Orduya sadakatten milletin emrindeki orduya
Genelkurmay Başkanı, "TSK ... emsalsiz bir örnektir dünyada ikinci bir örneğini bulamazsınız" diyor, dünkü uzun konuşmasında. Galiba bütün sorun da bu emsalsizlikten kaynaklanıyor. Hiçbir ülkede genelkurmay başkanının konuşması bu kadar "emsalsiz" bir ilgi uyandırmaz.
Her şeyin normalini isteme hakkımız yok mu? Neyse ki, Genelkurmay Başkanı'nın konuşması bu "normalleşme"nin zengin işaretlerini barındırıyor. Bu yüzden üzerinde dikkatle durulmayı hak ediyor. "Orgenerallerin cinayet işleyerek darbeye teşebbüs etmek"le suçlandığı Ergenekon soruşturmasının 12. dalgası, haberlerin ilk sırasını işgal ederken, Genelkurmay Başkanı'nın söyleyecekleri elbette çok önemli. Üzerlerindeki subay üniforması ile toplu cinayetler işlediği iddia edilenler yargılanıyor. Toprak kazılıyor ve insan kemikleri çıkıyor. Kamuoyuna yansıyan itiraflar, bu topraklarda kısa bir süre önce devlet adına, devletin silahı ile insanların ortadan kaldırıldığını anlatıyor. Devleti var eden ve yaşatacak olan sadece hukuk olduğuna göre, genelkurmay başkanının başında bulunduğu kurum adına konuşması gerekir.
Genelkurmay Başkanı uzun uzun konuştu. Düşüncelerini ve önceliklerini derli toplu sunma fırsatı buldu. Konuşamadıklarını da, gelecek hafta basın mensupları ile yapacağı toplantıya sakladığını vurguladı. Demek ki bizler de tartışmaya devam edeceğiz. Bu kadar uzun bir konuşmayı yorumlamakta zorluk çekecek olanlara bir değerlendirme sunmamız gerekir. Genelkurmay Başkanı özetle ne dedi? İlker Başbuğ tartışılan kurumunu yani Türk Silahlı Kuvvetleri'ni ılımlı ve olgun bir üslûpla savundu. Demokrasiye ve hukuka yaptığı ısrarlı vurgular, sürmekte olan Ergenekon davasında bir "silah arkadaşı" dayanışmasına girmediklerini göstermek içindi. Ordunun iç kamuoyunun gazını almak için çok itinalı bir üslup kullandı; ama kanunsuzluğa da sert bir kırmızı çizgi çekti. Her zaman TSK'yı gerekçe göstererek sertlik yanlısı politikaları savunanların elindeki kozları teker teker aldı. "Türkiye halkı" sözü, bu anlamda bir devrim niteliğinde. "Asimilasyon" yerine "entegrasyon"u vurgulaması evrensel hukuka uygun bir dili ve perspektifi benimsediğini gösteriyordu. Artık geleneksel hale gelen "laik hassasiyet vurgusu"nda bile alışılmışın dışında bir incelik vardı. Ta ki cemaatleri TSK'nın karşısına yerleştirene kadar. Belki en çok üzerinde durulması gereken bölüm de bu olacak.
Konuşmanın içeriğinin anlaşılması için üzerinde pek durulmayan bir arka plan vurgusu yapmamız gerekir. Bu düzeyde ve bu kapsamda yapılan konuşmalar Genelkurmay Başkanı'nın kaleminden çıkmaz. Kurmay subay sınıfından proje subaylarından meydana gelen bir grup, Komutan'dan genel çerçeveyi, başlıkları alır. Meselâ "çok sert olmasın", "demokrasiye ve hukuka" özel olarak vurgu yapılsın. "Çatışmacı değil uzlaşmacı bir dil kullanılsın" talimatlarının bu konuşma için alındığı belli. Türkiye'nin etnik sorununa dair ayrıntıların, Başbuğ tarafından özel olarak elden geçirildiği de ortada. Demek ki, ordu çağa, demokrasiye ve hukuka uygun bir yolda ilerleme iradesi gösteriyor.
