Yeniden 12 Eylül, Yeniden 28 Şubat İstemiyorsak TMK’ya Karşı Çıkalım!
Kamuoyunda oluşan endişe ve kaygılara, muhalif kitle örgütlerinin tepkilerine ve en ilginci de kendi tabanından yükselen tüm itirazlara rağmen hükümet Terörle Mücadele Kanunu'nu Meclis'ten geçirmeye kararlı görünüyor. AK Parti hükümetinin TMK inadını anlamak zor değil. TMK nihai kertede bürokratik oligarşi, özelde de askerle iyi geçinme, uzlaşma mantığının bir yansıması olarak vücut buluyor. Bu şekilde hem ordu merkezli "güvenlik paranoyası"nın ihtiyaçları, talepleri karşılanırken, aynı zamanda da "Biz de sizinle aynı duyarlılığı, terör tehdidine karşı aynı kararlılığı taşıyoruz." mesajı verilmeye çalışılıyor. Hatta belki de TMK'yı, Cumhurbaşkanlığı'na giden yolda devletlû zevatın gönüllerini almaya, Erdoğan'a ısındırıp, güven tazelemeye yönelik adımlar dizisinin başlangıcı olarak da görmek yanlış olmayacaktır.
Oysa bu yaklaşım iki açıdan, hem usûl açısından, hem de siyaseten yanlıştır. Öncelikle TMK hukuk mantığına aykırılıkları ve özgürlükleri kısıtlamaya yönelik içeriğiyle "eski düzen" kokan bir kanun tasarısıdır. 28 Şubat zorbalığının pörsümesiyle yavaş yavaş belirginlik kazanan ve AB sürecinin ivme kazandırdığı nisbi rahatlama ortamını ve bu süreçte elde edilen kazanımları hiçe sayan bir düzenlemedir. Her ne kadar son komisyon düzenlemeleriyle birtakım sakıncalı unsurlardan ayıklanmış görünse de tasarı, devletçi mantığı esas alan ve muhalif fikir ve eylemlerin alanını daraltmaya dönük içeriğini korumaktadır. Daha önemlisi ise hazırlanış mantığı itibariyle temel hak ve özgürlüklere aykırılıklar taşıyan bu yasa tasarısının, şu ya da bu sakıncalı düzenlemelerin ayıklanmasından öte, bizzat varlığının gereksizliği, sakıncalılığıdır.
Bu Yasaya Kim, Neden İhtiyaç Duyuyor?
Sorulması gereken ilk soru TMK'nın kimler tarafından ve hangi ihtiyaca binaen hazırlandığı ve gündemleştirildiğidir. İlk elde bu sorunun basit bir cevabının olduğu düşünülebilir ve son dönemlerde PKK merkezli artan şiddet eylemlerinin TMK'ya ihtiyaç duyulmasını getirdiği söylenebilir. Ne var ki, tasarının içerdiği maddelerin şiddet eylemlerini engellemeye yönelik herhangi bir yönünün olmadığı açıkça görülüyor. Ülkede var olan siyasi nitelikli şiddet ortamını ya da eylemlerini ortaya çıkaran şartları irdelemeden, sadece sonuçlar üzerinden çözüm aramanın ne kadar tutarlı ve adil bir yaklaşım olduğu sorusunu şimdilik bir kenara bırakacak olsak dahi, TMK ya da benzeri düzenlemelerin hiçbir biçimde sorun çözücü veya küçültücü bir içeriğinin olmadığı gayet açık.
TMK "terör" altyapısını, ona kaynaklık eden ya da zemin oluşturan ortamı engelleme adına düpedüz düşüncelerin yasaklanmasına, siyasi faaliyet alanını daraltmaya yönelik bir içeriğe sahiptir. Bu tasarı sivil toplum örgütlerini şaibeli konuma getirmektedir. Tedbir adı altında keyfi yasaklar ve yayın durdurma yoluyla basının hareket alanını kısıtlamaktadır. Miting, yürüyüş ve benzeri etkinliklere yönelik kısıtlamalarla siyasi katılımı engellemektedir. Tüm bunlar uzun süreçlerde gıdım gıdım elde edilen kazanımların bir çırpıda elden alınması, gasp edilmesidir. Dikkat çekici, endişe verici düzenlemelerden biri de "terör" şüphesiyle gözaltına alınanların yakınlarına bilgi verilmesi ve avukatlarıyla temasları konusunda getirilen kısıtlamalardır ki, bu düzenlemeler Türkiye'nin kronik sorunlarından biri olan işkenceye yeniden kapı aralandığı izlenimini doğurmaktadır. Aynı şekilde güvenlik güçlerine "duraksamadan ateş etme" yetkisi tanınmasına yönelik düzenleme de "yargısız infaz" alışkanlığını kurumsallaştırma tehlikesini beraberinde getirmektedir.
TMK içerdiği pek çok muğlak maddeyle birlikte adeta mayınlı tarlaya benzemektedir. Gayet muhtemeldir ki, birileri geçtiğinde bir şey olmayacak ama aynı tarladan başka birileri geçtiğinde bu mayınların bazısı patlayacaktır. Türkiye yargı sistemi açısından oldukça riskli konumda bir ülkedir. Resmi ideolojiye muhalif kimlik sahibi insanların hukuk mantığı zorlanarak yargılanmaları ve sonucunda keyfi cezalara çarptırılmaları sıkılıkla yaşanan vakıalardandır. Yargı erki kadrolarının bu türden davalarda dosya içeriğinden ziyade sanık konumundaki muhalif kimlikli insanlara karşı sindirme, hizaya getirme mantığı ile davrandığı sayısız kereler karşılaşılan durumlardandır.
Nitekim önceki ay meydana gelen Danıştay olayından sonra yargı üst kadrolarının neredeyse tümünün ve bir bütün olarak yargı kurumlarının ortaya koydukları tepkiler, değerlendirme ve tavırlar irkilticidir. Düşünsenize provokatif niteliği ağır basan tek bir olayda dahi bu derece abartılı tepkiler veren, hukukçu kimliğini adeta bir kenara bırakıp savaş baltalarını bileyleyen ve elde hiçbir somut delil olmaksızın siyasi nitelikli açıklamalar yapıp, birilerini suçlayan bir zihniyete bu kadar geniş bir takdir yetkisi vermek makul mü? Yargı kadrolarının genel itibariyle oturdukları zemin alabildiğine ideolojik ve gündelik siyasetten fazlasıyla etkilenen bir konum arzetmektedir. İşte böylesi bir zemine rağmen TMK gibi uygulayıcıların eline son derece geniş yetkiler veren ve muğlak, esnek ifadeler içeren bir yasanın meclisten geçirilmesi ise tehlikeli bir gelişmedir. Üstelik 28 Şubat sürecinde yoğun biçimde karşılaşılan keyfi yasaklar, cezalar olgusuna yakinen şahitlik eden, bizzat yaşayan bir kadronun bu düzenlemeyi gündemleştirmesi ise inanılmaz bir basiretsizliktir.
Kısa bir süre içinde TMK tasarısının Meclis Genel Kurulu'na gelmesi beklenmekte. Başbakan ve Adalet Bakanı tepkilere, tartışmalara aldırmadan sürecin tamamlanması için kesin ve kararlı mesajlar vermekteler. Bu şekilde grup içinde aykırı seslerin çıkması da engellenmiş oluyor. Muhtemelen TMK tasarısı Meclis Genel Kurulu'nda görüşüldüğünde iktidar da, muhalefet de yasaya oy verecek ve devlet operasyonlarından biri daha tamamlanmış olacak.
Egemenlerle İyi Geçinme Politikası Dipsiz Kuyuya Taş Atmak Demektir!
Hükümetin TMK'ya yaklaşımı sadece usûl açısından değil, siyaseten de yanlıştır. Bu ve benzeri düzenlemeler eliyle malum güç odaklarıyla iyi geçinme hesabı bugüne dek hep boş çıkmış, seçilmiş kadrolar üzerindeki bürokratik baskıyı azaltmadığı gibi, tersinden daha tahakkümcü bir tutuma yönelmelerini beslemiştir. Yine olacak olan budur. Bugün TMK oldubittisine boyun eğenler yarın başka talepler, dayatmalar karşısında daha da tavizkar, daha da alttan alan bir konuma sürüklenmekten kurtulamayacaklardır. Kural bellidir: Taviz her zaman yeni tavizleri doğurur; güç karşısında gündelik hesaplarla boyun eğenler başlarını kaldırmaya bir daha kolay kolay zemin bulamazlar.
Statüko güçleri ellerine geçirdikleri her zemini özgürlükleri kısıtlama ve otoriter devlet aygıtını güçlendirme doğrultusunda kullanmaktadırlar. Nitekim TMK gündemi ile aynı paralelde gelişen birtakım tartışmalar ve düzenlemeler yasakçı, baskıcı, keyfi yaklaşım tarzının yeniden semirtilmeye çalışıldığını göstermektedir. Yazdıklarından, konuştuklarından dolayı insanların yargılanmaları, hatta cezalandırılmaları türünden vakıaların sayısı uzun bir aradan sonra yeniden artmaktadır. Cumhuriyeti ve laikliği "irtica tehlikesi"nden, "bölücü terör"den kurtarma misyonu doğrultusunda yeni yasaklar ihdas edilmekte, hem bireylerin özgürlüklerini hem de siyaset alanını daraltan yeni sınırlar çizilmektedir. Darbe tartışmaları arttıkça gerek askeri ya da yargı bürokrasisi gerekse de medyada otoriter düzen yanlılarının konuşma üslubunda tehditvari mesajların yoğunlaştığı açıkça görülebilmektedir. Kısacası seçilmişlerin "iyi geçinme" politikaları sadece acziyet görünümü sunmaktan öteye gidememektedir. Egemenler ise rüzgarın kendi lehlerine esmeye başladığını gördüklerinde her zaman yaptıklarını yine yapmakta, Kemalist laik oligarşik yapıyı muhkemleştirmeye çalışmaktadırlar.
TMK meselesinde süregelen tartışmaların bundan sonraki seyrini anlayabilmek için geçen yıl yasalaşan Türk Ceza Kanunu'nun Meclis gündemine geldiği günlerde yaşanan tartışmaları, kaygıları ve vaadleri hatırlamak yararlı olacaktır. TCK tasarısı Meclis gündemindeyken aynen bugün olduğu gibi AK Parti yetkilileri "Siz abartıyorsunuz, bu yasaların korktuğunuz biçimde uygulanması ihtimal dahilinde bile değil!" diye şikayetçi olanlara "teminat" veriyorlardı. Örneğin eski 312. maddeye tekabül eden suçlama konusunu yeni yasada tümden kaldırmak yerine birtakım kayıtlarla sürdürme tutumu bugün maruz kalınan sıkıntılara yol açmıştır. Şimdi birtakım işgüzar merciler o yasaları gerekçe göstermek suretiyle keyfi cezalar yağdırmaktalar. Peki bu durumda bütün suç keyfiliği rehber edinmiş kurumlarda mıdır? Ya elinde imkan varken bu zemini tümden ortadan kaldırmayanlar, elbette onlar da bu suça, günaha ortaktırlar.
Dün TCK'ya ilişkin olarak sergilenen idare-i maslahatçılık bugün TMK düzleminde sergilenmekte, muhtemelen yarın bir başka gerekçeyle yine sürdürülecektir. Ne hazindir ki, YÖK konusunda, ÖSYM konusunda aciz kalanlar, namus borcunun üstüne yatanlar, Şemdinli davasında iddianameyi hazırlayan savcının büyük bir haksızlıkla meslekten atılmasına sessiz kalanlar adeta halka son derece alaycı ve aşağılayıcı bir üslupla "Boş gelmedik bakın size TMK getirdik." der gibidirler. Hatta sadece TMK ile yetinmeyip başka "hediyeler" de sunmaktadırlar. Mesela bunlardan biri de toplantı ve gösteri yürüyüşlerine dair yapılmak istenen değişikliklerdir.
Düzenleme mevzuatı rahatlatma adına bir gelişme olarak sunulmasına rağmen içeriği itibariyle bir dizi kısıtlamadan oluşmaktadır. Bilhassa basın açıklamalarına ilişkin getirilen düzenlemeler aslında tam manasıyla basın açıklaması formunu ortadan kaldırmaya yöneliktir. Kamu kuruluşlarının ya da ibadethanelerin yakınlarında basın açıklaması yapılamayacağından tutun da, slogan, pankart, megafon kullanımına getirilen kısıtlamalar ve bu kurallara aykırı davrananlara verilecek cezalar basın açıklaması yapmayı manasız ve de imkansız kılmaya dönük bir niyetle hareket edildiğini göstermektedir.
Peki tüm bu tablo neyin göstergesidir? Kendisinin de mağduru olması muhtemel bir sürece hükümet ve meclis neden olur vermektedir?
AK Parti Neden Kendine Zarar Vereceği Kesin Olan Adımlar Atıyor?
Bu durumu açıklayabilecek ilk faktör AK Parti hükümetinin çift yönlü kuşatma politikasına karşı kendince geliştirdiği uyum politikasıdır. Hükümet bir taraftan ABD'nin Ortadoğu ve bilhassa da İran'a yönelik hesapları çerçevesinde kıskaca alınmakta ve kendini artan baskılar karşısında çaresiz hissetmektedir. Bu durumu Filistin sorununa yaklaşım sorununda da net biçimde görmek mümkündür. İsrail'le son dönemlerde izlenen yakınlık politikaları Siyonist kuşatmaya teslimiyeti gözler önüne sermektedir. Aynı şekilde AB cenahından giderek artan baskılar ve karşılanması güçleşen taleplerin hükümeti ABD baskısı karşısında daha da zayıf ve dirençsiz bir konuma sürüklediğini düşünmek yanlış olmaz.
Harici kuşatmaya paralel olarak hükümet içeride de laik-Kemalist oligarşinin kuşatması karşısında bocalamaktadır. Sorun çıkartmama adına sürekli alttan alan, boyun eğen tavrına rağmen AK Parti hükümeti sürekli yeni sorunlarla yüz yüze gelmekten kurtulamamaktadır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı tartışmasına bağlı olarak gündemleştirilen darbe tehditlerinin gölgesi ise sadece siyaseti değil, ekonomiden harici ilişkilere kadar her alana uzanmaktadır. Tüm bu kuşatmaya karşı hükümetin tavrı ise sorunu zamana yaymak ve bu arada kendisinden istenenleri kısmen rötuşlamak suretiyle de olsa yerine getirmek şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Hükümetin bu tavrı şartlar açısından birebir örtüşmese de genel eğilim itibariyle Refah-Yol hükümetinin 28 Şubat sürecindeki tutumunu andırmaktadır. Hatırlanacak olursa o zamanda laik oligarşinin şirretliğini savuşturmak maksadıyla inanılmaz, anlaşılmaz tavizler verilmiş; bu bağlamda örneğin Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği adlı fiili darbe yönetimi teşkil edecek bir düzenlemeye imza atılmıştı. Daha sonra 28 Şubat kararlarının imzalanmasında da görülen aynı tavır hep "durumu idare etme" ve darbecilerin elerinden kozlarını alarak planlarını boşa çıkartma gerekçesiyle izah edilmişti. Oysa bu tarz tavırların darbecileri gerileteceği zannının boş bir hayal olduğu kısa zamanda açığa çıkmış ve bilakis bu idare-i maslahatçı tavırların darbeci, dayatmacı güçleri azdırdığı anlaşılmıştı.
Şimdi AK Parti hükümeti benzer bir durumla karşı karşıya ve ne yazık ki, benzeri hataları yapıyor. Bu süreç umarız aynı şekilde gelişmez ama şu bilinmeli ki, oligarşik güçleri ikna sadedinde atılan adımlar bugüne dek hep aynı neticeyi verdi, bundan sonra da sonuç değişmeyecektir.
AK Parti hükümetinin dahili ve harici kuşatma karşısında teslimiyetçi bir hat izlemesinin öncelikle sağ-muhafazakar politik anlayışın ve genel Türkiye siyasetine hakim olan ilkesiz, kimliksiz siyaset mantığının bir yansıması olduğu görülüyor. Bu mantık ne pahasına olursa olsun hükümet koltuklarında oturma mantığıdır. Dolayısıyla bu amacı sağlayacaksa kiminle iyi geçinmek gerekiyorsa ve kime ne taviz vermek gerekiyorsa baş üstüne denilir ve oturulan koltuklar bir mevzi sadakatiyle korunmaya çalışılır.
Bununla birlikte AK Parti hükümetinin bilhassa TMK tasarısı gibi otoriter devlet mantığını yansıtan düzenlemelere olur vermesinin ardında yatan sebep sadece egemenlerin dayatmalarına karşı taşınan acziyet halinden kaynaklanmıyor. En temelde insan hakları ve özgürlükler konusunda ilkeli ve oturmuş bir kimlikten yoksunluk söz konusudur. Bugüne kadar gerçekleştirilen ve olumlu sayılan düzenlemeler de zaten genelde harici talepleri karşılamaya yönelik kaygılarla şekillenmiştir. Dolayısıyla söz konusu düzenlemeler iç dinamiklerin harekete geçirdiği, derinliğine benimsenmiş, içselleştirilmiş düzenlemeler olmadığında bunlardan geri adım atmak da kolay olmaktadır. Ve ne yazık ki, bu noktada sadece hükümet ya da meclis değil, hakkını hukukunu koruma, ona karşı beliren tehdide karşı koyma konusunda yaygın bir ilgisizlik ve duyarsızlık içinde bulunan toplum da bu olumsuzluğun birinci dereceden sorumlusudur.
Özgürlüğün En Amansız Düşmanı Toplumsal Duyarsızlık Hastalığıdır!
Kimsenin şüphesi olmasın ki, TMK'yı yeni baskı yasaları izleyecektir. TMK ve benzeri otoriter devlet aygıtını güçlendirici düzenlemelerle son yıllarda elde edilen birtakım kazanımların "bu kadarı size lüks" denip elimizden alınmasına karşı sessiz, tepkisiz kalamayız. Tepkisizlik hükümet koltuklarında oturan siyasilerin acziyetini beslemekte, asıl iktidar sahiplerini ise azdırmaktadır. Tartışılan, üzerinde hesaplar yapılan, biçimlendirilen geleceğimizdir; geleceğimize sahip çıkalım!
- Emperyalizmin Hakim Olduğu Dünyada Hukuka Yer Yok!
- Yeniden 12 Eylül, Yeniden 28 Şubat İstemiyorsak TMK’ya Karşı Çıkalım!
- Amerikan Vahşeti ve İnsanlığın Guantanamo Utancı
- Direniş Karşısında Çaresizlik İşgalcileri Daha da Vahşileştiriyor!
- 122 İnsan Öldü, Hükümetin ve Adalet Bakanı’nın Umurunda Değil!
- Şemdinli’nin Faturası İki Buçuk Kişilik Çeteye!
- Çeteler Geçicidir, Çete Düzeni Kalıcı!
- Yasa Hükümleri Değil, Zihniyet Değişmeli!
- Metin, Mustafa ve Hasip Kardeşlerimizin Özgürlüğü İade Edilmelidir!
- Özgür-Der Üyelerinin Tutuklanma Olayı Sınır Tanımayan Zulüm Zincirinin Bir Halkasıdır!
- Kardeşlerimizin Serbest Bırakılmaları Yönünde Her Kesimden Yoğun Destek
- Diyarbakır’daki Forumdan Notlar
- HDR’nin Panelinde Avrupa’da Artan İslam Karşıtlığına Dikkat Çekildi
- Kara Şahin Düştü!
- Filistin’de Ablukaya Alınmak İstenen Ümmetin Direniş İradesidir!
- Kuşatmaya Karşı Filistin Halkının Yanındaydık
- Efendilere Yaranmada Ahlaksızlık Diz Boyu!
- Zerkavi ve Ümmetin Trajedisi
- İmam-Hatip Okulları: “Düzenin Kronik Baş Ağrısı”
- Allah Kimleri Cennetle Müjdelemiştir?
- Ruhi Hastalığından Dolayı Malul ve Kindar
- İlkeli Hareket ve İslami Kimlik
- Popüler Kültürün Dönüştürme Aracı: “Gazetelerin Kitap Ekleri”
- Sahte Sevinçler
- Onların Direnişi