Parantezin sonu: Kısır döngünün çöküşü -2
İkinci dönemin sonuna gelindiğinde dünya konjonktüründe epeyce yeni bir durum söz konusuydu.
Soğuk Savaş sona ermiş, küreselleşmenin ekonomik alanda başlayan etkileri sosyal ve kültürel alana sirayet etmiş, Sovyet sistemi sallanmaya başlamış ve Batı demokrasileri de insan haklarına daha duyarlı olmayı ima eden normları teşvik etmeye yönelmişlerdi. Bu durum darbelerin meşruiyetini azaltacak bir ideolojik ve siyasi ortamın habercisiydi.
Söz konusu tespit 12 Eylül 1980 darbesinin çok özel bir amaca yönelmesine neden oldu: Öyle bir sistem kurulmalıydı ki, artık darbe yapmaya ihtiyaç kalmasın. Ne var ki demokratik eğilim ve standartların Cumhuriyet rejimine sızma ihtimali artarken, ülkenin sosyal hareketliliği makbul olmayan vatandaşların şimdi bürokrasi içinde de kendilerine yer açmalarının güçlü bir ihtimal olduğunu gösteriyordu. Bir yandan ideolojinin, öte yandan kişilerin devlet sistematiğine sızması konusunda askeriye açısından bir tehlike yoktu, çünkü bu kurumda tüm teşkilatı kuşatan bir disiplin ve otoriter yönetim söz konusuydu. Ancak darbe yapmanın giderek zorlaşması karşısında çare rejimin hukuk yoluyla korunmasıydı ama yargı mekanizmasının niteliği de bu tür sızmalara fazlasıyla açıktı, çünkü çok daha yatay ve amorf bir teşkilata dayanılmaktaydı.
Böylece yüksek yargının kendi içine kapalı bir sistem olarak tasarlanması noktasına gelindi. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Danıştay ve Yargıtay arasında birbirinin üyelerini belirlemeye dayanan bir sistem kuruldu. Sıradan bir yargıç veya savcının bu kurullara seçiminde ise 'devletin resmi ideolojisine uyum' adı konulmamış bir kural olarak işledi, çünkü terfi edebilmek, yargıç ve savcıların performansının üst yargının yönelimlerine aykırı olmamasını gerektiriyordu. Böylece siyasetin üzerinde bir yargı vesayeti kurulurken, üst yargının 'makbul bürokratlardan' oluşması da garanti altına alındı. Cumhurbaşkanlığı ise tüm bu sistemin sigortası olarak düşünülmüş, özellikle atamalar açısından fazlasıyla yetkili kılınmıştı. Çünkü 'doğal' beklenti cumhurbaşkanının asker kökenli, ya da askerin ideolojisini paylaşan birisi olmasıydı.
Bu dönem asker ve yargının kendi iç bütünlüğünü korumak üzere aşırı hassas davranmasını gerektirdi, çünkü 'makbul olmayan vatandaşın' yarattığı tehdit, siyasetin sınırlarını aşmış, doğrudan devlet organlarını hedef almış gözüküyordu. Bunu tamamlayan bir biçimde bu iki kurum içindeki terfi ve tayin sistematiğinin mantığı da değişti. Kariyer anlayışının temeli artık mesleki yeteneklere değil, resmi ideolojiye bağlılıkla ölçülmeye başlandı. Bu ise gerçekten o pozisyonları hak edenlerden ziyade, makbul bürokratların yükselmesiyle sonuçlandı ve söz konusu dinamik her iki kurumda da zaman içinde yozlaşma eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu dönemde ideal kısır döngünün korunması yargının hukuk dışına çıkması sayesinde mümkün olurken, 1997 yılında medya üzerinden gerçekleştirilen manipülasyonlar sayesinde bir müdahale girişiminde bulunuldu. Ancak bir sonraki seçimler bu müdahalenin toplumsal eğilimler açısından geri teptiğini, gelecekte buna benzer bir müdahalenin yapısı itibarıyla çok zor olacağını ortaya koyuyordu. Çünkü AKP'nin iktidara gelmesine paralel olarak medyada ve sivil toplumda bir çoğullaşma yaşanmaktaydı ve bu çoğulluk şeffaflaşmaya yol açarak medya manipülasyonlarının işlevsel olamadan açığa çıkmasına neden olmaktaydı. Dolayısıyla asker yeniden bir darbe arayışına girdi ve bu kez bunu 'bir an önce' yapması gerektiğini fark etti.
