Önce medya, merkez medya…
Başbakanın üslubunu sert bulabilirsiniz. Zamanlamasının yanlış olduğunu söyleyebilirsiniz. Türkiye'nin yeni bir gerginliği taşıyacak halde olmadığını vurgulayabilirsiniz.
Ya da Başbakanla bir medya patronu arasında bu şekilde yaşanan yarı kişiselleşmiş bir tartışmanın, siyasetin ve kurumların düzeyini düşürdüğüne işaret edebilirsiniz...
Başbakan'ın eleştiriye tahammülü az diyebilirsiniz
Deniz Feneri, Şaban Dişli etrafındaki yolsuzluk tartışmalarının siyasi kavga malzemesi yapılmayacak, hesap sormayı gerektirecek kadar ciddi olduğunu da ifade edebilirsiniz…
Bunların hepsi doğrudur…
Ancak Türkiye'de merkez medya geleneğinin, bu geleneği son yıllarda baskın bir şekilde temsil eden Doğan Grubu'nun, (elbet kimi gazeteciler ve kimi istisna yayın organları dışında) Türkiye'de ilişki kirliliğin, rant ve çıkar gazeteciliğinin, evrensel değerlere yönelik bir tür "vandalizm"in taşıyıcısı olduğunu da bir o kadar doğrudur.
Petrol ticaretinden sigortacılığa kadar devasa bir sanayi gücü olarak hareket eden Doğan Grubu'nun gazetecilik faaliyeti kadar, gazeteciliği başka faaliyetlerin lojistik desteği olarak kullanmayı yol bilen bir geleneğin "amiral gemisi" olduğunu görmezden gelmek mümkün olabilir mi?
POAŞ'ta bir dönem yaşananların, rafineri tartışmalarının, Hilton meselesinin sadece "varlıkları" bile bu durumun açık göstergeleridir.
O zaman şunu teslim edelim:
Evet, yolsuzluklar, siyasetin rant ilişkilerine açık bir zemin oluşturması Türkiye'nin yıllardır en büyük sorununu oluşturmuştur.
Deniz Feneri örneğinde olduğu gibi yolsuzluklarla ilgili haberlerin yapılması, bunların sorgulanması, afişe edilmesi kadar doğal ve gerekli bir şey olamaz.
Ancak yine Deniz Feneri örneğinde olduğu gibi bu tür olayları kullarak bir iki kişiden hareketle bir siyasi parti başkanına uzanmak, bunu "yarı spekülatif bilgi" üzerinden iktidarı diz çöktürmek için yapmak da kabul edilemez bir durumdur.
Dünkü manşetinin spotu şöyledi Taraf gazetesinin:
"Vatan Gazetesi yazarı Ayaydın gazetenin Doğan Grubu'na satışıyla ilgili bir şikayeti inceleyen Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı Erol'a 'Kanal 7'yle ilgili dosya elimde, tatmin olmazsam yazarım' demiş…"
Taraf haberi Sermaye Kurulu Başkanı'yla yaptığı konuşmaya, durumun onun tarafından teyit edilmesine dayandırıyordu.
Bu bile tek başına bir anlam taşımaz mı?
Basın özgürlüğü meselesine gelince…
"Eleştirilere başbakanın yaptığı gibi öfkeli tepki vermek elbet siyaset ve basın arasındaki mesafeyi yok eden, basın özgürlüğüne dolaylı ve doğrudan olumsuz etkide bulunan bir durum"dur…
Ancak basın özgürlüğü sadece gazetecinin siyasi iktidar değil, aynı zamanda kendi patronu karşısındaki konumuyla da yakından ilgilidir. Sansür iktidardan geldiği kadar, hatta ondan daha fazla gazetenin kendisinden gelir.
Demek ki basın özgürlüğüne yönelik olumsuzluğun sadece başbakanın kimi haberlere yönelik sert tepkisi, sert üslubu ve meydan okuyucu tavrıyla ilgisi yoktur.
Gazeteci olarak iş takip edenleri bir yana koyacak olursak, böyle durumlarda, diğerleri, yani "kendi patronları eleştirmek istemeyenler" ile "başbakanı eleştirmek istemeyenler" birlikte bir "oto sansür düzeni" üretirler. Ne var ki, patrona karşı oto sansür iktidara karşı oto sansürün karşısında açık ara galebe çalar.
Dünkü Hürriyet Gazetesi'nin Tayyip Erdoğan'ı karalama bülteni şeklinde çıkması örneğinde olduğu gibi…
Ayrıca: Hrant Dink'i Türk düşmanı ilan ederek öldürülmesine yol açan süreci başlatmak, katillerle empati ilişkisi kurmak, Orhan Pamuk'un karalanması, liberal ve özgürlükçü her tutum, kurum ve kişinin yıpratılması, 27 Nisan muhtırasının desteklenmesi, 367 krizinin üretilmesi, Ergenekon rezaletinin meşrulaştırılması gibi ülkenin her olumsuz sayfasında imzası olan bir gazetecilik anlayışı, hangi yüzle basın özgürlüğünden dem vurur, bunu taşımaya soyunur.
Bu ülkede demokrasinin tesisi için yeniden yapılanması gereken önce medya, siyaset-medya ilişkileridir.
Yeni Şafak gazetesi
YAZIYA YORUM KAT