’Orkestra Şefi’nin Kontrolünden Çıkmak Tehlikesi..
*Önce, son derece önemli, hayatî ve de tehlikeli bir noktaya değinmeliyim:
İstanbul’da iki arkadaşla birlikte gecenin son seferlerinden birine yetişmek üzere, Üsküdar tarafından, 23.30 sularında Marmaray’a iniyoruz; 6 Ağustos gecesi.. Arkadaşımızın birisinin elinde bir plastik torba var.
Oradaki genç güvenlik vazifelisi, gelen geçeni elindeki dedektörle şöyle bir kontrolden geçiriyor.. Bu gâyet tabî..
Yanımdaki arkadaşım her vesileyle kamuoyunun nabzını elinde tutmayı seven birisi.. O elindeki torba kontrolden geçirilirken, vazifeli kişiye, ’Çok dikkatli olmalısınız.. Hele de bu günlerde..’ kabilinden bir şeyler söylüyor.
Bugünlerin hassasiyeti mâlum.. Mâlum bir terör örgütü, ülkede genel bir tedirginlik oluşturmaya, yaymaya çalışıyor; bununla hem kendi gücünü göstermeye, hem de ’toplumu, çaresizlik içinde teslim alabilir miyiz?’ denemesini yapmaya ağırlık veriyor..
O güvenlik vazifelisi kişi çok ilginç bir karşılık veriyor: ’Asıl IŞİD’den korkun..’
Mes’ele, sadece IŞİD denilen örgüte karşı oluşan-gelişen korku değil.. Tam da o günlerde, toplumun genelinde, IŞİD’den daha çok hangi örgüte karşı bir hassasiyetin oluştuğu ortada ve de bu hassasiyetin küçümsenmemesi gerekirken..
Hem de, Marmaray gibi son derece hassas bir denizaltı geçit sisteminin güvenliğiyle vazifeli birilerininin kendiliklerinden tehlike olan ve olmayan gibi belirleme yapma eğilimlerinin sadece İstanbul’u ve İstanbul’daki milyonları değil, bütün ülkeyi ve hattâ dünyayı şoke edebileceği asla gözardı edilemez. Bu bakımdan, tekrar edelim, birtakım hıyanetlere karşı uyanık olması gereken bir güvenlik vazifelisinin kendisine göre, bir tehlikelilik odağı belirlemesinin ve kendisine göre tehlike saymadığı başka terör odaklarının elemanlarının haince niyetlerle harekete geçmeye kalkışması hâlinde, o gibileri görmezlikten gelebileceğinin nelere mâl olabileceğini düşünmek bile dehşet verici..
Bir güvenlik vazifelisinin, Türkiye’ye, ’PKK’yla değil, IŞİD/ DAİŞ’le meşgul olun!’ diye yön ve vazife belirlemeye çalışan Amerikan Başkanı Obama ve NATO’daki müttefiklerinin mesajlarını hemen uygulamaya koyarcasına, -kendi aklınca- öyle bir tehlikelilik ölçüsü taşıması, ne mânâya gelir; bunu herkes kendi mantığına göre değerlendirsin..
*
Bu hatırlatmadan sonra, gelelim.. asıl konumuza..
***
Evet, bir orkestrada çalgıcılar veya şarkıcılar, Şef’in kontrolünden çıkarsa..
Ortaya kaotik bir karmaşa ve gürültüden başka bir şey çıkmaz.. Velev ki, o orkestradakiler ferd ferd, çok güzel enstrüman çalsalar bile.. Orkestra Şefi’ne ayak uydurmak niyetinde olmayanlar oradan ayrılmazlarsa, sâdece her şeyi daha bir berbad etmiş olurlar.
*
T.C. rejiminin ilk şefine, bir fransız gazetecisinin, ’Hem CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası /Partisi -CHP)’nin umumî reisisiniz, hem de reisicumhur.. İki vazife ve yetkinin bir kişide olmasının mahzurları yok mudur ve birinden ayrılmak gerektiğini düşünseniz, hangisini terk edersiniz?’ diye sormasına, Şef hemen karşılık verir: ’Reisicumhûrluğu bırakırım, fırka /parti reisliğini asla!..’
Nitekim, ölünceye kadar, o siyasî teşkilatın/ örgütün başındadır. Arkasından gelen 2. Şef de, aynı yöntemi takib eder ve 1938-50 arasında, o da, hem CHP Gen. Başkanı’dır, hem C. Başkanı.. Yani, Başkanlık sisteminin de ilerisinde, fiilen tam bir sultanlık yapısı..
*
Celâl Bayar’ın 14 Mayıs 1950 seçimleri ardından 3. C. Başkanı seçilmesinden sonra, Demokrat Parti (DP) Genel Başkanlığı’ndan ayrılması, ’C. Başkanı, partili olamaz ve tarafsız olur; olmalıdır..’ şeklindeki bir anlayış için bir geleneğin ilk adımını oluşturur. Ama, Celâl Bayar, yurt içi gezilerinde, baş tarafını DP harflerinin oluşturduğu bir bastonla dolaşır.. Ama, kemalistler ve inönistler bu durumu eleştiri konusu yaparlar, ’Böyle taraflı cumhurbaşkanı mı olur?’ diye.. Kendi geçmişlerini düşünmeyip başkanlık sistemi oluşturulmasının ülke için daha faydalı olacağı görüşüne şiddetle karşı çıktıkları gibi..
Daha sonrakiler ise, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korütürk, Kenan Evren .. Zâten birer general idiler ve partileri yoktu.. Daha doğrusu, seçimlere girmeksizin, hep iktidarda olan (ve fiilen bir parti gibi çalışan) ’Silahlı Kuvvetler -ya da Kuvvetli Silahlar- Partisi’nin adamlarıydı onlar..
Onlardan sonra gelenlere gelince..
Turgut Özal, ANAP’ın başından ayrılınca, partisini kendisi bile tanıyamaz hale geldi. Yıldırım Akbulut, Mesud Yılmaz derken.. ANAP bir daha bir türlü dikiş tutmadı.. Hattâ öyle ki, Özal, bir ara C. Başkanlığı’ndan istifa edip, yeniden siyasete dönmeyi, yeni bir parti kurup seçimlere katılmayı bile aklına koymuştu..
Süleyman Demirel de öyle.. Demirel’den sonraki A. Necdet Sezer de, geçmişteki kemalist darbeci generalleri ve Demirel’i aratmayacak derecede bir sivil general edâsıyla, kemalist rejimin en katı laik ideallerinin gözetleyicisi olarak elinden geleni yaptı.
*
Hangi zor merhalelerden sonra 7 yıllık bir süre için 2007’de C. Başkanlığı’na getirildiği bilinen Abdullah Gül’ın C. Başkanlığı dönemi ise, Tayyîb Erdoğan’la yakın dâva arkadaşlığından kaynaklanan bir durumla sessiz geçti. Buna rağmen, CHP ve hele de MHP onu bile, ’Tayyîb Erdoğan’ın noteri’ gibi sıfatlarla eleştirmişlerdi.
Ve şimdi..
Ülkenin başında, ilk olarak halk/ cumhûr tarafından seçildiği için, kelimenin tam mânâsıyla bir ’gerçek cumhurbaşkanı’ var.. O, bütün diğer partilerin karşı çıkmalarına ve kendi aralarında ilginç bir işbirliği yapmalarına rağmen, yüzde 52 gibi net bir oyla ilk merhalede seçilmiş birisiydi ve o, seçilmeden önce, ’alışılmış cumhurbaşkanları tanımları dışında birisi olacağını’ kesin bir dille açıklıyordu, halka.. Ve halk da ona bu açık beyanlarıyla güvendi ve oy verdi..
Ve o da, anayasa gereğince, hemen partisinden istifa edip, kanûnen, tıpkı geçmiştekiler gibi,
’tarafsız’ hale geldi, güya.. Ama, ne ötekilerin tarafsızlığı bir gerçek idi, ne de Tayyîb Erdoğan’ınki.. Bu tarafsızlıklara inananlar kendilerini kandırırlar. Anayasa ve kanunlar taa başından beri, milletin kendisini kandırmasını sağlıyacak uygulamalar içinde geçmiştir, son 100 yıla yakın zamandır.. ’Büyük …. Milleti adına..’ denilerek, milletin bırakın rızasını, hattâ haberinin bile olmadığı ne korkunç cinayetler işlenmiştir.
*
Şimdi..
Tayyîb Erdoğan orkestranın başında, orkestra şefi durumundadır.
Beğenilir veya beğenilmez.. Ama, önceden kabul edilmiş mevcud kurallara göre, ülkenin yüzde 52’sinin reyini alarak, cumhûrun elbette ki tamamının başkanı seçilmiştir. Velev ki, yüzde 48, ’Biz onu istemiyorduk..’ dese bile.. Onun etrafında birleşenler ise yüzde 52’dir; ve onun karşısında olanların ise, kalbleri şerhâ-şerhadır.
Nitekim, 7 Haziran 2015 seçimlerde, o cenah, ilk anda, AK Parti’nin yüzde 41’ini görmezlikten gelerek sevinç çığlıkları attı, ’Biz yüzde 59’luk bir blok halindeyiz.. Millet artık AK Parti iktidarını istemiyor , bizi istiyor’ dediler, ama, daha ilk anda, o zâhirî zafer sarhoşluğu içinde paramparça olduklarını da gösterdiler, bir araya gelemediler.
Ve sonunda.. CHP. Gen. Başkanı K. Kılıçdaroğlu, bütün eski sözlerini yutarak, AK Parti ile koalisyon kurmaya öylesine teşne bir hale geldi ki.. Şaşırtıcı.. Çünkü, o şimdi, kendi siyasî hayatı ile kadrosu ve partisinin onyıllarca sonra, ortak seviyesinde de olsa tekrar iktidara gelmesinin, kendilerine bir taze kan mesâbesinde olacağını ve kendisinin ve partisinin geleceğini birkaç yıl daha uzatacağını ummaktadır.
Ama, Kılıçdaroğlu, açıkça, AK Parti- CHP koalisyonunu Davudoğlu’nun samimî olarak istediğini, ama bunu Erdoğan’ın istemediğini belirterek, ona saygısızca ateş püskürmekte ve hattâ ona tahsisat ayrılmamasını bile kırmızı çizgileri olarak ifade edebilmekte.. Bu sözlere Davudoğlu ise, ’Bu tutum devam ederse, koalisyon görüşmelerine keserim..’ diye kesin bir tavır takınmamakta.. Halbuki, geçmişteki koalisyon uygulamalarının acı sonuçlarını hatırlatması halkın direkt iradesiyle seçilmiş birisi olarak, Erdoğan’ın da hakkıdır, elbette..
*
Bu satırların sahibi de, 7 Haziran akşamından beri, en sağlıklı çözümün seçimlerin tekrarlanması olduğu görüşünü defalarca belirtmiş olup, bir koalisyon halinde, 13 yıllık AK Parti iktidarı boyunca yapılan olumlu işlerin pek çoğunun kendi elleriyle tahrib edilmesi gibi bir tablo ortaya çıkacağını, bozuklukların ise daha bir artacağını düşünmektedir.
Seçimin tekrarlanması halinde, aynı sonuç ortaya çıkarsa.. Çıkar yolu, Cumhurbaşkanı o zaman daha rahat bulabilir. Ama, şu anda en çıkar yol, seçimin tekrarlanması olsa gerek..
Ancak, burada, Başbakan Davudoğlu’nun da siyasî geleceğini bir yıllık bir uygulamadan sonra riske etmemek istercesine, Erdoğan’ın görüşüne biraz uzak durarak, koalisyon yapmak istediği ve bu uğurda, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a yönelik hele de son günlerdeki ağır saldırılarına sessiz kalmayı tercih ettiği gibi bir görüntü ortaya çıkıyor ki, yanlış buradadır.
Davudoğlu, koalisyon görüşmeleri yapılırken, CHP Başkanının kendisini sessizliğe sevkeden veya geriletmek isteyen bu gibi hamlelerine kesin bir karşılık vermeliydi.
Davudoğlu unutmamalı ki, kendisi henüz 5 yıllık bir siyasî geçmişe sahib bir akademisyendir ve bizim gibi ülkelerin siyasî hayatında olup bitenlerin akademik mantık ve tavırlarla çözümlenmesi muhaldir. Bu alanda, Tayyîb Erdoğan, yarım asra yaklaşan bir siyasî hayatın içinde çekirdekten yetişme olmanın tecrübeleriyle siyasetin bütün labirentlerine daha bir vâkıf birisi olarak, kurtlar sofrasında daha dikkatlidir ve onun irşad ve tavsiyelerine daha fazla kulak verilmelidir. ’Yüksek bürokrasi üzerindeki otoritesini güçlendirmek’ gerekçesiyle de olsa, bağımsız hareket etmek isteği ve koalisyon ümidi hatırına orkestra şefine saldırılara kesin bir tavır takınmaması, kendisine de, ülkeye de zarar verir. Hatırlatması bizden..
Bu yazı, ’filancasız asla olmaz’ havası taşımayıp, bir takım kaygı verici gözlemlere de dayanmaktadır. Ciddî tökezleme ve iddialar sadece yalanlamalarla geçiştirilemiyor. Siyaset bir orkestra işidir ve, karizma da, makamlarla elde edilesi bir şey değildir.
*
YAZIYA YORUM KAT