1. YAZARLAR

  2. Ali Değirmenci

  3. Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat

Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat

Temmuz 2000A+A-

I

Egemen olanın, aynı zamanda belirleyici ve genel geçer olabilmek için kendi dışındakilere zorluklar çıkarması ve zor kullanmasıdır baskı. Yönetici konumda bulunanın çeşitli nedenlerle her alanda yönlendirici olma isteğinin sistematik bir cebire dönüşmesidir: Otoritenin sürekli bir buyurganlık formu içerisinde hem kendi yandaşlarına gözdağı ver­mesi hem de muhalif kalmak isteyenleri tehdit etmesi, yanlızlığa, çözülüşe ve yıkıma maruz bırakmak için özgürlükleri budaması, iğdiş etmesidir. Kendi siyasi, toplumsal gücüne yeterince güvenmemenin; kimi zaman çirkin yollara, yalana, kandırmacaya ve korkutmaya da başvurarak kendi söylemini oturtamamaktan kaynaklanan bir kendini koruma ilkelliğine dönüşmesidir. Hatta kimi zaman farklı güzelliklerin, kimi özgün yaklaşımların ve temel insani değerlerin kökünü kurutma barbarlığıdır. Baskı, sonuçta, çeşitli dayatmalar eşliğinde, insani değerler bağının meyve veremez hale getirilmesidir.

Yozluk ise, en genelde, değerler yitimdir. Değerin, değerli olma ölçütünü büyük ölçüde kaybetmesi; değersizliğin yayılma, kitleleşme temayülü göstermesidir. Ufuksuzluğun, kütlük, körlük ve sığlığın yakın akrabasıdır yozlaşma. İster istemez bir bozulmayı, kaçışı, dumura uğramayı ya da ihaneti de çağrıştırmaktadır. Kıblenin kaybolması, çıtanın düşmesidir. Diğer yandan bayağılığın baskın olmaya başlaması, duruşun kaybedilmesi, derinliksizlik ve popülizm eşliğinde endazenin bozulmasıdır. Kimliksizlik kimliğidir bir bakıma. İyi niyetli de olunsa ilkeli ve seviyeli olmamanın tezahürü; kendisi olarak kalamamanın, tereddüte boğulmanın yanısıra başkalarına da sadece öykünmek ve onları taklit etmekle kalmaktır. Çirkinlik, güdüklük yahut yetersizliğin boşluğu doldurma çabasıdır. Bir nevi kendini kaybetmedir.

Baskı, kimi zaman yozlaşmayı derinleştirip muradına ermekte, yozlaşmanın baskın hale gelmesi ise her türlü kırılma ve yabancılaşmaya kapı açabilecek bir boyut kazanabilmektir.

Biri tebalaştırmayı, köleleştirmeyi amaçlamakta, diğeri de bunu bir şekilde içselleştirmekte; bir kültür, çoğul kılınmış bir yaşayış tarzı haline getirmektedir.

II

La Boetie adlı onsekiz yaşında bir genç, Fransa'da XVI. yüzyılın ortalarında bir kitap yazdı: GÖNÜLLÜ KÖLELİK ÜZERİNE SÖYLEV. Bu küçük kitapta tiranlığın, despotizmin ağır bir eleştirisi yapılıyor ve birçoğu savaşlarda kahramanca çarpışan yüzbinlerce, milyonlarca insanın; tek bir zorbanın yahut despotik birkaç yöneticinin karşısında nasıl olupta uysal ve çaresiz kaldığı soruluyordu. Tıpkı devleti, padişahı, ağası, patronu için müthiş bir fedakarlık ve savaşma gücü gösteren, ölümü göze alan insanları, aynı mahfillerden kendilerine yönelik zulümlere, insanlık dışı uygulamalara karşı inanılmaz bir suskunluk ve hatta teslimiyete gömülmeleri gibi. Denemeleri ile meşhur Montaigne genç yazarın çağdaşıydı, onunla görüşüyorlardı. Montaigne, dostunun otuz iki yaşında ölümünden sonra eserini "düzeni bozmak, değiştirmek isteyenler tarafından kötüye kullanılacağını" bahane ederek yayınlatmak istememişti. Kitap -Montaigne'nin itirazına rağmen- 1572 yılında basıldığında, en özgür ve özgün yazı türü olarak öğretgen deneme türünün piri sayılan Monteigne, onu küçültmek için şunları söylüyordu: "Hiç kuşkum yok ki yazdıklarına kendisi de inanmıyordu".

La Boetie, yukarıda zikrettiğimiz önemli sorusunun cevabı olarak özetle şunu söylüyordu: Gönüllü köleliğin nedeni insanların zaten kölelik şartlarında doğmaları, böyle bir atmosferde yoğrularak "korkak" olmalarıdır. O despotizmi, dolayısıyla "gönüllü kölelik"i yaratan karakter zaafını, tarihin ve geleneğin ürünü olan, korkak ve konformist insan tipiyle açıklamaktaydı.

Köleliğin gönüllü bir hürriyete bürünmesi çarpıcı ve çarpık olmanın yanısıra ne kadar incitici ve itici! Üstelik ne kadar yaygın ve süreğen! Bu yüzden olmalı ki Hz. Ali zulümde zalim kadar mazlum görüneni de suçlu, sorumlu buluyordu. Geçen yüzyıldan Malik b. Nebi, bozulmanın, kötülüğün irdelenmesinde dikkatleri dıştan, dış etki ve baskılardan daha çok İç bünyeye, "ağacın içindeki kurt"a çekiyor ve "sömürüye elverişli hale gelme" zaafının altını çiziyordu. "Ekin"in dış ve özellikle iç etkenler eliyle bozulması, zamanla, "nesil"in bozulmasını da beraberinde getiriyordu. Sorgulamanın, cehdin, ıslah ve direnişin olmaması bireysel ve kollektif zehirlenmeyi kimi zaman o kadar ileri boyutlara götürüyordu ki. Doğu toplumlarında bugün örneklerine çokça rastladığımız tarzda siyasette, bilimde, sanatta "Batı'nın gönüllü yeniçerisi" olmaya hevesli güya yerli tipler türetmekteydi. Etin kokmasına alışılamadan tuzun koktuğu görüldü.

III

Dayatma, baskı ve zorbalık; kime, kimden ve hangi biçimde yönelirse yönelsin, son çözümlemede, kendine inanmamışlığın, yeterince insan olmamışlığın bir ürünü ve işaretidir. Sanat alanında da sanatçının, öncelikle, "kendi zincirlerinden kurtulması ve bir duruş sahibi olmayı önemsemesi, bu eksende dış baskılara karşı çıkmaya çaba göstermesi gerekir. Ancak hak edilmesi ve savunulması gereken özgürlük de sağlıklı bir duygu ve düşünce temelinde yükselmeli, hiç değilse gerçek sanatı imha ve ifna edecek çirkinlik, ahlaksızlık ve düşkünlükten uzak durmalıdır. Bu alandaki özgürlük, aslında, düşünce özgürlüğünün de bir parçasıdır. Zira sanat eseri de, sonuçta, bir düşüncenin belirli bir sanatsal dil ve yöntemle açıklanmasıdır. Aslında edebİ-sanatsal alan, kendine özgü yönleri olsa da, diğer toplumsal alanlardan büsbütün ayrıştırılamaz. Ülkeyi yönetenlerin, politikacıların bile vesayet ve baskı altında olduklarını iddia ettikleri bir ortamda sanatçıların durumu çok farklı bir mahiyet taşımayacaktır.

Kimi açılım ve başarılar, diğer alanlardaki sıçramalardan da etkilenerek bir süreç dahilinde, bir mücadele eşliğinde neşv-ü nema bulabilmektedir. Aynı, fizikteki bileşik kaplar meselesinde olduğu gibi. Toplumların gelişme, düzelmeye dair güçlü ve kalıcı refleksler edinmeleri, genellikle bir yasaya, maddi ve manevi çeşitli uğraş alanlarında gösterdikleri yeteneğin hasılasına dayanır. Sözü edilebilecek bir siyasi, toplumsal macerası, muhkem bir tavır alışı, kayda değer bir trajedisi, altında ezilse de anılabilecek bir direniş ve başkaldırısı bulunmayan toplum ya da toplulukların -istisnai bazı örnekler dışında- derli toplu ve iz bırakıcı bir sanat üretmeleri de beklenmemelidir.

Kimi kişi ve çevrelerce tartışılan bir kavram olmakla birlikte özgürlük; bir bilinçlilik halidir, insan bilincinin ve ondan ayrı birşey olmayan iç dünyanın bir ürünüdür. Bilincin temelinde de, birşeyin gerekliliğine inanmak, onun farkında olmak yatmaktadır. Gereklilik ve aynı zamanda sorumluluk yetisi, ancak özgür insanların bilincinden süzüldüğünde özgürlükle özdeştir. Özgür insana ise ancak insani hasletlerin son derecede gelişmesiyle, insanın manevi gelişiminin yetkin bir düzeye ulaşmasıyla varılabilecektir. Düşünsel ve sanatsal üretme özgürlüğü, şüphesiz verili toplumsal koşullardan önemli ölçüde etkilenir. Ama bu atandaki Özgürlük, aynı zamanda sürecin kapsamına giren çeşitli özgürlükler arasında bir bakıma kendini en özerk hisseden özgürlüktür.

IV

Baskı, sansür, kısıtlama ve hayatın dışına itme gibi olumsuz uygulama ve yaklaşımlar; yöneticiler ve "hakim kültür" olduğu varsayılan anlayışın kimi mensuplarınca tarih boyunca aydınların, sanatçıların hatta her türlü muhalif öğenin karşısına çıkmıştır. Bizde Batılılaşma çabalarının yoğunlaştığı zamanlarda ve özellikle Tanzimat Döneminden iti­baren basınla, muhalefetle, düşünceyle ilgili kimi ciddi kısıtlamalar hemen akla gelecektir. Aslında, günümüzde de, çok farklı bir durum söz konusu değildir. Özgürlük taleplerinin arttığı, Avrupa Birliği'ne girme çabaları ekseninde insan hakları, düşünce ve inanç özgürlüğü gibi lafların çokça edildiği bir zaman diliminde oldukça ağır baskı ve dayatmaların halen icra edildiği görülmektedir. Üstelik herkes iyiliği kendisi için iste­mekte, kendi işine geldiği oranda alkışlamakta, farklı görüşlerin ezilmesine de neredeyse katkıda bulunmak için çırpınmaktadır. Çiğlik, ben merkezcilik ve çifte standartçılık en ilkel şekliyle yaşanmakta, basın ve yayın organları kirli ilişkiler odağında, sermayeye angaje olmuş bir güdüklükle kötü bir silah gibi kullanılmaktadır. Başkalarını suçlayan ve jurnalleyen bu tutum; güçlü iletişim araç ve imkanlarına da yaslanarak her vesileyle kendini meşru ve hakim unsur olarak lanse etmektedir.

Rönesans diye adlandırılan dönemde La Boetie despotizme saldırınca, hümanist olarak kabul edilen Montaigne onu frenlemeye, onun etkisini kırmaya çalışmıştı. Bununla birlikte bu çağlar, dayatma ve horlamaların karşısında, düşünce ve sanat alanında ciddi atılımların gerçekleştirildiği çağlar oldular.

Özgürlük adına fark edilmesi gereken ilk şey belki de yukarıda değindiğimiz kendi ezikliğimizi, itilmişliğimize, dışlanmışlık hissimizi aşmak, bunun bir kader olmadığını anlamak olmalıdır. Kendini küçük görenlerin, kendini kendi eliyle ürettiği zulümlerle sınırlayanları, kendi değerleri üzerinde sürekli şüphe, yılgınlık ve pazarlık bulutları üretenlerin büyük ve etkileyici, değerli ve özgün şeyler ortaya koyabilmeleri zaten mümkün değildir. Öncelikle sorgulanması gereken niceliğin egemenliğine yozluğa ve kolay tüketilebilirliğe dayanan "hakim kültürel kodlar"dır. Özgürleşme istek ve çabası; bütün vitrinleri, görüntü alanlarını işgal eden bu dayatılmış illüzyonla yüzleşmek, hesaplaşmak ve onu anlamlandırmak zorundadır. Bu illüzyonun sahipleri ve toplumsal izdüşümleri kendi çıkarları, korkuları ve konformizmleri için elbette sert tepkiler gösterecek yahut görmezden gelmeye, küçümsemeye çalışacaklardır. Aslında önemli olan da, sanatçının bu tepkilerin kendisi için doğuracağı sonuçlan göze alıp almamış olmasından ziyade, kendi değerine ve doğrusuna bağlılığının ölçüsüdür. Namuslu işçiliği, çalışkanlığı, mensubiyet duygusu ve sorumluluk anlayışıdır. Bu yüzdendir ki fildişi kulelerine kapananların arasında, kimse onları açıkça zorlamadığı halde, öncü ve hakiki sanatçıların kimi sürgüne, kimi zindana, kimi yalnızlığa kimi de ölüme gider.

Sanatçı, hem kendini hem de eserini/eylemini iradi bir tarzdan ve olanca sahihlik ve samimiyetiyle gerçekleştirmelidir. İlkel Robenson tavrından uzak durmanın yanısıra içi boş Don Kişot gösterişinden de kaçınarak aşmalıdır duvarları, statükoyu, rehaveti, konformizmi. "Ülkenin ya da genelde bütün İnsanlığın üzerine çöreklenmiş bulunan bu kirlilik, karamsarlık, umursamazlık nasıl olsa bir gün aşılır; bu duraksama yahut gerilemeler, manevi çöküntüler atlatılır; belirli dönemlerde böyle evreler hep yaşanmıştır" rahatlığı, kendiliğindenciliği içinde olmak, mevcuda boyun eğmek, dünyayı ve ülkeleri, onları yönlendirenlere, korkunun egemenliğine bırakmak de mektir. Yani bir başka konformizmdir. Düşünürün ve sanatçının kendi özgürlüğünü kendi elleriyle boğması demektir. Düşünür ve sanatçı açısından hiçbir özgürsüzlük; onların kendini inkarlarından, sanatı onurlu duruş ve duyuşlardan yalıtmalarından, kendi benliklerine zehirleyici yalanlar fısıldamalarından daha vahim değildir.

Parçalanmış, duyarsız hale getirilmiş, fıtri melekeleri dumura uğratılmış benlikler, aynı çizgide büyüyerek irileşmiş, kesafet kazanmış bir toplumsal yapı ve döngü ortaya çıkarıyor günümüzde. Diğer taraftan yoz ve erdemsiz bir alışkanlıklar, davranışlar zincirini yaygınlaştıran kollektivite ve sosyal organizasyon, kütlük ve körlükle çevrelenmiş bireyler üretiyor.

Bilmeliyiz ki kendisi yeterince özgür olamayan bireyler, çok değerli ve özgün şeyler üretemezler. Yeri geldiğinde baskı ve dayatmalardan yakınanlar; düzeni, çirkinlik ve çirkefliklerin kaynağını eleştirmedikçe "düzenin adamı" olmaktan kurtulamazlar. Sorgulamayanlar, sorgulanmaya da tahammül edemezler bu yüzden. Boyunlarındaki zincirlere bir halka, kötücül bir ilmek daha atarlar sadece. Egemen, genel geçer ilişki ve anlayış düzeneği de içine atıldığımız cendereye alışmamızı, yabancılaşmayı kabullenmemizi, kendimizi inkar etmeyi normalleştirmeyi salık veriyor bize zaten.

"Baskı, sanatı doğurur" demiş Andre Gide. Kendini inkar, bir yıkım ve hüsrana çıkarken, kendini bilme, biriktirme, sağaltma ve güzel bir şekilde ifade etmeye çalışma; dirimi, yeni ve taze solukları içerebilecektir. Gövdemiz bir zindana tıkılmış, cismimiz kuşatılmış ya da tutsak kılınmış olabilir. Ama zihnimiz ve yüreğimiz kimden/nereden gelirse gelsin her türlü tasmadan tiksinmeli, özgürlüğünü hiçbir zorbaya teslim etmeme gayreti içerisinde olmalıdır. Bunu başarabilmek için de sesimizi ve güzelliğimizi boğan korkulardan, içimize çöreklenmeye çalışan karabasanlardan kurtulmak gerekir öncelikle. Bu bilinç, olumsuzluklar ve dayatmalar içinde bile, yeni ve dönüştürücü açılımlara imkan sağlayabilecektir.

Sanat; umudu, güzelliği ve yabancılaşmaya karşı direnmeyi işaret etmenin, paylaşarak çoğaltmanın en önemli araçlarından biridir.

İnsani iklimin, her geçen gün biraz daha deformasyona ve dejenerasyona uğratılması; insan kalarak yaşayabilmeyi duyumsamanın bu güzel yolunu da tıknaz, tek boyutlu ve kekeme olmaya itiyor.

Sanat, kimilerinin zannettiği gibi asla başlı başına bir kurtarıcı değilse de, en azından kendisini biriktirmek, kendisi olarak kalmak isteyenlerin özgürleşmelerine ve zenginleşmelerine küçümsenmeyecek oranda katkıda bulunabilir. Çürümüşlükten, müstemleke kültüründen, yozluk ve ilkellikten, öncelikle, dilimizi ve dimağımızı koruyarak, arındırarak, onları temiz bir pınardan besleyerek korunabiliriz.

Kötülük, korkaklık ve sığlık yayılmacıdır. İşgalcidir. Hemen çoğalır ve bulaşır. Fakat iyi ve dönüştürücü olanı, hak ve güzel olanı, özenle ve sabırla büyütmek, berkitmek elzemdir. Sanatı da istiğnanın, iğvanın tasallutundan kurtarmak için, güçlü bir donanım ve duyarlığa ulaşmanın yanısıra durduğumuz ve ulaşmak istediğimiz yeri iyi görebilmemiz gerekmektedir.

Bir hususu daha belirtmekte yarar var: "İslami kesim" olarak tabir edilen çevrelerde öteden beri edebi, sanatsal bir yönelişin, birikimin olduğu ve bunun önemli bir çekim alanı oluşturduğu bilinmektedir. Son zamanlarda, bütün olumsuz şartlara rağmen, bu alandaki ilginin daha da arttığı gözlemlenebilir bir gerçekliktir. İyi örneklerin yanısıra son derece sorunlu, dağınık, özgüvensiz ve kimlik aşınmasına uğramış bir alandır bu. Ancak ideallerin minimize edildiği, düşünsel gerilemenin kitleleştiği, toplumsal talep ve beklentilerin törpülendiği bir dönemde iyi ve ilkeli kullanılırsa, edebi ve sanatsal uğraşlar vitrin oluşturma ve hassasiyeti muhafaza etme işlevi de kazanabilirler. Bu, düşünsel ve duygusal değerlerin sıcak tutulmasını da sağlayabilir. Başka yazılarda, bu hususlara ayrıntılı olarak değinmeyi umuyoruz. Şunu söyleyelim ki mahallemizin kuşatıldığı başkalaşmaya ve terk edişe zorlandığı bir dönemde, her şeye rağmen, kendi sesimizle kendi türkülerimizi söylemeye, güzelleştirmeye ve paylaşmaya çalışmak, bize onur ve değer katacaktır. Zira "gönüllü kölelik" en iğrenç yenilgi ve teslimiyet biçimidir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR