1. YAZARLAR

  2. Etyen Mahçupyan

  3. Pimi çekilmiş nakarat
Etyen Mahçupyan

Etyen Mahçupyan

Yazarın Tüm Yazıları >

Pimi çekilmiş nakarat

02 Eylül 2009 Çarşamba 17:20A+A-

Aslında yeni bir köşe yazısı tarzı arayışına girme ihtiyacım hiç yoktu. ‘Kıymık’ gayet iyi gidiyordu. Editörlerimin de pek bir şikâyetiyle karşılaşmamıştım. Ama bu uzun tatilde kendimi bir anda çok daha iyi bir insanmışım gibi hissettim. Artık sert kavgaların içine girmek istemediğimi fark ettim. Bazı insanları ille de karşı çıkmam gereken yaratıklar gibi değil de, onlara hak vererek algılamanın ne denli huzur verici olabileceği, doğrusu epeyce yeni bir duygu oldu. Tam o günlerde Ertuğrul Özkök’ün bir yazısı ile karşılaştım. Kendisini okumayalı yıllar olmuş... Hem hasret kaldığım bir tat aldım, hem de bunu kendim için bir olgunluk sınavı addettim. ‘Mülayim’ de galiba böyle şekillenmeye başladı...

***

Yanılmıyorsam, bir çarşamba günüydü. Bodrum’un bir sayfiye evinde masanın üzerindeki gazete yığını içinde elim Hürriyet’e gitti. Baş sayfadaki hınzır davet spotunda Ertuğrul Özkök önümüzdeki iki yıl hep aynı nakaratı duyacağımızı söylüyor ve bizi bunu keşfetmeye çağırıyordu. Herhalde denizin de verdiği rehavetle hemen icabet ettim. Meğerse sözünü ettiği, TBMM’nin kuruluş yıldönümü için hazırlanmış olan bir televizyon klibi imiş. ‘Diriliş’ adlı bu bestenin önünde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, arkasında ise tam üç tane koro varmış. Ben bu eseri dinlemedim ama Özkök’ün zevkine güvenirim. Dediğine bakılırsa “ortaya hakikaten insanı etkileyen bir ‘90’ıncı Yıl’ eseri çıkmış.”

Tahmin edebileceğiniz gibi bütün bu övgüler aslında bizi nakarata getirmek için... İlk başta Özkök nakaratta ne dendiğini iyi anlayamamış, çünkü büyük koroların söylediği şarkıların sözlerini anlamak kolay olmuyor. Ama sonradan fark etmiş ki nakarat “şundan ibaret”: Ne mutlu Türk’üm diyene... Tam da Kürt meselesinin tartışıldığı, Kürt kimliğinin uğradığı ayrımcılığın telafi edilmeye çalışıldığı bir dönemde, Özkök bu nakaratın çok önemli olacağına dikkat çekmiş.

Ben bu yazıyı olabildiğince empati yaparak okudum. Ve bazı okuyucular yadırgayabilir ama Özkök’e tamamen hak verdim. Çünkü düşündüm de, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözü gerçekten de bir nakarat. Koca bir koronun, eğer yetmezse birkaç koronun bir ağızdan söylediği ve kalabalıklaştıkça anlaşılması zorlaşan bir nakarat... Keşke bu söz nakarat olarak kalmasa, şarkının kendisi olabilseymiş... Ama olamamış işte. Belki eser zayıftı, belki bu söz şarkının geri kalanına uymuyordu, veya besteciler bu sözü zaten sadece bir nakarat olarak üretmişlerdi, kim bilir?

Yine de sevindirici olan geleneğin devam edecek olması. ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözünü daha iki yıl sürekli duymayı şimdiden garantilemiş olduk. İnsan bir nakarata alıştı mı, birden kesilmesi iyi olmuyor. Öte yandan nakarat olarak tekrarlandıkça, bu sözün nakarat olarak kalacağı da garanti... Eh, bu da yeni şarkılar yazmaya imkân tanıyor. Fena mı? Hem yeni şarkılar, hem eski nakaratlar...

***

‘Mülayim’ formatına yumuşak bir giriş yapmış olsam da o günlerde henüz kafam biraz karışıktı. Bu yeni tarzı sadece Özkök üzerinden yazamayacağımı biliyordum. Derken o pimi çekilmiş el bombası olayı oldu. Daha doğrusu olay meydana çıktı ve bu sütun kafamda biraz daha şekillendi.

***

Olayı herkes biliyor. Teğmenin biri ceza olarak emri altındaki erlerden birinin eline pimi çekilmiş bir el bombası vermiş. Çocukcağızın ölümü elinde tutarak 45 dakika geçirdiğini ve sonra yanındaki üç kişiyle birlikte öldüğü anlaşılıyor. ‘Emanete ihanet’ diye bir terim olacaksa, herhalde kullanılma yeri tam da burası. Çünkü askerlik hizmeti bu konudan anlamayan sivillere öncelikle hayatta kalmanın öğretilmesini ima etmeli. Herhalde size emanet edilen canları ölüm aletlerine mahkûm etmenin ‘askerlikle’ bir ilişkisi yoktur.

Ama insan düşünmeden edemiyor... Yoksa var mı? Yoksa askerlik tam da böyle bir şey mi? Sivillerin önüne sürekli irili ufaklı pimi çekilmiş el bombaları koymanın adı mı? Belki de mesleğin sırrı buradadır ve bizler bilmediğimiz için, kendimizi kuramsal askerlik tanımlarıyla avutup duruyoruz.

Bu aydınlatıcı bakış altında yakın tarihimizin ne denli anlamlı hale geldiğine dikkatinizi çekerim. Örneğin bütün darbelerin öncesinde toplum kendisini elinde pimi çekilmiş bir bomba ile bulmamış mıydı? Sonradan askerler darbe yapınca da pim sönmemiş miydi? Belki şimdi o bombaları elimize veren kimdi diye sorabiliriz...

Ancak bu ‘pimi çekilmiş el bombası’ metaforunun bizim cumhuriyetimizde daha da derine giden bir anlamı var sanki. Tabii bunu deşmek bilim adamlarına düşer, ama bazı kurumları toplumun böğrüne yerleştirilmiş, her an patlamaya eğilimli bombalar olarak okumak mümkün gibi gözüküyor.

Şimdi söz konusu teğmen yargılanacakmış. Gerçek ortaya çıktığına göre yapacak bir şey yok... Genelkurmay ise bu cinayeti bilerek gizlemiş olmanın yüküyle yaşayacak. Ruh sağlığı yerinde olmayan muvazzaflara sahip olmak hiçbir ordu için kolay yüzleşilebilecek bir durum değil.

Bu konuda kısa bir nota daha ihtiyaç var: Olayda yaşamını yitiren erlerden birinin babası bir iftar yemeğinde Genelkurmay Başkanı ile biraraya gelmiş. Siz hangisinin yerinde olmak istemezdiniz?

***

Bodrum’un çıkışında koca bir pankart vardı: ‘Güçlü ordu, güçlü Türkiye’. Meğerse 30 Ağustos için üretilen bir klişe imiş... İnsan ilk okuyuşta tereddüt geçiriyor tabii. Hangisini seçeceğini bilemiyor...

TARAF

YAZIYA YORUM KAT