'Makbulün reddi': Normalleşme dönemi (2010-?)
Ergenekon çetesinin işlevi, askerin yeniden ve günümüz koşullarında 'meşru' bulunacak bir bağlamda siyasete el koyması için gereken toplumsal kışkırtmanın gerçekleştirilmesiydi. Bu uğurda hücreler ve ağlar kuruldu, planlar yapıldı ve cinayetler işlendi. Ancak askerin ve yargının içindeki yozlaşma eğiliminin karşısında farklı bir iç dinamik de bulunmaktaydı ve nitekim bu bölünme bugün Ergenekon çevresinde birçok davanın yürütülmesini sağlıyor. Açıkça ifade etmek gerekirse, eğer asker ve yargıda söz konusu bölünmeler olmasaydı, resmi ideoloji açısından 'sakıncalı' bir kimliği temsil eden AKP'nin darbe girişimlerinin üzerine gitmesi mümkün olmazdı.
Dolayısıyla bugün ilginç bir durumla karşı karşıyayız: Cumhuriyet rejiminin koruyup sakındığı kısır döngü, bizzat devlet sistematiğinin içinden kırılmış durumda. Doksan yıl boyunca yaratılmaya çalışılan 'makbul' devletçi kimlikler artık etkili olmak bir yana, yerlerini tümüyle kontrol dışı aktörlere teslim etmiş gözüküyorlar. Bugün devletin muhatap olmak zorunda kaldığı ne vatandaş, ne siyasetçi, ne de bürokrat 'makbul' değil...
Daha da önemlisi her üçü de 'makbul' olmayan bu unsurların bir araya gelmesi ve yeni bir dış konjonktür yakalamaları sonucunda, rejimi yerinden oynatabilecek yeni bir kısır döngüye doğru ilerliyoruz.
Bu kısır döngü birbirini çıkarsama yoluyla üreten dört önermeden oluşuyor: Birincisi küresel dünyaya entegrasyon ve AB üye adaylığı ile ilgili. Görünen o ki Türkiye, bu sürecin içinde kalacak ve bazı askerlerin hayalleri doğrultusunda Batı'dan kopma yoluna girmeyecek. Eğer bu bir gerçek ise, Türkiye'de demokratik normlara doğru bir yönelim olacağından, siyasete yeni aktörlerin gireceğinden ve liberal demokrasinin asgari koşullarının işleyeceğinden emin olabiliriz. İkinci önerme, eğer demokrasinin kuralları işleyecekse, Türkiye'nin bundan böyle çoğunluk iktidarları tarafından yönetileceğini söylüyor. Üçüncü nokta, eğer çoğunluk iktidarları bir norm olacaksa, İslami kesimden gelen siyasi partilerin ya tek başlarına ya da büyük koalisyon ortağı olarak hükümeti oluşturacaklarına dikkat çekiyor. Dördüncüsü ise, bizi ucu açık bir soruyla karşı karşıya bırakıyor: Ya İslami kesimden gelen hükümetler AB yanlısı ve demokratikleşme taraftarı olurlarsa?
Bu durumda daire kapanıyor ve epeyce farklı bir kısır döngü oluşuyor. Çünkü bu durumda demokratikleşmenin, diğer bir deyişle Türkiye'deki rejim açısından normalleşmenin önünü kesmek mümkün olmaktan çıkıyor. İşte askerin 'bir an önce' darbe yapma gereğini duymasının nedeni de buydu... Eğer bir seçim dönemi ve bir reform dalgası daha geçirirsek, ortaya çıkacak siyasi ve toplumsal yapı 'rejimin sahiplerini' geri dönüşü olmayan bir biçimde değiştirecek.
Yaşadığımız kırılma sadece bugünün siyaseti üzerinden anlaşılmaya müsait değil. Cumhuriyet'in kuruluşundan gelen ideal kısır döngünün bu kez çöktüğünü ve tamir edilesi olmadığını görmek gerekiyor. Bu topraklarda yüz yıl önce açılmış olan bir parantez kapanıyor ve toplum tüm tarihi, belleği ve kültürüyle kendisine dönüyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT