Özgürlük yoksa barış da yok!
"Ekmek herkese yetecekti aslında.
Tarlaya karga dadandı,
Ambara fare,
Fırına hırsız,
Memlekete harami..." (Neyzen Tevfik)
Öyle cümleler vardır ki, söyleyenin kimliğine göre anlam kazanır. Başlıktaki cümleyi “Zorla özgürleştirme ideolojileri” ile dünyaya özgürlük ihraç eden sömürgeci, işbirlikçi, oryantalist bir dilden duymakla; küresel güç odaklarının emperyalist arzularına karşı mücadele eden bir mücahidin dilinden duymak aynı şey değildir.
Batının askeri, ekonomik ve kültürel sömürgeciliğine karşı bir haysiyet mücadelesi olarak ortaya çıkan hareketlerin katı, muhafazakâr ve radikal özellikleri; varlığını, birliğini ve değerlerini koruma amacıyla hareket eden onurlu insanların doğal refleksi ve hakkıdır. Bu hareketlerin aşırılıklarına odaklanarak sömürgecilerin ezen, tahkir eden, aşağılayan, itaat edilmezse katleden zalimliklerini görmezden gelme gafletine düşmeyeceğiz.
Her olgunun ters düz edildiği bir dünyada doğa ve insan haklarını en fazla ihlal edenler asla hapse girmezler. Çünkü onlarda cezaevlerinin anahtarları var. Evrensel barıştan en çok söz eden ülkelerin en çok silah üreten ve satan ülkeler olması; en çok uyuşturucu parası aklayan ya da çalıntı para saklayan bankaların dünyada en itibarlı bankalar sayılması; endüstrileri en gelişmiş ülkelerin gezegeni en çok zehirleyen ülkeler olmasını başka nasıl açıklayabiliriz?
Dünya silah pazarının alıcıları da, bu devasa ticaretin kazançlarından her türlü faydalanıyor. Örneğin bu pazarın en büyük alıcılarından birisi, insan hakları konusunda kirli bir sicili olan Suudi Arabistan. Ancak bu petrol zengini diktatör ülke ABD silah sanayisi ve Britanya savaş uçaklarının en iyi müşterisi olduğu için insan hakları ihlallerini gizleyip, iç muhalefetini kanında boğabiliyor. Silah ve petrol ulusal refahın çok önemli unsurları olsa gerek, istisnalar hariç kitle iletişim araçlarında Suudi Arabistan'ın zulmünden bahsedildiğini ne duyuyoruz, ne görüyoruz ne de okuyoruz. Oysa bu iletişim araçları diğer Arap ülkelerindeki insan hakları ihlallerinden fazlasıyla “endişe” duyuyorlar.
Emperyalistlerin derdi yalnızca işlerine çomak sokanlarla ve bu grupları, düşünceleri ve inançları kolaylıkla şeytanlaştırabiliyorlar. BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı olan ülkeler ABD, İngiltere, Çin Fransa ve Rusya aynı zamanda en büyük silah satıcıları. Buradan anlıyoruz ki, “Dünya barışı” denilen şey kocaman bir yalandan ibaret! Devasa kazançlarından ne kadar yıkıcı, yok edici ve öldürücü olursa olsun vazgeçmiyorlar. Ama haklılar netice itibari ile “Güvenlik Konseyi”nin daimi üyeleri bu ülkeler!
Küresel güç odakları dünyanın mevcut durumundan hiç sorumlu değillermiş gibi davranıyor. Örneğin Unicef için popüler insanlar, “iyi niyet elçileri” olarak: “Her çocuk önemli, her ses katkıdır” ve “Kendi ülkelerimizin ötesine bakmalı, tüm çocuklara yardım etmeliyiz” gibi kamu spotu cümleler kuruyorlar. İsimleri lazım değil bu popüler insanlar yoksul dünyanın çocuklarını ne kadar önemsiyor bilmiyorum, ancakdünya gemisinin kaptan köşkünde olanlar zengin dünyanın çocuklarına para, yoksul dünyanın çocuklarına çöp muamelesi yapıyorlar. “Her çocuğun önemli olduğunu” düşünenlerin öncelikle yoksul ülkelerde kurulan fabrikalarda daha ucuz işgücü için çocuk işçi çalıştırılmasını dert edinmeleri lazım değil mi? Ya da dünyevi arzuların tatmini için çocukların köle gibi alınıp satıldığı, dünyanın bilmem neresinde sektör haline dönüşmüş fuhuş ülkelerine yaptırımlar uygulamaları gerekmiyor mu? Tam tersine bu sorunları: “Ekonomik gücünü ve cinsel kimliğini kazanan/tanıyan çocuklar özgürlüklerini daha çabuk elde ederler” diyerek meşrulaştırıyorlar. Kimse kimseyi kandırmasın, nihayetinde zengin dünyanın çocukları babalarının yaptığı gibi yoksul dünyanın çocuklarını sömürmeye devam edecekler ve belki de ölene kadar bunun farkına bile varamayacaklar. Yoksul çocuklar ise tutsak hayatlarını kader olarak bellemeye devam edecekler. Ta ki…
Kıymetli bir öğretmen dostumuz paylaşmıştı: Müdür sınıftan içeri girer ve “Yoksullar ayağa kalksın!” diye bağırır. Bunun üzerine ne diyeceğini bilemez, afallamıştır. Müdür devamında, “Hocam, bir hayır sahibi yoksullara ayakkabı yardımı yapacak, onun için” der.
Düşünsenize yardım yapmaya aracı olacak müdürümüzdeki nobranlığı! Bununla birlikte öğretmen dostumuz bu cümleyi hayra yormayı başarmıştır; “Yoksullar ayağa kalksın! Ne de güzel bir kitap ismi olur değil mi?”
Dilin kemiği olmadığı için olsa gerek, kapitalizmin de bir dili var. Bugün sömürüye “Pazar ekonomisi”, emperyalizme “Küreselleşme” deniyor. Bu iki canavarın kurbanlarına ise “Gelişmekte olan ülkeler!” Cücelere çocuk demek gibi bir şey! Patronun çalışanını tazminatsız ve mazeretsiz işten çıkarabilme hakkına(!)“Emek piyasasının esnekliği”, İşkenceye “Fiziksel ve psikolojik baskı” deniyor.
Küçük bir kız çocuğu kömür madeninde çalışan babasına sormuş: “Neden evimiz bu kadar soğuk?” Babası: “Kömürümüz yok!” Çocuk merak etmiş: “Neden kömürümüz yok?” Babası boynunu bükmüş: “İşimi kaybettim!” Çocuk durmamış: “Neden işini kaybettin?” “Çünkü çok fazla kömür vardı!”
Batının ve Kuzeyin fabrikaları Güneye ve Doğuya göç ederken; Güneyin ve Doğunun insanları Kuzeye ve Batıya göç ediyor. Bu göç çoğunlukla rüzgâr ve gel gitlerin yardımıyla yasak yolculuklarla yapılıyor. Sonu ölümle ya da geri itilmeyle biten yolculuklarla.
Zengin ülkelerin parası, günlüğü bir dolardan az mesailerin cazibesiyle yoksul ülkelere doğru hareket ederken; yoksul ülkelerin insanları reklamların sunduğu mutluluk görüntülerinin çekimine kapılarak zengin ülkelere göç ediyor. Ancak para gümrüksüz, sınırsız ve sorunsuz seyahat ediyor. Gülücükler, öpücükler, çiçekler, trompet sesi ile karşılanıyor. Göç eden insanlar ise bazen Akdeniz'in veya Karaip Denizi'nin derinliklerinde ya da Rio Grande’nin kayalıklarında son bulacak bir meçhule yol alıyorlar.
Çünkü savaş, ölüm, açlık, yoksulluk ve sefaletin kol gezdiği ülkelerinde çocukları için bir gelecek olmadığına inanıyorlar. Örneğin üzerinde Pocahontas figürü bulunan bir tişörtü Haiti'de diken işçinin, aynı tişörtü giyebilmesi için 1 haftalık ücretini gözden çıkarması gerekiyor. Haiti, 13 yıl mücadelenin sonunda 1804’te bağımsızlığını kazanmış. Öyle ki, bu mücadelenin başlangıç tarihi olan 23 Ağustos 1791 günü, dünyada “Köle ticaretinin ve sömürgeciliğin ortadan kaldırılmasının başlangıcı” olarak kutlanıyor. Ancak birçok insanın hayatına mal olan bu kahramanlıktan 200 yıl sonra gelinen nokta, ülke insanlarının sömürgeciler elinde ücretli köle haline gelmiş olması.
Başka bir örnek ise Asya’dan. McDonalds’ın çocuk müşterilerine hediye ettiği oyuncaklar, Vietnam'da 80 cente kan ter içinde, gün boyu çalışılan karanlık atölyelerde üretiliyor. Vietnam, ABD'nin askeri istilasını alaşağı eden bir kahramanlıktan çeyrek yüzyıl sonra, ekonomik sömürüye boyun eğmek zorunda kalıyor.
Günümüz korsanlarının öncekilerden farkları tahta bacakları ile gözlerinde bantlarının olmaması! Ancak Amazon ormanlarında ve diğer tropikal topraklarda halen dolanıyorlar. Cebren giriyorlar, tohumları söküyorlar, onlara patent alarak ticari başarısı olan ürünlere çeviriyorlar. International Plant Medicana şirketi psikiyatrik ve kalp-damar hastalıklarına ilaç yapmak için Amazon yerlilerinin kutsal bitkisi Ayahuasca'nın patentini almış. O günden beri Ayahuasca özel mülkiyet.
Enformasyon çağı, kitlesel bilgilendirme, mesafeleri yok eden araçlar, kırışıklıkları yok eden kremler, beyazları yok eden saç boyaları, acıları yok eden tabletler ve başka pek çok önleyici “mucize” modern ideolojinin cennet vaadine hizmet ediyor. Ancak bu cennete sahip olmak diğer insanların hayatlarını cehenneme çevirmekten geçiyor. Bununla birlikte Afrika'daki açlık doğal bir afet, savaşlar zencilere mahsus, vahşi eğilimleri olan kabilelerin kanlı hesaplaşmaları olarak sunuluyor. Örneğin günün birinde Belçika kralı işgal ettiği Ruanda topraklarında “8'den fazla ineği olanları Tutsiler, daha az ineği olanları ise Hutular” olarak tasnif etti. Çoban Tutsilerle, çiftçi Hutular yüzyıllar boyunca aynı topraklarda ortak tarihi paylaşmışlar, aynı dili konuşmuşlar, birlikte barış ve huzur içinde yaşamışlardı. Onlar düşman olduklarını bilmiyorlardı ama efendileri onlara bunu öyle bir öğretti ki, şevk ile ona sarıldılar. 1994 ve 95 yılları boyunca aralarında süren çatışmalarda yarım milyondan fazla kurban verdiler. Ama dünya, Fransa, Belçika ve Hollanda'nın askeri destek ve silah sağlayarak birbirlerini yok etmelerine katkıda bulunduklarını; ne haberlerde ne de başka bir yerde duymadı, okumadı, izlemedi.
Bir Afrika atasözü şöyle der: “Vahşi hayvanların saldırılarına sadece çıplak ellerle karşı koyulamaz!” Nelson Mandela bu atasözünü, şiddet karşısında şiddete başvurmak zorunda kalacaklarını anlatmak için sarf edince itirazlar gecikmez. Mandela itirazlara “İnsanlarımıza hiçbir alternatif önermeden saldırılara maruz bırakmayı, yanlış ve ahlaka aykırı buluyorum” diye cevap veriyordu.
Kendilerini özgürlüğün vatanı olarak gören ülkelerin, özgür olmadığını iddia ettiği ülkeleri sömürmesi, emperyalist bir anlayışla tahakküm altına alması nasıl bir özgürlüktür? Sömürdükleri ülkelerden geri çekildikleri zaman bile kendi yerlerine bıraktıkları iktidarların totaliter ve otoriter olmalarına, silah zoruyla halklarını, iktidarda olmalarına sebep ülkeler adına yönettiklerine şahit oluyoruz. Nerede sizin özgürlük anlayışınız?
Zengin dünyanın mensupları, yoksul dünyada yaşayan insanlara; asalaklar, beceriksizler, potansiyel gelişmemişler gözüyle bakıyor. Servet ve refahın kendilerinde toplamış olmasının meşru sebebini, tür olarak doğal üstün yeteneklere, kültür ve medeniyet üretmedeki başarılarına bağlıyorlar. Hegemonik güçler yüzyıllar boyunca sürdürdükleri yüz kızartıcı sömürgeciliğin bu toplumların beşeri, maddi, sosyal ve kültürel hayatlarında doğurduğu büyük tahribatı ise gözden kaçırıyorlar. Batılı sömürgeci beyaz adama göre, bilimsel gelişme ile tabiatın fethi ve sömürülmesi ne kadar doğal ve kaçınılmazsa, Batı dışı toplumların sömürgeleştirilmesi ve kaynaklarının yağmalanması da o ölçüde doğal ve kaçınılmazdır. Çünkü zanlarınca, “Bu toplumlara ilk defa Batılılar kültür ve medeniyet getirmişlerdir!”
İslam coğrafyası çoğunlukla zoraki yöntemlerle Batı medeniyetine katılım yoluna itilerek hayatın hemen her alanında güçlü bir değişime zorlandı. Böylece din, siyaset, kültür ve ekonomi gibi alanlar yeniden düzenlenmeye çalışıldı. Doğal mecrasında seyretmeyen bu sürece bazı Müslümanlar kayıtsız kalarak, bazıları ise tepki göstererek kendi yörüngelerinde kalmaya çalıştılar. Sorun Müslümanların üretim, yönetim ve bilimsel değişime kapalı olmaları değildi. Değişim talebinin tepeden inme, baskıcı ve içerisinde din karşıtlığını barındırıyor olmasından kaynaklanıyordu.
Bosna Savaşı'nın sıcak günlerinde Aliya’nın; “Allah'a yemin ederiz ki, köle olmayacağız!” deyişi, Müslüman bir halkın özgürlük arayışının güçlü bir ifadesidir. Batının “Özgürlük yoksa barış da yok!” cümlesiyle dayattığı yaşam tarzı ve sömürüye karşı; elleri armut toplamayanlar da haykırıyordu: “Özgürlük yoksa barış da yok!”
YAZIYA YORUM KAT