blokun izlediği politikanın hayata geçirilmesinde kimi zaman da yerel güçler rol alabiliyorlar. Bağımsızlık referandumu ardından 17 Ekim 2017 tarihinde Kerkük’ün düşmesinde YNK’nin (Kürdistan Yurtseverler Birliği) bir kanadının oynadığı kolaylaştırıcı rolün bir benzerini bugünkü koşullarda PKK yerine getirmektedir.
İkincisi, söz konusu gerilimi besleyen diğer bir faktör ise Türkiye’de Kürt sorununun çözümsüzlüğünden kaynaklanan 40 yıllık çatışmalı süreçtir. Başka bir ifade ile hem Türkiye hem de PKK aralarındaki anlamsız savaşı Güney Kürdistan’a taşıyarak Federe Kürdistan Yönetimi’ni istikrarsızlaştırmaya çalışıyorlar. PKK genellikle Güney Kürdistan’daki varlığına, Türkiye ile yaşadığı savaşı gerekçe gösteriyor ve süreç ilerledikçe de bölgedeki varlığını daha da kalıcı kılmaya çalışıyor.
Üçüncüsü, PKK Türkiye ile sürdürdüğü savaşın sonucu olarak Güney Kürdistan’a yerleşmiş olsa bile, gelinen aşamada bölgesel yönetimi tehdit eden bir yaklaşım sergilemektedir. Sadece bölgeyi sürekli bombalayan ve burada kalıcı üsler kurmak isteyen Türkiye’ye bahaneler sunmakla kalmıyor, aynı zamanda geniş bir yerleşim alanını kontrol ederek, bölgesel hükümetin buraya hizmet götürmesini engelliyor. Bir adım daha ileri giderek peşmergenin bölgede asayişi koruma misyonuna karşı çıkıyor ve giderek Güney Kürdistan’da meşru ve yasal egemenliğin bir parçası olmak istiyor. Başka bir ifade ile başta zorunlu nedenlerle bölgeye yerleşmiş gibi görünen PKK, mevcut durumda izlediği politika ve uygulamalarıyla Güney Kürdistan yönetiminin bir ortağı iddiasında bulunuyor.
PKK’nin Şengal’deki varlığı ve burada yasal bir yönetim inşası karşısında gösterdiği direnç de dikkate alındığında, PKK’nin esas olarak İran’ın bölgesel Şii Hilali stratejisine hizmet ettiğini söylemek zor değil. İran, söz konusu stratejisinin hayata geçirilmesinde Kürdistan Bölgesi’ni, özel olarak da KDP’yi bir engel olarak görüyor. Kendisi doğrudan inşa edemediği bu koridoru, Güney Kürdistan’da PKK eliyle, Şengal’de Haşdî Şahbî ve PKK ortaklığıyla, Suriye’de ise büyük ölçüde Hizbullah ve diğer yerel güçlerle hayata geçirmeye çalışıyor.
Söz konusu gerilimi besleyen dördüncü faktör ise Güney Kürdistan Yönetimi’ndeki bölünmüşlük etkenidir. Kürdistan’da gerçek anlamda merkezi bir yönetimin oluşmamış olması, peşmerge gücünün hala KDP ve YNK arasında bölünmüş olması gibi ciddi zafiyetler, başta bölge ülkeleri olmak üzere PKK’ye de bölgeyi istikrarsızlaştırmak için uygun bir zemin hazırlıyor.
Barzani’nin, daha somut olarak KDP’nin ortaya koyduğu perspektife gelince; Kürtlerin Irak’ta özgürlük için sürdürdüğü yüzyıllık mücadele ve bu mücadelenin sonucunda elde edilen federe statüde Barzanilerin, daha somut olarak KDP’nin belirleyici bir rolünün olduğu kesin. Ancak Güney Kürdistan’da yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlarda bölgenin büyük partisi ve hükümetin büyük ortağı olarak KDP’nin sorumluluğunun olduğu tartışılmaz.
2-Irak Kürdistanı’nda son zamanlarda PKK ile PDK arasında yer yer silahlı çatışmaya varan bir gerginlik var. Diğer taraftan PKK’ye yakın olan PYD ile PDK’ye yakın olan ENKS arasında Suriye’nin kuzeyinde ortak bir hükümet kurma çabaları devam ediyor. Irak Kürdistanı’nda çatışan iki taraf Suriye Kürdistanı’nda ortak bir hükümet kurmayı başarabilir mi?
Yukarıda da ifade ettiğim gibi, PKK bilinçli olarak sorunu PKK-PDK gerilimi olarak göstererek, asıl niyetini, bölgesel yönetimi istikrarsızlaştırma hedefini perdelemeye çalışıyor. Bu arada YNK gibi siyasi partilerin de rakipleri olarak gördükleri KDP’yi yıpratmak için böyle bir algının oluşmasına katkıda bulunduklarını biliyoruz.
Güney Kürdistan’da PKK ile yaşanan gerilimin Suriye’deki Kürt siyasi aktörler arasındaki ilişkileri etkilemesi kaçınılmaz. Bilindiği gibi 2011 yılında Sayın Mesut Barzani’nin gözetiminde PYD (Demokratik Birlik Partisi) ile ENKS (Suriye Kürt Ulusal Meclisi) Duhok Mutabakatı etrafında bir araya gelmişti. Ne var ki sağlanan söz konusu ittifak yürütülemedi. Ancak son dönemde ABD ve Fransa’nın teşvikiyle Suriye’de ENKS (Suriye Kürt Ulusal Meclisi) ile PYD’ye yakın PYNK (Kürt Ulusal Birlik Partileri) yeniden bir araya geldi. Bu yılın (2020) Mayıs ayında yaptıkları ortak bir açıklamayla, taraflar Duhok Mutabakatı temelinde yeni bir ittifak kurduklarını ve ittifakın nihai amacının Suriye Kürt Bölgesi’nde ortak bir yönetim inşa etmek olduğunu deklere ettiler. Söz konusu ittifakın sağlanmasında Sayın Mesut Barzani ile Bölge Başkanı Neçirvan Barzani’nin önemli katkılarının olduğunun altı çizilmeli.
Güney Kürdistan’da son dönemde PKK’nin peşmergeye karşı artan saldırıları sonucunda gerilim yükselince, bu durum kaçınılmaz olarak Suriye Kürtleri arasındaki ilişkilere de yansıdı. ENKS bürolarına saldırlar artı, yakılıp yıkılanlar oldu. Son olarak Suriye Irak sınırında PYD ile peşmerge arasında bir çatışma çıktı.
Bu kapsamda bir noktanın altını çizmek gerekir. Suriye’nin kaderini son aşamada uluslararası aktörlerin belirleyeceği açık. Suriye’yi yeniden dizayn edecek güçlerin, örneğin Rusya, ABD ve Fransa gibi aktörlerin yeni Suriye’nin inşasına katkıda bulunmalarını sağlayacak bir perspektif temelinde Kürtlerle ilişki kurmaları kaçınılmaz. Başka bir ifade ile yeni bir Suriye Kürtler olmadan kurulamaz. Bunun için de Kürtlerin ulusal bir ittifak, bir bütünlük halinde hareket etmeleri kaçınılmaz. Başka bir ifade ile Suriye Kürtlerinin birlik meselesi sadece Kürt halkının bir beklentisi değil, aynı zamanda Suriye ile ilgili uluslararası aktörlerin de gündemine yerleşmiş durumdadır ve er geç de sağlanacaktır.
3-Geçtiğimiz haftalarda Süleymaniye ve Halepçe’de maaşların ödenmemesi gerekçesiyle kitlesel gösteriler yapıldı. Bu gösterilerde parti binaları ve hükümet daireleri ateşe verildi. Halepçe ve Süleymaniye'de yaşanmış olması bir rastlantı mı? Görünürdeki sebebin dışında başka sosyal, siyasal problemler var mı?
Merkezi Bağdat hükümetinin Kürdistan Bölge Yönetimi’nin anayasal hakkı olan bütçe payını bilinçli bir şekilde vermemesi ya da sürekli aksatması nedeniyle bölgede ekonomik bir kriz yaşandığı gerçektir. Memur ve çalışanların maaşlarının ödenmemesi toplumda haklı bir tepkiye yol açmaktadır.
Ancak son dönemde Süleymaniye ve çevresinde yaşanan olayların başka boyutları var. Söz konusu bölgede yaşanan gösterilerde parti binalarının yakılması, ağır silahlarla parti binalarının taranması ve onlarca sivil ve peşmergenin öldürülmesi gösterilerin masum olmadığını göstermektedir. Bu olaylarla esas olarak, maaşların ödenmemesinden kaynaklı halkın haklı taleplerinin maniple edilerek, bölgenin istikrarsızlaştırılmak istendiği açıktır. Söz konusu eylemleri “iktidara karşı bir isyan” olarak lanse eden PKK’nin propaganda faaliyetlerine bakılırsa, bu işte PKK’nin parmağının olduğunu söylemek mümkün. Zaten hem bölge yönetimi hem de YNK yetkilileri olayları kışkırtan ve manipüle edenlerin dışarından gelen kişiler olduğunu açıkça ifade ettiler.
Süleymaniye ve çevresinin bu amaç için seçilmesinin nedeni, bu bölgede PKK’nin etkinliğinin ve hareket kabiliyetinin daha fazla oluşudur. Ayrıca Süleymaniye bölgesinde, KDP’ye karşıtlığı nedeniyle PKK’nin daha fazla müsamaha gördüğü açıktır.
4-TSK tarafından Irak Kürdistanı’nda PKK’ye yönelik olarak yürütülen bir operasyon var. Bölge halkı ve bölge hükümetinin PKK’ye ve bu operasyona bakışı ve yaklaşımı nasıldır?
Bölge halkı ve hükümeti hem PKK’nin bölgedeki varlığından hem de Türkiye’nin gerçekleştirdiği operasyonlardan oldukça rahatsız.
TSK operasyonlarına gösterilen tepkinin üç nedeni var.
Birincisi, kendi içinde Kürt sorununu barışçıl bir biçimde çözmeyerek PKK ile çatışma ve savaşını Kürdistan bölgesine taşıdığı için;
İkincisi; gerçekleştirdiği operasyonlarda sivillerin ölümüne yol açtığı ve bölgedeki ekonomik yaşama büyük zararlar verdiği için;
Son olarak da PKK’ye karşı mücadele adı altında bölgede kalıcı askeri üsler kurarak, askeri operasyonları bir işgal hareketine dönüştürdüğü için.
Bütün bu askeri operasyonlardan sadece bölge halkı can ve mal kaybına uğramıyor, aynı zamanda zaten kırılgan olan Kürdistan Bölgesi’ndeki durum daha da kırılgan bir hal alıyor. Bunun içindir ki, geçmişte olduğu gibi şimdi de Kürdistan Bölge Yönetimi sürekli olarak Türkiye’nin askeri operasyonları durdurması ve Kürt meselesinin barışçıl çözümü için çağrılarda bulunuyor. 1993 yılından bu yana, başta rahmetli Celal Talabani başta olmak, Sayın Mesut Barzani ve Neçirvan Barzani birçok kez Türkiye’de Kürt sorununun barışçıl çözümü için girişimlerde bulundular, PKK’yi ateşkes ilan etmeye ikna ettiler. Son olarak da 2009-2013 dönemindeki Açılım ve Çözüm sürecinde önemli arabuluculuk rollerinde bulundular. Bugün de olası bir çözüm sürecinde rol amaya hazırlar.
5-Türkiye’de 2013 yılında büyük bir umut ve heyecanla başlatılan ancak akim kalan bir çözüm süreci oldu. Son günlerde bazı siyasi aktörler tarafından yeni bir çözüm sürecinin başlayabileceğine dair duyumlar alındığı ifade ediliyor. Siyasal ve sosyal anlamda çözüm için uygun bir zemin var mı? Böyle bir süreç başlarsa şayet önceki tecrübelerden de gerekli dersler çıkarılarak nasıl bir yol ve yöntem izlenmelidir?
Böyle bir sürecin yeniden başlaması açısından hem lehte ve aleyhte olan koşullardan söz edilebilir.
Önce birincisinden başlayayım. Ama yeni bir çözüm sürecini zorunlu kılan faktörlere değinmeden, dünden bugüne Türkiye’deki yeni sistemin nasıl şekillendiğine bakmak lazım.
Türkiye 2015 yılı Temmuz ayından bu yana, yani çatılmalı sürece başlandıktan itibaren bütün varlığını, iç ve dış siyasetini ve idari yapısını Kürt karşıtlığı üzerinde kurdu. İçerde başlayan askeri operasyonlara paralel olarak siyasi gözaltı ve tutuklamalar hızla arttı, HDP’nin elindeki bütün belediye başkanları görevden alınarak yerlerine kayyımlar atandı. Kayyımların atandıkları kentlerde Kürtçe tabelalar, işaretler kaldırıldı ve amaçla kurulan merkezler kapatıldı.
Benzer şekilde Türkiye terörle mücadele adı altında Suriye’de Kürtlerin elde ettiği kazanımlara karşı yoğun operasyonlar gerçekleştirildi. Afrin, Serêkanî, Girê Sipî gibi Kürt yerleşim merkezleri işgal edildi, buradaki demografik yapı önemli oranda bozuldu.
Yine bu süreçte Güney Kürdistan Bölgesi’nde PKK’e karşı operasyon adı altında kesintisiz askeri operasyonlar yürütüldü.
Kürt karşıtlığı üzerinden iç ve dış siyasetinin militaristleşen Türkiye, Libya ve Doğu Akdeniz’de hırslı ve maceracı arayışlara yöneldi.
Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı sistemi gibi ucube bir sistemin hayata geçirilmesinin de Kürt karşıtı politikadan ayrı değerlendirilemez. Son yıllarda iktidar ortaklarının öne sürdükleri ve cumhurbaşkanlığı sistemine gerekçe olarak gösterdikleri “beka sorunu”yla kastedilen şeyin Kürt sorunu olduğu açıktır. Böyle bir “beka sorunu” ile -siz Kürt sorunu olarak okuyun- baş etmenin yolunun ise bütün iktidar yetkilerinin tek elde toplandığı bir yönetim modelinden geçtiği algısı yaratıldı. Başka bir ifade ile Cumhurbaşkanlığı sistemiyle siyasi istikrarsızlıklar son bulacak, terör ortadan kaldırılacak, ekonomi uçacak, Türkiye çağ atlatacaktı.
Öte yandan böyle bir anlayışı hayata geçirmek için, buna uygun bir iktidar kompozisyonunun oluşması gerekiyordu. Onun için AKP; MHP, İşçi Partisi ve Ergenekoncular’dan oluşan bir koalisyon kurmak zorunda kaldı.
Gelinen süreçte iktidar, amaçladığı hiçbir hedefe ulaşmış değil.
Şurası çok açık; Kürt meselesi Türkiye olmak üzere ilgili diğer ülkelerde yakıcılığını korumaya devam ediyor.
Türkiye’nin, Suriye’de Kürt karşıtlığı üzerine kurduğu siyaset çözüm yerine Türkiye için yeni sorunlara yol açtı. Libya ve Akdeniz’de izlenen yayılmacı politika tıkanıp kaldı.
İçerde ise siyasi istikrarsızlık artmış, toplum hiç olmadığı kadar kutuplaştırılmış, demokrasi adına elde edilen kazanımlar yok edilmiş, ekonomik durum çekilemez hale gelmiştir. Türkiye ayrıca geleneksel müttefikleri olan ABD ve NATO ile karşı karşıya gelmiş, üyesi olmak istediği AB ve taraf olduğu AİHM gibi uluslararası kurumlarla ilişkileri büyük ölçüde zedelenmiştir.
Başka bir ifade ile mevcut iktidar bakımından deniz tükenmiş, artık ülkeye ve topluma anlatılacak yeni bir hikayesi kalmamıştır. 31 Mart 2019 yerel seçimleri sonuçları dahil bütün göstergeler mevcut iktidarın her geçen gün toplum desteğini kaybettiğini göstermektedir.
Bütün bu tablo içinde Türkiye için yeni bir demokratikleşme ve Kürt meselesinde barışçıl ve demokratik çözüm süreci kaçınılmazdır.
Son dönemde bu konunun yeniden gündeme girmesinin nedeni budur.
Ancak mevcut iktidarın bileşimi böyle bir açılım için engel teşkil etmektedir. Özellikle iktidar üzerindeki siyasi vesayeti nedeniyle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın MHP’yi aşarak böyle bir yola yönelmesi zor görünmektedir.
Başka bir ifade ile Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni bir çözüm süreci ihtiyacı ile MHP ve öteki çözüm karşıtı ortakları arasında sıkışıp kalmıştır. İki ucu keskin bir bıçakla karşı karşıyadır. Sayın Erdoğan, mevcut tabloyla devam ederse, iktidarı kaybedeceğinin farkındadır. Ancak olası bir politika değişikliği MHP’nin onu terk etmesine yol açacağı için yine iktidarını kaybetmesine yol açacaktır.
Bu durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yapması gereken şey, kısa vadeli iktidar tamahı ile Kürt meselesini eşitlik temelinde kurmuş demokratik, hukuka dayalı, insan haklarının tesis edildiği istikralı bir Türkiye arasında tercih yapmaktır.
Kürt meselesiyle ilgili er ya da geç bir süreç başlamak zorundadır. Bu mevcut iktidar döneminde olabileceği gibi olası yeni bir iktidar döneminde de olabilir.
Geçmiş deneyimler ışığında yeni bir sürecin başarısı için altı çizilmesi gereken birkaç nokta var.
Her şeyden önce olası yeni bir süreçte Kürtlerin bütün tarafları muhatap alınmalı, böylesi bir süreç açık ve şeffaf yürütülmelidir.
Silahların susturulması özel olarak PKK ile çözülecek bir sorundur. Elbette bu konuda başka iç ve dış aktörlerin katkıları alınabilir.
Kürt meselesinin çözümü en başta bu sorunu iç ve dış boyutlarıyla doğru bir şekilde tanımlamakla mümkündür. Eşyanın adını doğru koymak gerekir.
Kürtler Ortadoğu’nun sayıca en kalabalık dört millettinden birisidir, ülkesi dört bölge devleti tarafından bölünmüş, ulusal hakları elinden alınmıştır.
Daha somut olarak Türkiye’de Kürtlerin bir ulus olduğu gerçeği kabul edilmeli, ulus olmaktan kaynaklanan hakları tanınmalıdır. Kürt dili eğitimde ve kamusal alanda Türkçenin yanı sıra ikinci dil olarak kabul edilmelidir. Kürt dili, kültürü ve tarihsel mirasının bütün boyutlarıyla ortaya çıkması için gerekli imkanlar sağlanmalıdır. Türkiye’nin bütünlüğü içinde Kürtlerin çoğunlukta yaşadıkları Kürdistan’da kendi kendilerini yönetmeyi mümkün kılacak federal- ademi merkeziyetçi bir sistem inşa edilmelidir.
Ve son tahlilde bütün bunlar yeni bir anayasa ile güvence altına alınmalıdır.
İki nokta daha;
Birincisi böyle bir sürece sadece Kürt kesimi değil, olası en büyük genişlikte Türk kesiminin katılımı sağlanmalı, bu konuda önyargı ve korkuların giderilmesi sağlanmalı.
İkincisi; Türkiye’de olası bir çözüm sürecinde diğer parçalardaki Kürtler göz önünde bulundurmalı ve onların güvenini kazanacak ilişkiler geliştirilmelidir.
Böyle bir çerçeve içinde yeniden başlayacak bir Çözüm Süreci kelimenin gerçek anlamında çözüm sağlayabilir.
6-Irak Kürdistanı’nda 2017 senesinde gerçekleştirilen referandum Türkiye’de cari hükümet tarafından aşırı sert bir tavırla karşılandı. AK Parti iktidarının referanduma gösterdiği tepki, son olarak Kürt sorununa yönelik yapılan açıklamalar da göz önüne alındığında nasıl bir değişimin göstergesi?
Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihi ne yazık ki Kürt korkusu ile travmatize edilmiş bir tarihtir. Değişim ve reform iddialarıyla iktidara gelen ve ilk döneminde bu alanda önemli adımlar da atan AKP iktidarının son yıllarda gelip devletin bildik korkularına teslim olması trajik bir durumdur. İktidarın şiar haline getirdiği “beka” söyleminin de esas olarak Kürt korkusundan üretildiğine kuşku yoktur.
Ancak yüz yıllık deneyimler; Kürt korkusunun, Kürt karşıtlığının Türkiye’ye bir şey kazandırmadığını, tam tersine, içerde, dışarıda, her alanda onun ayağına dolanmış bir prangaya dönüştüğünü açıkça ortaya koyuyor. Türkiye’de Kürt meselesinin çözümsüzlüğü ekonomik kaynakların sağlık, eğitim, refah yerine savaşa akmasına yol açıyor, Kürt karşıtlığı üzerinden toplum ırkçılık ve şovenizmle zehirleniyor, iç ve dış siyaset militarize oluyor, demokrasi alanında atılanlar kadük kalıyor.
Yaşanan onca can kayıpları, anların dökülen gözyaşları, çekilen nice acılar, ruh sağlığı darbelenmiş bir toplum; bu işin cabası.
Bütün bunlara değer mi?
Demokrasinin, özgürlüğün, eşitliğin, karşılıklı saygıya dayalı ilişkilerin toplumları ve halkları birleştirdiğini; devletleri bölüp parçalamaya götüren nedenlerin esas olarak bu değerlerin yokluğundan kaynaklandığını anlamak için yakın çevremize bakmak yeterli.
Yarın, Özgür-Der Diyarbakır Yönetim Kurulu üyesi Hasip Yokuş ile devam edeceğiz.
"Asıl konu PKK’nın Kürdistan’ın statüsünü tanımasıdır!"
“Süleymaniye neredeyse bir İran şehri artık!”
HABERE YORUM KAT