Pakistan halkı, bize bakıyor
Yıllar önce İslamabad’tayım. Burada yaşayan yabancı bir diplomatın, “Nerede ikamet ediyorsun?” sorusuna, gerçek Pakistan’a 20 km. mesafede bir mekânda, dediği yerde...
Diplomatın gerçek Pakistan dediği yer, İslamabad’a 20 km. mesafedeki 5 milyon nüfuslu tarihi Rawalpindi şehri. Fakir halkın binbir renk cümbüşü arasında yaşama mücadelesi verdiği tipik bir Pakistan şehri burası. Başkent İslamabad ise diplomatik ilişkilerin yürütülmesi için Londra stilinde kurulmuş şirin, küçük; fakat yapay bir şehir.
Pakistan içerisinde, kanaatkâr insanların diyarı gerçek Pakistan’dan izole edilmiş ve benim yıllarımı verdiğim şehir.
Bir akşam üstü kapımı bir sürpriz çalıyor. Kapıyı açtığımda karşımda sık görmeye alışık olduğum Tebliğ Cemaati’nden nazik insanlar ve İslamabad’ta görmeye pek alışık olmadığım onlara eşlik eden iki Türkiyeli genç.
“Bunlar Türkiye’den Pakistan’a tebliğ yapmaya gelmişler. Türkçe’den de başka bir dil bilmezler. Sizin Türkiyeli olduğunuzu öğrenince buraya getirdik, kabul eder misiniz?” dediler.
Yürekten gelen bir eyvallah dedikten sonra içeriye buyur ediyorum. Önce tanışıyoruz. Onlara, “Siz, dilini bilmediğiniz insanlara nasıl tebliğ yapacaksınız ki!” hayretlerimi iletiyorum.
İstanbul’dan iki genç, İslâmî hayatla yeni tanışmışlar. Tebliğ Cemaati ile gönül bağı olan insanların vasıtasıyla dinle temas kurunca, bu cemaatin terbiye anlayışının bir gereği olarak hem bilgilenmek, hem de uluslararası yolculuğun meşakkatlerinin ateşinde pişmek üzere yola düşmüşler. Çok bilgisizler ama bildiklerini paylaşmak için de yanıp tutuşuyorlar.
Bana niçin namaz kılmam gerektiğini anlatmaya başladılar. Ben de kendilerine, “Bakın, hamdolsun ben hem namaz kılıyorum, hem de burada İslâm Üniversitesi’nde tefsir ve hadis bölümünde master yapıyorum. Bana söyleyeceklerinizin, namaz kılmayan insanlara söyleyeceklerinizden biraz farklı olması gerekmez mi?” mealinde dâvet yapılırken üslûba dikkat etmenin önemi üzerine bazı hatırlatmalarda bulunuyorum.
Amacım onları daha etkili tebliğ yapmak üzere yönlendirmek. “Çıkmış olduğunuz bu yolculukta sizi en çok ne etkiledi, onu anlatın bana” dediğimde, âniden heyecanlandılar. Birbirlerine baktılar, “Cömertliğin ve misafirperverliğin zirvesine dair öyle bir olay yaşadık ki, asla unutamayacağız” dediler.
Merakım kamçılanmıştı. Anlatmaya başladılar:
“Planlandığı üzere Pakistan’a girdikten sonra köy köy tebliğ yapmaya başladık. Başka dil bilmediğimiz için Türkçe anlatıyorduk, Pakistanlı mihmandarımız ise Türkçe bilmediği halde tercüme yapıyordu. Müslüman tasavvurunda ortak anlam dünyasının çağrışımlarını yapan iman, takva, namaz gibi şifre kavramlara vurgu yaptığımızda o ne söyleyeceğini anlıyordu.
Şehirden uzak bir dağ köyüne gittik. Bir eve konuk olduk; ev, ev değil. Fakru zaruret içinde derme çatma bir yer. Evin yaşlı büyüğünün, Osmanlı’nın torunları bizi ziyarete ve İslâm’ı anlatmaya gelmiş diye, neredeyse sevinçten aklı çıkacak durumda. Evin sütünü sağdıkları bir keçiden başka hiçbir şeyleri yok. Biz de İstanbul’daki rahat evlerimizi hatırlayıp utanıyoruz.
Akşama doğru bizi ağırlamak üzere keçiyi kesmeye hazırlandıklarını görünce hemen engel olmaya çalışıyoruz. Neredeyse yalvarıyoruz. Ama nafile...
Sahip oldukları tek serveti, belki de tek yaşam kaynaklarını bize feda etmeyi onur addediyorlar. Kesmelerine engel olamadık. Ayrılırken kendilerine biraz para vermek istedik, onu da kabul etmediler.
Bu fakir insanların cömertliği, kanaatkâr tutumları, bencilliğin karaktere dönüştüğü bir zaman diliminde bizi aciz bıraktı.”
Onların paylaştıkları bu anekdot, benim hâtıramda biriktirmiş olduğum Pakistan halkının cömertliğine dair tanıklıklarımı ayaklandırmaya yetmişti. İslâm’ın toplumsal düzeyde o kadar canlı yaşandığı bir topluma şâhit olmadım.
Uluslararası istihbarat örgütlerinin cirit attığı, komplo üzerine komplolar kurduğu bu mazlum ülkenin cömert insanları, bugün tarihinin en önemli krizlerinden birini yaşıyor. Büyük sel felâketi ülkeyi felç etmiş, milyonlarca insan evsiz, barksız, aşsız ve ilaçsız yardım bekliyor.
ABD, İslâm’a karşı verdiği savaşta halkı yanına çekmek için yardım yapıyor, medyanın hokus pokusuyla da noktayı kubbe yaparak gösteriyor.
Bu kriz aslında Müslümanların ortak krizidir. Müslüman halklar, fakir ama cömert kardeşlerine karşı sorumluluklarını bugün yerine getirmezse, başka ne zaman getirecek! Afetzedeleri misyonerlerin, bölgede İslâm’ı azaltmanın savaşını veren ABD’nin insafına terketmek, idrak etmekte olduğumuz Ramazan’ın ruhuna aykırıdır.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT