Ortadoğu’daki Her Gelişmeyi ‘Dış Mihraklar’la İzah Etme Hastalığı
Taha Kılınç, Ortadoğu’nun dünü ve bugününe damgasını vuran iç dinamiklere dikkat çektiği yazısında, Mısır, Türkiye, Suudi ve İran’ın kendi aralarındaki tarihî rekabeti atlayarak her şeyi ‘dış mihraklar’ ile izah etmenin yanlışlığının altını çiziyor.
Taha Kılınç’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan konuyla alakalı köşe yazısı (04 Eylül 2019) şöyle:
İç Mihraklar
Ortodoks Hıristiyan Mişel Aflak ile Sünnî Müslüman Salâhaddîn el Bitâr’ın 7 Nisan 1947’de kurduğu “Baas Partisi”, Arap âlemine diriliş ve silkiniş vaat ediyordu. Her ikisi de, Arap milliyetçiliğinin kalelerinden Şam’da yetişen Aflak ve Bitâr, Paris’te öğrenciyken yakın temasa geçmiş, dostluklarını da siyasî bir projeye dönüştürmüştü. 1963’te arka arkaya, Suriye ve Irak’ta iktidara gelen Baas Partisi kadroları, dışarıdan izleyenlere uyumlu çalışacakları izlenimini veriyordu. Ancak öyle olmadı: Özellikle Hâfız Esed ve Saddam Hüseyin arasındaki dillere destan düşmanlık, Suriye ve Irak’ın sürekli çatışma ve rekabet halinde kalmasına yol açtı. İran-Irak Savaşı, Körfez Krizi gibi önemli dönüm noktalarında Suriye ve Irak hep ayrı kamplardaydı. Peki, bu çatışma tesadüf müydü? Yoksa, İslâm tarihindeki ünlü Irak-Suriye rekabetinin modern bir versiyonu muydu izlediğimiz? Galiba, ikincisiydi.
Mısır, 1962’de Suudi Arabistan’ın güney sınırına -Yemen- sürpriz bir saldırı düzenlemiş, 1970’de ancak sona eren şiddetli çatışmalar, en az 200 bin insanın ölümüne yol açmıştı. 1967’de İsrail tarafından Mısır’ın uçak ve helikopter gücü çökertildikten sonra ancak biten Yemen İç Savaşı, günümüzde Mısır’ın yerini İran’ın aldığı yeni iç savaşın bir tür öncüsü ve provası mıydı yoksa? Birçok yönüyle, öyle.
Suriye iç savaşını Beşşar Esed cephesinin neredeyse kaybetmeye başladığı 2014’te icat edilen ve muhaliflerle savaşmaya başlayan IŞİD’in, tarihte Hz. Ali’ye bayrak açan Hâricîlerin etkinlik kazandığı coğrafyada taban bulması ve üslup olarak onları andırması, sadece rastlantıyla açıklanabilir miydi? Kuvvetle muhtemel, hayır.
Asırlar boyunca İstanbul-Kahire rekabetine şahit olan Ortadoğu’da, günümüzde de İstanbul (Ankara) ve Kahire’nin ayrı noktalarda yer alması, herhalde tevafuk ya da tesadüf değildi. İki güçlü ve şahsiyetli şehir, iki kimlik sahibi ve derinlikli şehir, İslâm dünyasının iki güçlü odak noktası, bölgedeki birçok konuda sık sık karşı karşıya geliyordu. Mısır’da İhvân iktidarda kalsaydı da bu rekabet yaşanacaktı; ama alttan alta, gülümsemeler eşliğinde ve muhataba sezdirmemeye çalışarak…
Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu türden her bir örnek, bizi, coğrafyanın kendi iç dinamiklerine odaklanmaya sevk edecektir.
* * *
Ortadoğu’yu bir masaya benzetirsek, bu masanın dört sağlam ayağı var: Türkiye, Mısır, Hicaz (günümüzde Suudi Arabistan) ve İran. Bölgenin tarihi, siyaseti ve kaderi, büyük ölçüde bu dört ülke arasındaki ilişkilerin, rekabetlerin, bazen düşmanlıkların, ittifakların ve çatışmaların etrafında şekilleniyor. Bölgeye dışarıdan gelen çeşitli mihraklar da, masanın ayaklarından birine (bazen birinden fazlasına) tutunarak içeri sızıyor. Aynı şekilde, farklı İslâm ülkeleri de bu masanın ayaklarından birine mutlaka daha yakın duyuyor.
Türkiye’yi eşsiz kılan, yalnızca coğrafî ve jeo-stratejik konumu (hani şu “köprü ülke” meselesi) değil, sahip olduğu Osmanlı mirasıdır. Bu, hem avantaj hem de –altı doldurulmadığında- sahada sürekli ayağa dolanıp duracak bir dezavantajdır. Türkiye ne yaparsa yapsın bu mirastan sıyrılamayacağına göre, “suçlamalara” lâyık olmak için çalışmaktan başka çare yoktur.
Mısır, ta firavunlara kadar uzanan siyasî geleneğiyle, Nil’iyle, Süveyş’iyle, İhvân’ıyla, Nâsır’ıyla, coğrafyaya damgasını vurmuş bir ülkedir. Şu anki perişan görüntüsü kimseyi aldatmamalı. Mısır, doğası gereği, Arap dünyasının amiral gemisidir.
Hicaz’ı sıra dışı kılan, şüphesiz ki Harameyn’in varlığı ve o coğrafyaya kattığı maddî, manevî, siyasî şeref ve değerdir. Orayı yönetme emaneti kime verilmişse, o, İslâm dünyası içinde ayrıcalıklı bir konuma yükselir. Mekke ve Medine’yi kontrol eden irade, çadırını, Müslüman dünyanın kalbine giden yolların tam ortasına kurmuştur. Bugün oralarda “Suudi Arabistan” var, yarın kim olacağını kimse bilemez. Hicaz, her zaman Hicaz olarak kalacaktır. Bu noktada, Hicaz’ın kelime manasının “iki şeyi birbirinden ayıran engel, bariyer” olduğunu hatırlamak faydalıdır.
Ve İran, izahtan vâreste olduğu üzere, Şiî inancının dinamosu ve siyasî merkezidir. Müslüman dünyada kabaca yüzde 15-20’lik bir azınlık teşkil eden Şiîlik inancı, bu özelliğinden ötürü, farklı olmayı sürdürecek, farklı kalmak için de her şeyi yapacaktır. Şiîliğin şimdiye kadar geçirdiği dönüşümler, bundan 100 sene sonrasını tahayyül etmek isteyenler için epey bereketli bir malzeme barındırıyor.
***
Söz geçirilmek istenen coğrafyanın kıymetinden ötürü, Ortadoğu’nun kendi bünyesinde çok sayıda kritik fay hattı mevcut. Bu fay hatları, harekete geçmek için herhangi bir dış düşmana ihtiyaç duymaz, zaten sürekli devinim ve hareket halindedir. Ancak coğrafyanın düşmanları ve hâricî güçler, söz konusu fay hatlarını keşfettiklerinde, mızraklarını daha derine batırırlar ve bıraktıkları izler de kalıcı olur.
Tabiatın hiç şaşmayan kuralıdır: Fay hattının üzerine derme-çatma evler bina ederseniz, kurduğunuz her şey ilk depremde yıkılır gider.
***
Coğrafyaya dışarıdan dadanan güçlere odaklanmanın yanında, coğrafyanın iç dengelerini de görmek, şu meşhur “büyük resim” meselesinde isabet oranını artırır. Yaşananlar sadece “dış mihraklar” üzerinden okunup, bölgenin kendi doğasındaki çatışma ve ihtilaf alanları görmezden gelinirse, ortaya çıkan tablo eksik ve hatta yanlış olur. Her şeyi “dış mihraklar”a havale etmek özeleştiri ve tevbe ameliyelerini imkânsızlaştıracağı gibi, belli bir zaman sonra düşmanın gücünün çok fazla abartılmasına ve izzet-i nefis eksilmesine neden olur. Dildeki sloganlar ne kadar parlak olursa olsun, “Zaten yaptırmazlar” saplantısı, bir daha göçüp gitmemek üzere şuuraltına yerleşip kalır.
HABERE YORUM KAT