Ortadoğu'daki yangını körükleyen ABD’nin ciddiye alınacak tarafı kalmadı!
Stephen M. Walt, Foreign Policy ‘de yayımlanan makalesinde işgal rejiminin giderek büyüyen bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu ancak buradaki sorumluluğun İran’da değil ABD’de olduğunu vurguluyor. Makale Haksöz Haber tarafından tercüme edildi.
Stephen M. Walt / Foreign Policy
Amerika Ortadoğu'daki yangını körükledi
İran'ın, İsrail'in Suriye'nin Şam'daki konsolosluğuna düzenlediği saldırıya drone ve füze saldırıları düzenleyerek misilleme yapma kararı, Biden yönetiminin Orta Doğu'yu ne kadar kötü yönettiğini ortaya koyuyor. Hamas'ın 7 Ekim 2023'te İsrail'e düzenlediği saldırının arifesinde bölgenin "on yıllardır olduğundan daha sessiz" olduğuna kendini inandıran ABD'li yetkililer, o zamandan bu yana kötü durumu daha da kötüleştirecek şekillerde karşılık verdi.
Hamas'ın 7 Ekim'deki vahşi saldırısına ABD yönetiminin tepkisinin üç ana hedefi vardı. Birincisi, İsrail'e kararlı bir destek sağlamaya çalıştı:
Politik olarak onu desteklemek, üst düzey İsrailli yetkililerle düzenli olarak görüşmek, İsrail’i soykırım suçlamalarına karşı savunmak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki ateşkes kararlarını veto etmek ve İsrail’e düzenli olarak öldürücü silah desteği sağlamak.
İkincisi, Washington Gazze'deki çatışmanın tırmanmasını engellemeye çalıştı. Son olarak İsrail'i hem Filistinli sivillere verilecek zararı sınırlamak hem de ABD'nin imaj ve itibarına verilen zararı en aza indirmek için itidalli hareket etmeye ikna etmeye çalıştı.
Bu politika başarısız oldu çünkü amaçları doğası gereği çelişkiliydi. İsrail'e koşulsuz destek vermek, İsrail liderlerine ABD'nin itidal çağrılarına kulak verme konusunda çok az teşvik verdi ve dolayısıyla ABD’yi görmezden gelmeleri pek de şaşırtıcı olmadı. Gazze yerle bir edildi, şu anda en az 33.000 Filistinli (12.000'den fazlası çocuk) öldü ve ABD'li yetkililer artık oradaki sivillerin kıtlık koşullarıyla karşı karşıya olduğunu kabul ediyor. Ateşkes talep ettiklerini iddia eden Yemen'deki Husi milisleri, Kızıldeniz'deki gemileri hedef almaya devam ediyor; İsrail ile Hizbullah arasındaki düşük seviyeli çatışma hâlâ sürüyor. İşgal altındaki Batı Şeria'da şiddet hızla arttı. Şimdi ise İran, 1 Nisan'da konsolosluğunun bombalanmasına İsrail'e insansız hava aracı ve füze saldırıları düzenleyerek misillemede bulundu ve bu da daha geniş bir savaş ihtimalini artırdı.
Amerikalılar İran'ın kötülüğün vücut bulmuş hali olduğunu duymaya alışkın olduğundan bazı okuyucular tüm bu beladan Tahran'ı sorumlu tutma eğiliminde olabilir. Örneğin daha geçen hafta, New York Times'ın baş haberinde, İran'ın Batı Şeria'da huzursuzluk yaratma umuduyla Batı Şeria'yı silahla donattığını duyuruldu.
Bu bakış açısına göre İran zaten alevler içinde olan bir bölgeye benzin döküyor. Ancak bu hikâyenin çok daha fazlası var ve bunların çoğu Amerika Birleşik Devletleri'nin attığı adımların sonuçlarından güç alıyor.
Açıkça söyleyeyim ki İran, hiçbir sempati duymadığım acımasız bir teokratik rejim tarafından yönetiliyor ancak onun yönetimi altında yaşayan ve ABD yaptırımlarının cezalandırıcı etkilerine katlanmak zorunda kalan milyonlarca İranlı için üzülüyorum. İran’ın bazı eylemleri (örneğin, Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline verdiği destek) son derece sakıncalıdır. Peki İran’ın, Batı Şeria'ya (ya da Gazze'ye) hafif silah sokma çabası özellikle iğrenç mi? Bunun ötesinde İsrail'in konsolosluğuna yönelik son saldırısına (bu süreçte iki İranlı generalin öldürülmesine) yanıt verme kararı uzaktan da olsa şaşırtıcı mı?
Cenevre Sözleşmelerine göre “yayılmacı işgal” altında yaşayan bir halkın işgalci güce direnme hakkı vardır. İsrail'in 1967'den bu yana Batı Şeria ve Doğu Kudüs'ü kontrol ettiği bu toprakları 700.000'den fazla yasadışı yerleşimciyle sömürgeleştirdiği ve bu süreçte binlerce Filistinliyi öldürdüğü göz önüne alındığında bunun bir "istila" olduğuna pek şüphe yok. Direniş eylemleri elbette hâlâ savaş yasalarına tabidir. Hamas ve diğer Filistinli gruplar İsrailli sivillere saldırdıklarında bu yasaları ihlal etmektedir. Ancak işgale direnmek meşrudur ve kuşatılmış bir halkın bunu yapmasına yardım etmek mutlaka yanlış değildir; İran bunu Filistin davasına derin bir bağlılıktan dolayı değil de kendi menfaatinden dolayı yapmış olsa bile.
Benzer şekilde İsrail'in konsolosluğunu bombalaması ve iki İranlı generali öldürmesinin ardından İran'ın misilleme yapma kararı -özellikle de Tahran'ın defalarca savaşı genişletme arzusu olmadığının sinyallerini verdiği göz önüne alındığında- İran’ın doğuştan saldırgan olmadığını gösterir. Aslına bakılırsa misilleme, İsrail'e kayda değer bir uyarı verecek şekilde gerçekleştirildi ve Tahran'ın gerilimi daha da artırmak istemediğinin sinyalini vermek üzere tasarlanmış gibi görünüyor. ABD'li ve İsrailli yetkililerin güç kullandıklarında genellikle söylediği gibi, İran yalnızca "caydırıcılığını yeniden tesis etmeye" çalışıyor.
On yıllardır Orta Doğu'yu silaha “boğan” ABD'yi unutmayalım. İsrail'e her yıl milyarlarca dolarlık gelişmiş askeri teçhizat sağlıyor ve ABD desteğinin koşulsuz olduğuna dair defalarca güvence veriyor.
İsrail'in Gazze'deki sivil nüfusu bombalaması ve aç bırakması nedeniyle bu destek sarsılmadı. Washington, Ekvador'un Quito'daki Meksika Büyükelçiliğine yönelik son saldırısını kınarken bile İsrail İran konsolosluğunu bombalarken ABD’nin tepkisini umursamadı. Bunun yerine, üst düzey Pentagon yetkilileri destek göstergesi olarak Kudüs'e yöneldi ve Başkan Joe Biden, İsrail'e olan bağlılığının "güçlü" olmaya devam ettiğini vurguladı.
Kontrolsüz güce sahip devletler bunu kötüye kullanma eğilimindedir ve İsrail de bir istisna değildir. İsrail, Filistinlilerden çok daha güçlü olduğu ve İran'dan daha yetenekli olduğu için onlara karşı herhangi bir ceza almayacağını da bildiğinden istediği gibi hareket ediyor. Onlarca yıldır verilen cömert ve koşulsuz ABD desteği, İsrail'in istediği her şeyi yapmasına olanak tanıdı; bu da hem siyasetinin hem de Filistinlilere yönelik davranışlarının zaman içinde giderek daha aşırı hale gelmesine katkıda bulundu.
Eski Başbakan Yitzhak Rabin gibi İsrailli liderler, Birinci İntifada'da (1987-1993) olduğu gibi, Filistinlilerin etkili direnişi harekete geçirebildikleri durumlarda, uzlaşma ve barış yapma girişiminin gerekliliğini kabul etmek zorunda kaldılar. Ne yazık ki İsrail çok güçlü, Filistinliler ise zayıf ve ABD arabuluculuğu İsrail lehine tek taraflı olduğundan, Rabin'in haleflerinden hiçbiri Filistinlilere kabul edebilecekleri bir anlaşma teklif etmeye istekli değildi.
İran'ın Batı Şeria'ya silah kaçakçılığı yapmasından hâlâ rahatsızsanız, durum tersine dönse nasıl hissedeceğinizi kendinize sorun. Mısır, Ürdün ve Suriye'nin 1967'de Altı Gün Savaşı'nı kazanarak milyonlarca İsraillinin kaçmasına yol açtığını hayal edin. Muzaffer Arap devletlerinin daha sonra Filistinlilere "geri dönüş hakkını" kullanmalarına ve İsrail/Filistin'in bir bölümünde veya tamamında kendilerine ait bir devlet kurmalarına izin vermeye karar verdiklerini hayal edin. Ayrıca, bir milyon kadar İsrailli Yahudinin Gazze Şeridi gibi dar bir bölgeye hapsedilmiş vatansız mülteciler haline geldiğini varsayalım. Sonra bir grup eski Irgun savaşçısının ve diğer aşırı Yahudilerin bir direniş hareketi örgütlediğini, bölgenin kontrolünü ele geçirdiğini ve yeni Filistin devletini tanımayı reddettiğini hayal edin. Dahası, dünyanın her yerindeki sempatik destekçilerden destek almaya devam ettiklerni ve yakın zamanda kurulan Filistin devletinin yakın yerleşim ve kasabalarına saldırmak için kullandıkları bölgeye silah kaçakçılığı yapmaya başladıklarını kabul edelim. Ve Filistin devletinin bölgeyi ablukaya alarak ve bombalayarak karşılık verdiğini ve bunun binlerce sivilin ölümüne yol açtığını varsayalım.
Bu koşullar göz önüne alındığında ABD hükümetinin hangi tarafı destekleyeceğini düşünüyorsunuz? Gerçekten ABD böyle bir durumun ortaya çıkmasına izin verir miydi? Cevaplar açık ve ABD'nin bu çatışmaya tek taraflı yaklaştığını çok iyi anlatıyor.
Buradaki trajik ironi, İsrail'i eleştirilerden korumak ve birbiri ardına yönetimleri İsrail'i desteklemeye itmek konusunda en gayretli olan ABD'deki kişi ve kuruluşların, ne yaparsa yapsın, aslında ABD’ye çok büyük zarar vermiş olmasıdır.
Son 50 yılda “özel ilişkinin” nereye vardığını düşünün. İki devletli çözüm başarısız oldu ve Filistinlilerin geleceği sorunu çözülmeden kaldı; bunun nedeni büyük ölçüde Siyonist lobinin ABD başkanlarının İsrail'e anlamlı bir baskı kurmasını imkânsız hale getirmesiydi. İsrail'in 1982'deki düşüncesizce Lübnan işgali (İsrail'in Batı Şeria üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmaya yönelik aptalca bir planın parçası), şu anda İsrail'i kuzeyden tehdit eden Hizbullah'ın ortaya çıkmasına yol açtı. İsrail’in baskısı arttıkça Hamas, Filistinliler nezdinde güçlendi ve tek güç haline geldi. Bu da 7 Ekim’e giden yolu açtı…
Eğer Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) ve müttefikleri kendi kendilerine düşünebilme yeteneğine sahip olsaydı, İsrail'in sebep olduğu vahşetteki sorumlulukları yüzünden utanç duyarlardı.
Buna karşılık, İsrail'in bazı eylemlerini eleştirenlerimiz (Yahudi karşıtları, Yahudi düşmanı ya da daha kötüsü olarak iftira atılanlar) aslında hem ABD hem de İsrail için daha iyi olabilecek politikaları tavsiye ediyorduk. Tavsiyemize uyulsaydı, İsrail bugün daha güvende olurdu, on binlerce Filistinli hâlâ hayatta olurdu, İran bombaya sahip olmaktan çok uzak olurdu, Ortadoğu neredeyse kesin olarak daha sakin olurdu ve ABD'nin ilkeli bir ülke olarak itibarı olurdu. İnsan haklarının savunucusu ve kurallara dayalı bir düzen bozulmadan kalacaktı. Son olarak, eğer bu topraklar yaşayabilir bir Filistin devletinin parçası olsaydı, İran'ın Batı Şeria'ya silah kaçırması için çok az neden olurdu ve İranlı liderlerin, kendi nükleer caydırıcılıklarına sahip olmaları durumunda daha güvende olup olmayacaklarını düşünmeleri için de daha az neden olurdu.
Ancak ABD'nin Orta Doğu'ya yönelik politikasında daha temel bir değişiklik gerçekleşene kadar, bu umut verici olasılıklara ulaşılamayacak ve bizi buraya getiren hataların tekrarlanmasına devam edilecek gibi gözüküyor.
HABERE YORUM KAT