Ölçülerin sefaleti
Biz neredeyse yüzyıl geride kalmış bir sistemle yönetiliyoruz.
Kıpırdayan, hareket eden, değişen, canlı bir toplumla...
Kıpırdamayan, hareket etmeyen, ölü bir sistem savaşıyor şimdi.
Bu öylesine temel ve hayati bir savaş ki bunun kanlı girdabı bütün değerleri, ölçüleri, bu savaşın dışında kalan tartışmaları yutup önemsizleştiriyor.
Her şeyi “mubah” görüyoruz.
“Savaş halinde bu olur” inancı hepimizin zihnine yerleşmiş.
Ama burada bir çıkmazımız var.
Her şeyi böylesine olağan karşılarsak, bu savaşı olması gerektiği gibi, yaşayandan, canlı olandan, değişenden, kısacası toplumdan yana çözemeyiz.
Çünkü bu “ölü sistemi” güçlü kılan tek avantajı, sistemin saçmalıklarını “onlar zaten öyledir” alışkanlığıyla görmemeye başlamamız.
Her yerde olduğu gibi bu ülkede de “sistemin” partileri var, bir de değişim isteyenlerin partileri var. Ne yazık ki “değişimciliği temsil eden” parti muhafazakâr bir parti ve muhafazakârlığın bütün sorunlarını da içinde taşıyor.
Hem değiştirmeye uğraşıyor hem de kendi değiştirdiğinden korkuyor.
AKP’nin her yaptığı önemli reformdan sonra inanılmaz bir yorgunlukla bir ağacın dibine devrilip uyumasının nedeni sanırım sık sık hissettiği bu korku.
Bir yandan Avrupa Birliği’ne üye olmaya çalışıp, bir yandan da o Avrupa’nın hayat tarzından ürkersen, her hamleden sonra yorulman kaçınılmaz oluyor.
Üstelik bizim “değişimci muhafazakârların” aklıyla duygusu her zaman denk gelmediğinden bir sıkışıklık halinden de kurtulamıyorlar.
Akılları onlara “demokrasinin, özgürlüğün, dünyaya açılmanın” gereklerini söylüyor ama “duyguları” özgürlüklerden her zaman hoşlanmıyor.
Çünkü bizim “Türk tipi muhafazakârlık” aslında “dindarlıktan” ziyade bir “kasabalılıktan” kaynaklanıyor.
Köyün geniş kırlıklara yayılan özgürlüğüne de, şehrin “birbirini tanımamanın” getirdiği rahatlığına da sahip değil kasaba.
Herkesin herkesi her an kontrol edebildiği en “klostrofobik” yerleşim birimi, burada kimse kolayca “geleneksel” hayat tarzının dışına çıkamaz.
Herkes bir anlamda gözaltındadır ve herkes sürekli davranışlarından ötürü yargılanır.
Kadın erkek ilişkileri çok katı kuralların içine hapistir, kasaba sokakları gençlerin üstüne kalın parmaklıklar halinde kapanır.
Ve, kendileri gibi yaşamayan, kendilerinden daha özgür olan herkese de kızarlar.
Ben, AKP’lilerin önemli bir kısmının lokantalarda içki yasaklamasının, kadın erkek ilişkilerine çok baskıcı yaklaşmasının temelinde bu “kasabalılık” olduğunu sanıyorum.
Bu kasabalılığı da “dinin ve dindarlığın” arkasına saklıyorlar.
Gerçekten o kadar dindar olsalar bugün olduklarından çok daha cesur olurlardı diye düşünüyorum.
Doğrusu ya, Allah’a gerçekten inanan birinin korkaklığını benim aklım pek almıyor.
O kadar büyük bir güce inanıyorsan, onun her şeyi bildiğine ve gördüğüne iman ediyorsan, öteki dünyada ödüllendirilmeyi bekliyorsan, bu dünyadan, bu insanlardan neden korkacaksın?
Bu korkaklıkları, bana onların yasakçılıklarının “dindarlıktan” değil “kasabalılıktan” kaynaklandığını söylüyor.
Yaşam tarzında “kasabalı” bir tutuculuğa, ticarette ve ekonomide şehirli bir değişimciliğe sahip olduğu için AKP de ölçüleri nete getirmekte zorlanıyor.
Halbuki ölçülerin “netleşmesi” onların çıkarına.
Çünkü bu “ölçü kaymaları”, ölü bir sistemin temsilciliğine soyunan muhalefet partilerinin işine yarıyor.
Bazen ahlak ölçülerini bile zorlayan “sapmalar ve saptırmalar” yaşıyor muhalefet.
“Muhalefetin” gerçek anlamını gözlerden kaçırıyor.
Niye bir hükümete muhalefet edersiniz? Çünkü toplum için daha iyi olacağına inandığınız önerileriniz vardır ve iktidar bunları yapmadığı için onu eleştirir ve “doğru” bulduklarınızı yaptırmaya uğraşırsınız.
Böylece hem “iktidara” hem de “seçmene” doğru yolu gösterirsiniz.
Peki, muhalefet, kendi önerdiğini iktidar gerçekleştirdiğinde ona karşı çıkar mı?
Çıkabilir ama ona muhalefet değil sahtekârlık denir.
O zaman, onun “doğruyu ve iyiyi” değil sadece kendi çıkarını aradığını ve insanları kandırdığını anlarsınız.
Geçen gün Başbakan Erdoğan, Cumhuriyet tarihinin en olağanüstü, en muhteşem konuşmalarından birini yaptı.
Bu ülkenin, azınlıklara çektirdiklerinin, onları bu topraklardan göndermesinin faşistlik olduğunu söyledi.
Başbakan, “esintili” bir adam olduğu için kendi söylediklerinin arkasında ne kadar durur bilmiyorum ama bu konuşma çok önemli konuşmalardan biri olarak geçecek tarihe.
Peki, ana muhalefet ne yaptı?
Buna şiddetle karşı çıktı.
Böyle “faşizan” uygulamalar yokmuş.
Başbakan bunları “uyduruyormuş”.
Ana muhalefetin liderinin daha birkaç ay önce neler söylediğini hatırlıyor musunuz?
“Cumhuriyet döneminde Atatürk Bulvarı’nda kılık kıyafeti müsait olmayan insanları geçirmiyorlardı. Poturlu, şalvarlı bir takım insanlar öyle Ankara’ya gelip bulvara girmiyordu. Tek parti zihniyeti oydu. Kıyafetini düzelt gel de öyle geç diyorlardı.”
Tek parti zihniyetinin nasıl bir “faşizm” olduğunu anlatıyor CHP lideri sonra o “faşizmin” başka bir uygulamasını eleştiren başbakana saldırıyor partisi.
Bu muhalefet mi şimdi?
Eğer sürekli yaşadığımız o “savaş” hali olmasa, “dindarlık” ve “muhalefet” kavramları ciddi biçimde gözden geçirilir, kasabalılığın dindarlık, “sahtekârlığın” muhalefet diye yutturulmasına izin verilmezdi.
Ama kavramları, ölçüleri, değerleri unuttuk.
“Savaş” her şeyi mubah kıldı.
Ve, insanlar kendi söylediklerini tekrarlayanlara bile utanmadan saldırır oldu.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT