PKK ile Savaş, Halkla Barış
Başbakan Davutoğlu’nun Sur dönüşü verdiği bir demeçte çözüm sürecine geri dönülmesinden bahsetmesi ve Cumhurbaşkanı’nın “Ortada müzakere edilecek bir şey yoktur” şeklindeki sözleri Sur ziyaretini gölgede bırakan bir tartışma başlattı. Başbakan o demecinde şöyle demişti:”2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir. PKK silahı bırakacak, bunun başka yolu yok. Silah bırakıldıktan sonra, niye konuşulmasın barışın şartları içinde? O zaman siyasetin kanalı açılır.”
Başbakan, bu konuşmasıyla hem çözüm söyleminin itibarsızlaştırılmasına karşı çözümü aklımızın bir köşesinde tutmamızı sağlamış oldu hem de çözüm sürecine yeniden dönülebilmesinin şartlarını ortaya koydu. Diğer yandan Cumhurbaşkanı’nın, “Terör örgütü yöneticileri ve güdümünde hareket edenler zaman zaman müzakere görüşme ve çözüm gibi laflar ediyor.” şeklindeki sözlerinin muhatabı çok açık ki Başbakan değil, müzakerelere dönülsün diye baskı kurmaya çalışan PKK’ya müzahir çevrelerdir.
Her ikisinin de sözlerinin ortak anlamı sürece geri dönülmesinin asgari şartlarının oluşmadığıdır. Başbakan’ın grup toplantısında sarf ettiği, “Karşımızda gözü dönmüş bir terör örgütü var. Kimse elinde silah ve kan olan terör örgütünü muhatap alacağımızı beklemesin” sözleri de bunu te’kid ediyor. Her ikisi de eğer bir masa kurulacaksa bunun ancak örgütün yurt içinde silahsızlanmasından sonra olabileceğini ifade etmiş oluyor.
Peki, bugünkü şartlarda çözüm sürecine ve müzakerelere geri dönülmesi mümkün mü? Barış masasını yeniden kurmanın reel şartları var mı?
Bölgedeki duruma dair...
Öncelikle bölgedeki tabloya göz atmakta fayda var:
Bölge halkı, PKK’nın çatışmaları şehirlere taşımasını tasvip etmiyor.
Çatışmaların bitmesini ve çözüm şartlarının oluşturulmasını istiyor. Örgütün silahı bırakmadıkça çatışmaların her zaman yeniden yaşanabileceğini bildiği için örgütün silah bırakması gerektiğini düşünüyor.
Halkın geneli çatışmalardan örgütü sorumlu tutuyor. Ama devleti de tümden masum görmüyor. “Örgüt bu tahkimatı yaparken devlet neredeydi?” diye soruyor.
Çatışmalarda her iki taraf da ciddi kayıplar veriyor ama örgüt açısından durum vahamet düzeyinde. Düzenli bir orduya karşı cephe savaşı vermek bu tür örgütler için intihardan farksız. Girdiği her yerden yüzlerce kayıp vererek ayrıldığı halde başka yerlerde bu yolu denemesine kimse anlam veremiyor.
Devlet, örgütün bölge halkıyla bu denli ters düşüp etkisini yitirmesini bir fırsat olarak görüyor. Çatışmalar yaygınlaştıkça örgütün mağduriyet projesi de tersine dönüp devlete yarıyor. Bu tablo ise devletin kararlılığını artırıyor.
Bugüne kadar bölge halkından, devlete kitlesel bir itiraz, PKK’ya da destek gelmemiş olması devleti haklı çıkarıyor.
Halkın örgütle ters düşmesi, çatışmaların ağır maliyetini yüklenmek istemeyişinden kaynaklanıyor. Bölgede 2 milyon insan çatışmalardan olumsuz etkilenmiş durumda.
Çatışmalı süreç milliyetçilikleri yeniden yükseltiyor. Türk milliyetçiliği çözüm süreci öncesindeki agresif haline geri döndü. Bunda hükümete yakın çevrelerin özensiz söylemi de etkili oluyor. Bu durum Kürtlerde dışlanma hissi yaratıyor ve PKK’ya mesafe koyan Kürtlerin kazanılmasını zorlaştırıyor. Üstelik Kürt milliyetçiliğini tahrik eden bir dili yaygınlaştırıyor. Çatışmalar uzadıkça, radikal Kürt milliyetçi söyleminin sosyalleştiği de göz ardı edilmemeli.
PKK’nın büyük kayıplar vermesi, şehirlerde ve kırsaldaki gücünün kırılması cazibesini yitirmesine ve tabanda bir daralma yaşamasına yol açsa da militan bulmasını pek fazla zorlaştırmıyor. Örgütün genç nüfus üzerindeki etkinliği sürüyor. Suriye ayağı da dikkate alındığında, örgütün daha uzun bir süre militan bulmakta güçlük çekmeyeceği söylenebilir.
PKK’nın salt silahlı yollarla tümden yok edilmesi mümkün değil. PKK’nın bitirilmesi ancak PKK’ya silah bıraktırılmasıyla, bu da müzakereyle mümkün.
Örgütün çözüm sürecine sırtını çevirmesine neden olan altın fırsatlar döneminin sonuna geliniyor. Yani konjonktürel gelişmeler örgüt için daha fazla iyiye gitmeyebilir.
Bu tablo toplamda, çatışmalı sürecin bir yerinde veya sonunda müzakere masasının yeniden kurulabileceğini ima ediyor.
Müzakerenin zemini var mı?
Müzakere söyleminin bugün için çeşitli handikapları var. Bir yandan çözüm umudunun korunması için “müzakere” elverişli bir kavram. Diğer taraftan “Sonunda müzakere varsa niye savaşıyoruz” itirazı mücadelede kararlılığı olumsuz etkiler. O nedenle bu müzakere söylemi şimdilik bir acziyeti işaret etmektedir. Cumhurbaşkanının müzakere çağrılarına itirazının bununla ilgisi kurulabilir.
Öte yandan, çözüm süreci tecrübesi, PKK’nın güvenilmez bir yapı olduğu fikrini te’kid etmiş oldu. Ortadoğu’daki konjonktürel dengeler PKK aleyhine değişmedikçe PKK güvenilmez bir muhatap olmaya devam edecektir. PKK’yı çözüm masasına bağlayacak tek şey başka çıkar yol bulamamasıdır.
Pragmatist ve konjonktürel davranan örgütün başlayacak yeni bir müzakere sürecine sadık kalacağının bir garantisinin olmayışı işi zorlaştıran bir durum. Kaldı ki PKK, barıştan zaferi yani demokratik özerklik adlı ideolojik statüyü kazanmayı anladığı müddetçe PKK sorununa barışçıl bir çözümün bulunması mümkün değil.
Çözüm süreci konseptine en büyük darbeyi, PKK’nın çözüm sürecini istismar edip güçlerini tahkim etmesi, bu tahkimat sonucunda da bütün bir bölgeyi ateş topuna dönüştüren Kobanileştirme siyasetini başlatması oldu.
PKK’nın halkı canından bezdiren; canından, malından ve evlatlarından eden Kobanileştirme siyasetinin sonucunda bölge halkı bu işe bir son verilmesini, bölgeye kalıcı barışın gelmesini istiyor. Fakat halkın önemli bir kısmı için barış kavramı, sadece çatışmaların sona ermesini değil, örgütün zorbalığının sona erdirilmesini ve ümüklerini sıkan örgüt urganının kesilip atılmasını da içeriyor.
Çatışma süreçlerinin ürettiği en büyük handikap, kitleleri rijitleştirmesi, milliyetçi söylemin yükselmesi, çözüm kavramına alerjinin oluşmasıdır. Hele de her gün onlarca cenazenin kalktığı bir atmosferde barıştan, çözümden ve müzakereden söz etmek oldukça güç hale geliyor.
Peki, PKK, ateşkes ilan ederse süreç yeniden başlayabilir mi? Bu sıkça dillendirilen bir soru. Fakat bu o kadar kolay değil. Örgüt son iki yıldaki tercih, söylem ve eylemleriyle bütün güvenilirliğini yitirdi. Zorda kalmış bir örgütün ilan edeceği ateşkes, sadece soluklanmak ve toparlanmak için bir taktik olarak görülecektir. Bu aşamada salt ateşkes, süreci başlatmak için yetmez. Ancak örgütün 2013’te verdiği sözü tutup, silahlı unsurlarını tümüyle ülke dışına çıkarmaya başlamasıyla kısmi bir suhulet ortamı oluşabilir. O ortamda çözüm süreci yeniden gündeme gelme şansı yakalayabilir.
Bu handikaplara rağmen, hükümet çevrelerinin zihinlerinin arka planında çözüm düşüncesinin canlı olduğu görülüyor. Örgüt silahlı unsurlarını ülke dışına çıkarır ve silahsızlanma eğilimine girerse hükümet barış masasını tesis edebilir. Başbakan’ın, “2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa” sözleri bunu gösteriyor. Çözüm umudunun canlı tutulması, rijitleşmeyi, milliyetçi söylemi engelleyebilir. Bunun için çözümün ne ve nasıl olacağına ilişkin toplumun önüne bir yol haritası ve varsa şartlar konmalıdır. Davutoğlu’nun açıklaması bu noktada önem arz etmekte, bir yol haritası sunmakta ve çözüm kavramının tümden sözlüklerimizden çıkmasının önüne geçmektedir.
Çözüm söyleminin itibarsızlaştırılması, bugünün çatışma psikolojisi içinde anlaşılır olsa da yarını ipotek altına almak açısından riskli ve maliyetli bir tavır olur. Bu durumda, yeniden çözüm masası kurmak istediğinde hükümetin toplumu ve özellikle de kendi tabanını ikna etmesi son derece güçleşir. Biliyoruz ki çözüm umudunu diri tutan, şiddetten nefret etmiş Kürtlerin desteğini alır. Bu bağlamda Başbakan’ın çözüm sürecine yaptığı atıf, beklenti içindeki bu kitleleri etkileyecektir.
Kürt sorunu ve PKK sorunu
Hatırlanacaktır; çözüm sürecinin iki ayağı vardı: Birincisi Kürt reformu yani Kürt sorununu çözecek demokratikleşme sürecinin tamamlanmasıydı. İkincisi ise PKK’nın silahsızlandırılması ve bunun sonunda da PKK’lıların da dâhil olduğu genel bir normalleşme süreciyle toplumsal barışmanın sağlanması.
Yalçın Akdoğan bunu Dolmabahçe mutabakatında “silahların devre dışı bırakılması ve demokratikleşme” olarak formüle etmişti. Bu ikili terkib, iki ayrı sorunun varlığını işaret ediyor: Kürt sorunu ve PKK sorunu. Peki PKK ile mücadele Kürt sorununu çözmeyi zorlaştırır mı?
Kürt sorunu paradigmal değişiklikle çözülebilir. O örgütten bağımsız olarak, tamamen devletin inisiyatifinde olan bir şey. PKK sorunu ise daha karışık ve daha zor. Çünkü devletin çözümü istemesi tek başına yetmiyor, örgütün de istemesi gerek.
Çözüm sürecinin belki de en büyük teorik hatası, Kürt sorunu ile PKK sorununu mezcetmekti. Bu, Kürtlerin sorununun çözümünü PKK’ya endeksliyordu. Böylece PKK, Kürtlerin yegâne meşru temsilcisi konumuna yükseliyordu. PKK da ideolojik hedeflerine bu temsili kullanarak varmaya çalışıyordu.
O halde Kürt sorununun çözümü için çatışmalar bir handikap oluşturmuyor. Bilakis başta yapılan hatayı düzeltmek açısından AK Parti’ye bir fırsat bile sunuyor.
O halde çözüm süreci PKK ile bitmiş veya durmuş olsa bile Kürt sorunu açısından sürebilir. PKK ile değilse bile Kürt halkıyla barış sağlanabilir.
Rıza üreten bir söylemin geliştirilmesi durumunda Kürtler bu barışı sahiplenip, buna karşı duran unsurları dışlayabilir.
Kürtlerle sürdürülecek çözüm süreci başarılı olur ve Kürtlerle barış sağlanırsa örgüt, Kürt sorununu, ideolojik hedeflerini örtmek amacıyla kullanamaz.
Barışın adresi PKK değil
Hükümetin, psikolojik ve askeri üstünlüğü elinde tuttuğu tam da bu zamanda Kürtlerin sorunları konusunda atacağı her adım samimi adımlar olarak görülecek ve toplumsal bir karşılık, bir rıza üretecektir. Böylece bu adımların, örgütün zorlamasıyla atıldığı düşünülmeyecek ve Kürtlerin kazanımları örgütün lehine yazılmayacaktır. Oysa hatırlanacaktır, bu strateji takip edilmediği için örgütün psikolojik üstünlüğü elinde tuttuğu çözüm sürecinde tam tersi bir durum yaşanıyordu.
Kürtlerin sorunlarının çözülmesiyle kriz alanları da ortadan kalkmış olacak. Bu, PKK sorunu açısından da önemli çünkü örgüt kendini bu kriz alanları üzerinden tanımlıyor, var ediyor ve meşrulaştırıyor. Son yıllarda yapılan reformlarla örgütün istismar ettiği alanlar daralsa da hala kısmi kriz alanları mevcut. Örgütün sosyalleşmesinin temel nedeni olan kriz alanları ortadan kaldırılırsa örgüt varoluş nedenini de tabanını da kaybeder.
Bunların yanında milliyetçiliği yükselten her türlü söylemden kaçınmanın gerekliliği ortadadır. Her gün onlarca ocağın söndüğü bir atmosferde çözümü konuşmanın zorluğu ortada. Dolayısıyla bu atmosferin değişmesi gerek. Buna en büyük katkıyı Cumhurbaşkanı Erdoğan sağlayabilir. Özellikle de PKK’nın Erdoğan’ı itibarsızlaştırma projesi düşünülünce, Kürtlerle barış hareketinin bizzat Erdoğan’ın öncülüğünde gerçekleştirilmesi son derece önemlidir.
Şayet hükümet, PKK ile mücadele ederken, paradigmal değişimi tamamlar ve Kürtlerin sorunlarını çözerse ülkede PKK’yı anlamsızlaştıracak gerçek bir barış ortamı sağlanmış olur. Tabanını kaybetmiş bir PKK ise Türkiye’de zaten bolca bulunan Marksist Leninist marjinal örgütlerden biri olarak kalmakla, silah bırakıp siyasi alanda varlığını sürdürme arasında bir seçim yapmak zorunda kalır.
Barışın asıl muhatabı, bu kadar travmaya ve bu kadar tahrike, tezgaha ve komploya rağmen “devrimci halk savaşı” denen iç savaş oyununa gelmeyecek kadar makuliyetini muhafaza etmiş olan Kürt halkıdır. Barışın adresi şu anda PKK değil Kürtlerdir.
STAR
YAZIYA YORUM KAT