“Ölüler Dirileri Duyar mı?”
Ölülerin dirileri duyup duyamayacağına ilişkin kaleme aldığı bugünkü yazısında Hayrettin Karaman, konu ile ilgili muhtelif görüşleri özetliyor.
Bugün Yeni Şafak gazetesinde “Ölüler Dirileri Duyar mı?” başlığıyla yayımlanan Hayrettin Karaman imzalı yazıyı ilgilerinize sunuyoruz:
Bu soruya farklı meşrebi ve mezhebi olan âlimler farklı cevaplar vermişlerdir; çünkü ölülerin duyması durumunda hem onlardan bir şeyler talep etmek mümkün olacak hem de kabir başında yapılan telkin makul ve meşru olacaktır.
Bu konuda genel fıkıh kitaplarında bilgiler bulunmaktadır, ayrıca özel olarak kitaplar da yazılmıştır.
Burada bahsedeceğim iki kitapçık var:
Birincisi meşhur Bağdadlı müfessir Âlûsî’nin oğlu Mahmud’un yazdığı “el-Âyâtu’l-beyyinât fi adem-i semâ’i’l-emvât ınde’l-Hanefiyyeti’s-sâdât” adını taşıyor (Arabistan, 1425), ikincisi ise yine Bağdadlı ve Nakşibendî-Hâlidî Dâvud b. Süleyman’a ait, ismi de “Risale fi’r-reddi alâ Mahmud el-Âlûsî”. Bu reddiye tabii ikincisinden sonra yazılmış ama önce 1306’da basılmıştır.
Tasavvufta rabıta var; bir sâlik zikrini yapmaya başlarken önce rabıta yapıyor, Allah’tan Peygamberimize (s.a.) O’ndan Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ali’ye, onlardan aşağıya doğru diğer meşayihe ve en sonunda kendi şeyhine gelen feyze kalbini açıyor. Bu zevatın fâni âlemden göçmüş (ölmüş) olmaları manevî tesirlerinin devamına mani olmuyor, Allah Teâlâ gerektiğinde onlara hayat veriyor ve mesela selam verenlere cevap veriyorlar, yahut ruhlar (Berzah) âleminde dünyadakilerle irtibat kurmalarına engel bulunmuyor.
Tasavvufta bir de tevessül konusu var. Tevessül, Allah Teâlâ’dan bir şey isterken araya, O’nun sevdiğine inanılan bir zatın sokulması, onların ziyaret edilmesi, hatırlanması ve kabaca ifade etmek gerekirse, “Yâ Rabbi! Onun hatırı için duamı kabul et, bana şunu bunu yap, ver…” denmesi şeklinde gerçekleşiyor. Bunun da makul olabilmesi, bazı zevatın öldükten sonra da dünyadakileri duymasına ve/veya onlarla irtibat halinde olmalarına bağlıdır.
Tabii İslâm uleması içinde “Ölülerin dünyadakileri duymalarının mümkün olmadığına” ve “yukarıda açıklanan şekliyle tevessülün caiz olmadığına” inananlar da var.
Her iki grup inançlarını aklî ve naklî delillerle savunuyorlar.
Bu yazının konusu tevessül olmadığı için merak edenlere “Ebediyyet Yolcusunu Uğurlarken” isimli kitabımı tavsiye ederim. Diyanet Vakfı’nın yayınladığı bu küçük kitapta hem karşı çıkan İbn Teymiyye’nin görüşünü hem de M. Zâhid Kevserî’nin (v. 1371/1951) “Muhikku’t-Takavvul fî Mes’eleti’t-Tevessül” isimli risalesindeki savunmasını özetlemiştim.
Peygamberimiz (s.a.), şehitler ve bazı münferit olaylar müstesna olarak genel mânâda ölülerin, dünyada yaşayan insanları duymadıklarına inanıyorum.
Yukarıda adını verdiğim Âlûsî de kitabında bunu (duymadıklarını) savunuyor, âyetler ve hadîsleri sıralayıp açıklıyor, fıkıh mezheplerinin görüşlerine yer veriyor ve özellikle de Hanefî mezhebi âlimlerinin sözlerini naklediyor.
Allah Teâlâ mübarek kitabında “ölülere Peygamberimizin bile sesini duyuramayacağını” açıkça ifade buyuruyor (Fâtır,22/ Neml, 80/ Rûm, 52).
Peygamberimizin (s.a.) bir iki vak’ada müşrik ölülerine seslenişini, bu kesin ifadeli âyetler sebebiyle şu şekillerde yorumluyorlar:
Bundan maksat ölülere duyurmak değil, yaşayanlara ders vermektir.
Bu vak’aya mahsus olmak üzere Allah Teâlâ Peygamberine mucize olarak bu imkânı vermiştir.
Âlûsî, Hanefi mezhebinin görüşünü şöyle özetliyor:
“Tenvîru’l-Ebsâr” isimli kitabın Tahâvî ve İbn Âbidîn tarafından yapılan şerh ve haşiyeleri, Fethu’l-Kadîr, Hidaye, Merâkı’l-Felâh ve haşiyesi, el-Kenz ve şerhleri gibi Hanefî mezhebinde muteber ve fetva kaynağı olan kitaplardan naklettiğim ifadelerden açıkça anlaşılan odur ki: “Bir insan, ruhu cesedini terk ettikten sonra dünyadakileri işitemez. Hanefî uleması bu hükümde ittifak etmişlerdir. Diğer mezheplerden de onları teyit eden âlimler vardır.”
Ölüler dirileri işitemeyeceğine göre kabir başında yapılan telkin de makul ve meşru olmuyor. Bu konuyu, yukarıda adını verdiğim kitabımda şöyle açıklamıştım:
Cenazeyi defnettikten sonra Resulûllâh’ın (s.a.) kabirde bir müddet kaldığını, cemaate: “Kardeşiniz için istiğfar edin ve iman üzerine sebatını dileyin; çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir”, buyurduğunu daha önce zikretmiştik. Buna göre sünnet olan definden sonra kabrin başında bir müddet kalmak, Allah Teâlâ’ya, din kardeşimizin affı ve mağfireti için dua etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’den bazı kısımların okunmasının da sünnet ve faydalı olduğunu nakletmiştik.
İmdi bu sünneti terk edip onun yerine “Ey filân oğlu veya kızı filân, dünyayı terk ettiğin zaman ve durumu hatırla...” şeklindeki sözlerle imamın telkin vermesi sünnet değildir. Bunu Resulûllâh’ın (s.a.) yaptığına veya yapın dediğine dair sahih bir hadis yoktur. Büyük müctehit ve hadis bilgini Ahmed b. Hanbel’e telkini sorduklarında şu cevabı vermiştir: Ebû’l-Muğîre vefat edince Şamlılar bunu yaptılar, bunlardan başka mezkûr telkini yapan birisini görmedim.
Birkaç sahâbe ve tâbiûnun telkin yaptığına ve bazı zayıf rivâyetlere istinat eden Şâfiiler mezkûr telkinin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Mâlikî ve Hanbelîler bid’at olduğunu göz önüne alarak “mekrûh” demişlerdir. Hanefîlere göre ne sünnettir ne de mekrûhtur; ne yapılması tavsiye edilir, ne de bırakılması.
Durru’l-Muhtâr’ın, metninde, “Ölü defnedildikten sonra telkin yapılmaz” denmiş, İbn Abidin Reddü’l-Muhtar’da bu rivâyetin kuvvetli olduğunu nakletmiştir. Fakat Hanefîlerin çoğuna göre -yukarıda zikrettiğimiz gibi- ne yapın denir, ne de yapmayın. Sünnet ve fıkıh karşısında telkinin durumu bundan ibarettir. Bir ülkedeki bütün müftü ve mürşitler ittifak edebilirse bu bid’atın terki daha uygundur. İhtilâf ve tefrikaya sebep olacaksa tasfiyesinin zamana bırakılması gerekir.
HABERE YORUM KAT