Başbuğ'un profesyonellik üzerine yaptığı analizler, aslında demokratik bir ülkenin ordusunun standartlarını özetliyor. Sivil otoritenin itimadına verdiği değer de öyle. Türk ordusu için söylenebilecek en demokratik iddia, ordunun halkın vergileriyle finanse edilmesidir. Kendisini halktan ayrı ve üstün gören ve "siyasî vesayet" iddiasında bulunan bir orduyu dizginleyecek sihirli kelime de bu "vergi" meselesidir. Başbuğ'un "TSK millete hizmet etmek için vardır" sözü, bir vecize olarak askerî kışlaların girişlerine asılmalıdır. Uzun süre bu sözün tersinin geçerli olduğuna dair bir inancın (28 Şubat'ta milletten "orduya sadakat" görevinin beklenmesi gibi) egemen olduğu hatırlanırsa, bu sözün değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Başbuğ'un ordunun din karşıtı olmadığını özel olarak belirtme ihtiyacı hissetmesi de yeni bir başlangıç olarak kabul edilmelidir. Sınırları belirsiz "laik hassasiyet" izharları, kestirmeden bir din düşmanlığına dönüşüyordu. Kamplaşma bu şekilde tezâhür edince toplum ve devletin kurumları arasında din eksenli bir zıtlaşma ile kutuplaşma derinleşiyordu. Başbuğ, ordunun din karşıtı olmadığını vurgularken bir ölçü koyuyor: "Asker, Türk milletinin bizatihi kendisidir" diyor. Bir tür toplumun değerlerine saygı şeklinde formüle edilen "dindarlık" kriteri, canlı bir kriter. Profesyonellik ve vergiler üzerine vurgudan sonra "Kim ne derse desin Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir" sözü ise, bir vatanseverlik ikrarı olarak okunmalı. Amerikalı federalistlerin demokrasi tarifinden (Halk için, halka göre ve halk tarafından) ilham alan bu ordu tarifi biraz sorunlu. Çünkü bu tanımdan ordu için bir halkı temsil iddiası da çıkabilir. Ama Başbuğ'un kastının tam tersine "halkın emrinde ordu"yu amaçladığı öncesi ve sonrasından anlaşılıyor.
İlker Başbuğ'un "Kürt sorunu" çerçevesinde söyledikleri apayrı bir analiz konusu olacak çapta önemli. Söylediklerinin içinde gerçekten dikkatle ve itina ile belirlenmiş "yeni" açılımlar ve öneriler var. "Türk" sıfatındaki etnik vurgudan geri çekilmeyi formüle eden bu açılımın "Türkiye halkı" tanımını tercih etmesi yerinde bir karar. "Türkiye lafını çekin oraya Türk koyun, bu etnik bir tanım olur" derken, Genelkurmay Başkanı tam olarak bilinçli bir tercihi yerleştirmeye çalıştığını ifade etmiş oluyor. Bu tercihin Anayasa'daki vatandaşlık tanımına yansıması durumunda, Türkiye etnik anlamda daha uygun bir hukuk çerçevesinin içine girmiş olacaktır. Aynı şekilde Türkiye'nin bir etnik çatışma içinde olmadığı tezi de, yerinde ve doğru bir tespit. Bu tezin, Başbuğ'un giriştiği türden uzun analizlere ve tasniflere de ihtiyacı yok. Gerekçe basit: Halk arasında etnik farklılığa dayalı bir düşmanlık ve çatışma Türkiye'de hiç gerçekleşmedi.
Cemaatler ve hukuk
Türkiye'yi gereksiz ve tüketici tartışmalardan uzaklaştırmak için hukukun sağladığı netliğe ihtiyacımız var. İlker Başbuğ, daha önce de "sosyal devlet olgusu"nun zayıflaması ile cemaatler arasında bir tezat olduğunu söylemiş ve cemaatlerden şikayet etmişti. "Bu itirazın kanundaki yeri nedir?" sorusunun bir cevabı yok. Mesele sadece bir cemaat meselesi de değil. Tıpkı sınırları belirsiz ve hukuk dışı laiklik tartışmalarının yol açtığı kargaşa gibi, cemaatlere yönelik "silahlı" itirazın da sağlam bir hukukî dayanağının olması lâzım.
Bütün dünyada olduğu gibi toplum kendi arasında örgütleniyor. Kendi arasında yardımlaşıyor. Muhtaç olanın yardımına koşuyor. Dayanışma içine girerek, daha güçlü çözümlere ulaşıyor. Kendi toplumunu ve ülkesini daha yukarılara taşımak için göz kamaştırıcı bir gayretin içine giriyor. Eğer siz, dünyanın her yerinde olduğu gibi bu sivil örgütlenmelerin içine dindarlık güçlü bir motif olarak girdiği zaman, bu cemaatleri "dinî cemaat" olarak tanımlayıp düşman ilan ederseniz, bu toplum ne yapacaktır? İlker Başbuğ'un ve bütün askerlerin anlaması gereken şey, toplumun bu sorun çözme yönteminin karşısına "sosyal devlet"in konamayacağıdır. Çünkü bu sonuçta Genelkurmay Başkanı'nın aradığı "sosyal devlet" değil sivil toplumun bütün görevlerini de üstlenen "sosyalist devlet" gibi bir totaliter devlet olacaktır.
Her toplum, kendi içinde örgütlenme ve bu örgütler aracılığıyla kendi sorunlarını çözme hakkına sahiptir. Bu hakkın olmadığı bir demokrasi bile düşünülemez. Bu örgütlenmelerin, daha etkili ve güvenli olmak için dinî motifleri kullanması, dindarane duygulara hitap etmesi de "din ve vicdan özgürlüğü" kadar normaldir. Nitekim, Birleşmiş Milletler bünyesinde yer alan ECOSOC'un (Ekonomik Sosyal Konsey) akredite ettiği uluslararası sivil toplum örgütlerinin yarıdan fazlası dinî hayır amacı taşıyan vakıflardır. Bir sivil örgütlenmenin dinî dayanışma niteliği taşıması, kanunen nasıl suç teşkil edebilir? İnsanların dinî inançları gereği hayırda bulunmak üzere bir araya gelmeleri nasıl kanuna aykırı olabilir? Sivil örgütlenmelerin "laik" olma mecburiyeti var mıdır? Laiklik sadece devlete has bir özellik değil midir?
Türkiye'nin cemaatler konusunda geniş kapsamlı bir aydınlanmaya ihtiyacı var. Konuya cahil olanlar, "cemaat" kelimesinin İngilizcesi olan "Community"den ve Ferdinand Tönnies'in getirdiği ayrımı ifade eden "gemeinschaft"tan yola çıkarak modernliğin kendisini araştırmalıdır. Eski geleneksel cemaatler, rakibi olmayan varlıklardı. Bugün cemaatler, vazgeçilmez insanî ihtiyaçların eseridir. Günümüz "cemaatler"i modernliğin ürünüdür. Bugün İlker Başbuğ'un üzerinde ısrarla durduğu ve aydınları da kayıtsızlıkla itham ettiği "ulus devlet" de bir tür cemaat formudur. Anderson bu çerçevede millete "hayalî cemaat" adını vermektedir.
Toplumdan hiçbir şey zorlama ile çıkmaz. Toplum zarurî ihtiyaçlarını karşılamak için çareler üretir. Weber, kapitalizmin dinî cemaatlerin özellikle Protestan cemaatlerin ahlâk anlayışı ile geliştiğini anlatmaktadır. Max Weber'in zengin ufkunu kullanarak cemaatler konusunda sosyolojik araştırmalara ihtiyacımız var. Dinî olan her şey, sosyolojik anlamda toplumsaldır. Toplum, ihtiyaçlarını çoğu zaman dinî sembollerle anlatır ve karşılar. Cemaatleri var eden ve yaşatan insanî ihtiyaçları hiçbir kurum karşılayamaz. Tersine, toplumun bu insanî ihtiyaçları karşılamak için geliştirdiği cemaatlerin, toplumu barış ve uyum içinde tutma yeteneği üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. Modern bilimin ve çağdaş araştırmaların bu konudaki bulgularını önyargısız biçimde seferber etmek gerekir. Soğukkanlı ve makul analizlerin çoğalması gereken bir alan cemaatlerin boy gösterdiği alan. Daha fazla dikkat ve özen lâzım. Aksi takdirde cemaatlere savaş açmış bir ordu, kendi halkıyla kavgaya girişecektir.
Genelkurmay Başkanı'nın konuşmasının, Türkiye'nin artık daha çok demokrasinin ve hukukun egemen olduğu bir evreye girdiğinin bir kanıtı olarak okunması doğru olacaktır. Tartışılan kurumun başındaki lider, eski mensupları (hatta bazı muvazzaf elemanları) yargılanırken daha fazla hukuk ve demokrasiye vurgu yapıyorsa, Türkiye emin ellerde demektir. Kürt sorunu konusundaki "Türkiye halkı" açılımı ise, çözümün önündeki birçok engelin tek ve güçlü bir hamle ile kaldırılması anlamına geliyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT