Pakistan'ın gücü: Atom ve İslam
Pakistan'da yolculuk yapanlar bilir, bir bölgeden diğerine geçtiğinizde konuşulan dil değişir. Bu bölge farklılığı çoğu kez iki şehir arası bir mesafedir. Yüz ölçümü Türkiye kadar ancak olan Pakistan 160 milyonu aşan nüfusu ile hayli kalabalık bir ülke. Üstelik Hindistan'dan kopuşla oluşturulan bu devlet farklı etnik gruplardan oluşmasına rağmen bugüne kadar bütünlüğünü korumasını bildi.
Peştun kabilelerinden Sind bölgesine, Belücilerden Pencabilere kadar dillerin , kültürlerin harmanlandığı rengarenk bir ülke. Ortak dil her ne kadar Urduca olsa da herkesin bildiği söylenemez. Belki İngilizce kolonyalizmin bir mirası olarak en azından okumuş kesim için ortak anlaşma dili sayılabilir. Etnik ve linguistik çeşitliliğe bir de kültürel farklılık eklenince daha çözülmesi zor görüntü veriyor. Özellikle Hindistan'dan ayrılma sonunda alt kıtanın farklı bölgelerinde yaşayan, farklı geleneklere mensup milyonlarca Müslüman Hindu çoğunluktan buraya sığınmak zorunda kaldı. Bu eklemlenmenin getirdiği parçalanmışlık ilk hamlede kopmayla neticelendi. Bangladeş çıkan iç savaşta, Hindistan'ın desteği ile Pakistan'dan koptu… Doğu Pakistan'ın ayrılmasıyla küçülen Pakistan çok renkli sosyal ve etnik yapısıyla ulus-devlet modelinin ilginç örneklerinden birini sergiliyor.
Bunca farklılığa rağmen Pakistanlıları bir arada tutan en temel ortak payda İslam kimliğidir. Daha doğrusu Pakistan'ın kuruluş gerekçesi Müslümanların bir arada yaşayacağı, Hindistan'dan ayrı bir ülke oluşturmaktı. Bu ayrım sonunda ortaya çıkan Pakistan'da yaşayanları bir arada tutan İslam'dan başka bir üst kimlik yoktur. İslam kimliğinin ortadan kalktığı anda Pakistan diye bir devletin ayakta kalması mümkün değildir.
Ekonomik olarak dünyanın en fakir ülkelerinden biri olmasına rağmen tüm kaynaklarını seferber ederek nükleer silah yapmayı başarmasının Pakistan halkı açısından anlamını dışardan kavramak çok zor. Bir kere Hindistan gibi “düşman” bilinen bir devasa komşuya karşı güvenliklerinin tehdit altında olduğunu hissetmeleri Pakistan'ın temel stratejisini belirler. Bu sadece devlet politikası olarak değil, halkın da bu ilişkiyi bir tür varlık yokluk meselesi olarak algılaması atom bombası için yapılan fedakarlığı anlaşılır kılıyor. Bu konuda da haksız sayılmazlar, ayrılma sürecindeki anlaşmalara rağmen Keşmir'in önemli kısmının Hindistan işgali altında olması; bu nedenle girdiği her savaşta yenik düşmesi, yine Hindistan desteği ile doğusunun ayrılması toplumda derin izler bırakmaması mümkün değil. Üstelik Hindistan'ın bir megola idea olarak büyük Hindistan peşinde olduğu kanaati, Pakistan'ın kendini sürekli tehdit altında hissetmesi için yeterli.
Pakistanlıları bir arada tutan nasıl İslam kimliği ise, bir devlet olarak varlıklarını sürdürmelerinin garantisi de atom bombasına sahip olmalarıdır. Atom bombasına sahip olmak Pakistan halkı için Hindistan karşısında en azından kendilerini güvende hissedecekleri bir denge unsuruna sahip olmaları anlamına geliyor. İslam ortak kimliği olmadan toplumsal olarak nasıl bir arada durmaları imkansızsa nükleer silaha sahip olmadan da bağımsız bir devlet olarak varlıklarını sürdüremeyeceklerine inanıyorlar.
Bu algının tümüyle gerçek dışı olmadığı ortada. Gerek ülkenin jeostratejik konumu gerekse küresel ve bölgesel aktörlerin rekabet alanı haline gelen bölgedeki konumları bu ülkenin güvenliğe olan ihtiyacını her şeyin önüne koyuyor.
Pakistan 11 Eylül'den sonra Amerika'ya en büyük desteği veren ülke olmasına rağmen ne Bush yönetimini memnun edebildi ne de siyasal çalkantılardan başını alabildi. Daha doğrusu kendi halkıyla Bush talepleri arasında sıkışan Perviz Müşerref, Amerika'nın desteğini çekmesiyle koltuğunu bırakmak zorunda kaldı. Yerine geçen yolsuzluklarıyla ünlenmiş Butto'nun eşiyle yapılan pazarlıklar da iktidara yaramayacak gibi görünüyor.
Amerika bir yanda şartsız destek isterken diğer tarafta sürekli muhaliflerle pazarlık ederek anlaşma zeminini kolladı.
Son otel saldırısı da gösteriyor ki iktidara Amerika ile anlaşarak gelenlerin de koltuğu bir yana hayatı bile garanti değil. Bir yanda siyasal kaos, diğer tarafta etnik ve bölgesel çatışmaların körüklendiği, başta köklü dini cemaatler olmak üzere halkın tepkisin çeken askeri talepler ülkeyi bilinçli olarak istikrarsızlaştırmaya götürüldüğü izlenimi veriyor. Terörle mücadele adına gerektiğinde Pakistan'ın bazı bölgelerini işgal edebileceğini açıklamaktan çekinmeyen ABD'ye karşı toprak bütünlüğünü korumak durumunda kalmış bir Pakistan görüntüsü var.
Amerikanın Hindistan'la kurduğu nükleer ilişki göz önüne alındığında tüm bu olup bitenlerin Pakistan'ın elindeki nükleer silahlara el koymak amacına yönelik planın parçası olduğu çok farklı düzlemlerde konuşuluyor. Hatta Hindistan'ın Pakistan'ı yutmasına göz yumabileceği bile açıkça yazılıp çiziliyor.
İstikrarsızlaşmış, kendi güvenliğini koruyamayan, teröristlerin kol gezdiği bir ülke imajının üstüne zararlı ellere geçmemesi için nükleer silahlara el koyma işleminin BM marifetiyle devreye sokulacağı Pakistan medyasında olduğu kadar başta İngilizler olmak üzere Batı'da dillendiriliyor. Nükleer silaha sahip tek Müslüman ülke olarak Pakistan'ın elinden bu silahın alınmasını ile parçalanması eş anlamlı hale gelmiş durumda.
Pakistan'ın önde gelen gazetelerinden Dawn ve Nation gazetelerinin yazdıklarına bakılacak olursa patlama öncesi oteldeki Amerikalılarda görülen hareketlilik, bazı malzemelerin otele sokulması gibi ( suikast yapacaklarsa neden böyle göstere göstere yapsınlar, bu da ayrı bir soru) kuşkular Batı yanlısı Pakistan elitlerinde bile ABD'ye güvenin kalmadığını gösteriyor… Dahası Pakistan'ın, bir yanda varlık sebebi “İslam'la savaşması” isteniyor diğer tarafta da elindeki tek kozu alınmak isteniyor. Sanki ikisi birbirine bağlı denklem.
Yeni Şafak gazetesi
YAZIYA YORUM KAT