Öteki sol
Modern dünya siyaset yelpazesinin ‘sağ’ ve ‘sol’ diye bölündüğü efsanesinden uzun süre beslendi. Sanki bu iki tutum arasında bir simetri varmış gibi davranıldı. Oysa modernliğin kendisi bir yenilik, bir değişim, dolayısıyla ‘sol’du... Bu arka plan modern dünyanın somut siyasi tablosunda sola çok belirgin bir prestij kazandırdı. Sağcılar dâhil herkesin değişimin kaçınılmazlığına inandığı bir zihnî atmosferde, bizatihi değişimi kendisine bayrak yapan solun entelektüel üstünlüğü doğaldı. Solcular değişimi ‘objektif’ kurallara bağlamakla yetinmeyip, bu değişimi hızlandırmaya da çalıştılar. Sağcılar ise gerçekliğin ta kendisine direnen bir tür ahmaklar veya çıkarları gereği davranan oportünistler olarak tanımlanmış oldular.
Bu asimetrik konumlanma, solcuların daha bilgili ve ‘bilinçli’ olduklarına ilişkin yaygın bir algılama üretti. Dahası bu bilinç mağdurlardan yana bir bakışı ima ettiği ölçüde, solcuların daha ‘ahlaklı’ oldukları da kolayca kabullenildi. Sonuçta solculuk, kazanacağı kesin olan bir ideolojik pozisyonun kendinden emin mensuplarını yarattı... Bu kibirli bir ruh haline tekabül ediyordu, ama solcuları rahatsız etmedi çünkü tarihsel yasaların ve ‘objektif koşulların’ tahlilinin kendi haklılıklarını kanıtladığına inanıyorlardı.
Aşırı özgüvenin yarattığı en doğal beklenti, solcuların hayal ettikleri dünyanın adım adım kurulması olacaktı ve nitekim hemen her solcu siyasi hayata bu beklentinin somutlaşacağı hayaliyle atıldı. Ne var ki solu besleyen arka planın gerçeklikle çok temelde bir sorunu vardı, çünkü gerçekliği çok basite indirgemekte, onu retrospektif olarak, yani geriye doğru kurgulamaktaydı. Oysa hayat her ânında çoklu seçenekler çıkartmakta ve seçilen yollar farklı ve öngörülmeyen değişimlere yol açmaktaydı. Diğer bir deyişle yanlış olan değişimin engellenemezliği değil, değişimin yönünün önceden saptanabilirliğiydi...
Bu temel yanılgı solu bir dizi yenilgilere ve hayalkırıklıklarına sürükledi. Solculuk gerçek hayatta hazmedilmesi zor bir kimliğe dönüştü. Hem her şeyi herkesten daha iyi bilen ve bu nedenle bilgisizlerin öğretmeni olduğunu zanneden, ama buna karşılık her somut dönemeçte bizzat tarihe yenik düşen birinin ruh halini tasavvur edebiliriz. Böylece ortaya yaşadığı yenilgileri yengi gibi gösterme ihtiyacında olan, dolayısıyla gerçekliği çarpıtan ve bu nedenle her yenilgide içten içe bir kişilik kayması yaşayan, ama bunu itiraf etmeyi de yenilginin tescili olarak gördüğü için daha da kibirlenen bir tipoloji çıktı...
Referandumun ardından yüzde 42 oyu ‘sol’ olarak sunan, ya da evetlerin toplam seçmen içinde yüzde 45 olmasından hareketle ‘aslında’ hayır oylarının daha fazla olduğunu ima eden gülünç ve hüzünlü önermelerin nedeni bu...
Ancak sola ilişkin gerçekliğin tümü bu değil... Çünkü aynı modern dünya, entelektüel açıdan en büyük değerlerin, gündem yaratan, insani bir düzenin kurulmasını sağlayan enerjinin de yine soldan geldiğini ortaya koyuyor. Demek ki birden fazla ‘sol’ var... Bu farklılığı kavrayabilmek için zihniyet alanına gitmemiz gerekiyor, çünkü ‘sol’ denen konum solcuların zihninde kurgulanıyor ve onların da birbirine hiç benzemeyen zihniyetleri olabiliyor. Epistemolojik bir incelemeye girmeden de, solun kendi kavramları üzerinden bu yelpazeyi irdelemek ve en azından dört farklı sol olduğunu görmek mümkün.
Birinci kavram değişim... Sol için bu kavram bir ekseni ifade ediyor: Bir uçta değişimin tamamen objektif ve katı tarihsel yasalara bağlı olduğunu düşünenler, diğer uçta ise değişimin ucu açık bir imkânlar listesi sunduğundan hareketle, seçimin insani ve ahlaki değerler üzerinden yapılmasını savunanlar var. Birincisi siyasi iradeyi doğa kanunlarına tabi kıldığı ölçüde, edilgen ve ezberci bir solcu yaratmakla kalmıyor, solu otoriter, yani hiyerarşik ve yeknesak bir cemaatleşmeye sürüklüyor. İkincisi ise, tarihsel yasaların sonuca değil ihtimallere dair olmasından hareketle siyasi iradeyi ve insani sorumluluğu ön plana çıkartıyor. Bu nedenle de sol siyaseti eş düzeyli ve farklılıkları kuşatan bir toplumsal dinamik içinde tanımlıyor.
İkinci kavram evrensellik... Çünkü sol kapitalist dünya sistemi içinde doğdu ve bu sistemin tümünü kendisine referans almak zorunda kaldı. Ancak sol aynı zamanda, ulus-devlet adı altında çok katı bir yerelciliğin taşıyıcısı olan modernliğin çocuğu... Dolayısıyla solun evrensellikle yerellik arasında uzanan bir başka eksende de konumlanması gerekiyor. Bu eksenin bir ucunda meseleye küresel bağlamda ‘sınıfsal’ bakan ve sınıfın kendi iç değişim mekanizmasını gözden kaçırmamaya çalışan, yani sınıfın anlamının da değişime tabi olduğunu kavrayan ve bunu ulusal kimlikleri aşan bir çerçeveye oturtanlar var. Diğer uçta ise yereli, milli olanı öne çıkartan, solu emperyalizm adı altında toparlanan gayrımilli olanla bir çatışma olarak tahayyül edenler bulunmakta.
Bu iki eksen basit bir bakışla dört farklı ‘solculuk’ konumu sunuyor. Bunlardan biri solculuğu tarihsel determinizmle milli yerelciliğin bileşimi haline getiriyor ve Türkiye’deki solun ana gövdesi bu. Otoriter zihniyetten beslenen, içe kapalı ve savunmacı bir siyaseti savunan, cemaatçi bir sol... İkinci konum tarihsel determinizmle evrenselci anlayışı birleştiriyor. Bunlar ‘gerçek’ komünist idealin peşinden giden ve kendi yollarına neredeyse dinsel bir inançla bağlı olan, gündelik hayatta olmasa da felsefi açıdan ataerkil bir dünyanın mensupları. Üçüncüsü değişimi relativist ve etkilenebilir bir süreç olarak tasarlarken, hareket alanını milli olanın içinde çizenler. Bunlara genelde sosyal demokrat deniyor ve felsefi açıdan liberalizme epeyce yakın bir duruşu ifade ediyorlar. Nihayet son konum, değişimin bir imkânlar yelpazesi olduğu kabulüyle, solun evrensel bir bağlam içinde anlam bulduğu tesbitini birleştirenler. Bu yaklaşım hem kimlik, hem de fikir olarak farklılıkların eşdüzeyli etkileşimin siyasete dönüşmesine muhtaç. Kısacası demokrat zihniyetten beslenen bir duruş...
Açıktır ki gerçek hayatta bu dört konumun sonsuz sayıda derecelenmiş bileşkelerini üretmek mümkün. Böyle bakıldığında aslında her sol siyasetin bir melezleşme olduğunu da söyleyebiliriz. Söz konusu melezleşmenin adını koyabilmek ise özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik gibi değerlerin nasıl algılandığının irdelenmesini gerektirecektir. Çünkü tahmin edileceği üzere bu dört konumun söz konusu kavramlara ilişkin yorumları son derece farklı, hatta birbirleri ile apaçık çelişkilidir.
Dolayısıyla örneğin solun ‘özgürlük anlayışı’ diye bir şey olamaz. Bu, solun hangi solcu tarafından temsil edildiğine göre değişir, çünkü sola damgasını vuran solcunun zihniyetidir. Türkiye bugüne dek otoriter zihniyette, determinist, millici, farklılıklara tahammülde zorlanan, hiyerarşiye önem veren, özgürlüğü edilgenliğe indirgeyen, toplumu horlayan, her yenilgide içe kapanan ve hastalanan bir sosyolojik kesimi ‘solcu’ olarak tanıdı... Ama merak etmeyin artık başkaları da olacak. Türkiye vesayetten kurtularak demokrasiye doğru yürürken, ‘öteki sol’ da nihayet ruh sağlığı yerinde bir siyaset olarak, bir başka zihniyetin içinden doğacak.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT