1. YAZARLAR

  2. Ekrem Baytap

  3. Yaşayan Varlıklar Olarak Dil ve İnsan

Yaşayan Varlıklar Olarak Dil ve İnsan

Haziran 2012A+A-

 “Ve O, Âdem’e şeyin ismini öğretti…” (Kur’an-ı Kerim, 2/31)

Yüce Yaratıcının ilk insan(lar)ı yeryüzünde sorumluluk sahibi kılmasıyla başlayan; “şey”e ad takma melekesinin tanımlaması olan dil; anlamlı söz söyleme ve iletişim kurmanın aracı olmasının ötesinde, insanın dünyayı/varlığı tanıma/tanımlama, hayatı algılama ve yaşama, nesneyi düşünme biçimini de etkileyen en önemli faktördür. Bu nedenle dillerin ve renklerin farklılığı salt kavramsal telaffuzla alakalı bir olay değildir. Dillerin farklılığı aynı zamanda şey’i algılama, varlığı tanımlama ve hayatı yaşama biçimlerindeki farklılığı da beraberinde getirmektedir.

Dil antropolojik deyimle kültür olarak tanımlanan tanıma denk gelmektedir. Çünkü insan kavramlara yüklediği anlam ile düşünür ve yaşar. Kavram yaratmak, yeryüzü yaşamında insana verilen ayırt edici bir özelliktir. Kavram; düşünmeye zemin hazırlayan ilham, yeryüzü varlığını insana boyun eğdiren (secde ettiren) erktir. Kavram yaratmak; yaşama müdahale etmek, hayata biçim vermek, zihinsel süreçleri etkilemek, yönlendirmek demektir. İnsan, zihnindeki kavramlar ve kavramlara yüklediği tanımlar çerçevesinde bilgilenir ve yaşamı ikame eder. Düşünme melekesi de zihinde yer alan kavramlar oranında daralır ve genişler. Bu nedenle insana ait dil bireyin hem düşünme biçimi hem de yaşama biçimidir. Çünkü insan dil ile vardır. İnsanlık dil ile yeryüzünde gelişmiştir.

Dil, bilgiye açılan kapıdır. Bilgi de şey üzerinde etkinlik sağlamanın aracıdır. Şey’i isimlendirme insan aklının ortaya çıkarılmasıdır. Meleklerin insana secde etmesi/boyun eğmesi insanın bilgisine olan saygıdandır. Çünkü kavram yaratmak irade sahibi olmaktır. Kavram yaratma iradesi güç sağlamaktadır. Kavram yaratma gücü, kavram yaratamayana boyun eğdirir. Meleklerin Âdem’e secdeyi kabul etmesi, şey’i kavramlaştırma yeteneklerinin/iradelerinin olmamasındandır.

İnsan dil ile anlar, dil ile yaşar. Dil, kavramsal düşünme ve kavramlarla yaşama dinamizmidir. Dil, insan(lığ)ın dönüşümünü sağlayan canlı bir organizmadır. Dil, beşer denen varlığın insanlaşmasını sağlamıştır. Dil, insan topluluklarının varlık nişanesidir. İnsan topluluklarıyla beraber yaşar ve insan topluluklarıyla beraber ömrünü tamamlar.

Dil, bir toplumun düşünme ve yaşam biçimini yansıtan en temel öğedir. Her dil bir yaşam biçimidir. Her kavram yaşama katkı sağlar ve yaşamın bir parçası haline gelir. Bu nedenle bir kavramı anlayabilmek için kavramın gramer çözümlemesi yeterli değildir. Dile ait kavramı anlayabilmek o dili konuşan toplumun kültürel tarihini bilmeyi gerektirmektedir. Örneğin bir toplumun deyimsel ifadeleri gramer çözümlemeler ile hiçbir zaman anlaşılamaz. Bir toplumun deyimsel ifadeleri veya şiirleri ancak toplumun kültürel değerlerini bilmek ile anlaşılabilmektedir. Bir dile ait kavramların çözümlemesinde “semantik” ve “semiyotik” yöntemin ortaya çıkması bu ihtiyaca binaen olmuştur. Çünkü bir dili kullanan toplumun -coğrafi koşullar da dâhil- kültürel yapısını bilmeden o dilin kavramsal yapısını ve toplum insanlarının zihinsel süreçlerine etkisini doğru anlamak mümkün değildir. Tarihsel süreç içerisinde toplulukların nesneyi algılama ve tanımlamada yaptıkları değişiklik ve kavram geliştirme bu süreçlerden bağımsız olarak değerlendirilemez.

Dil sadece kavramsal bir bilgi süreci değildir. Dil aynı zamanda insanın/insanlığın tarihsel dönüşümünü sağlayan bir olgudur. Bu çerçevede dil, iletişim aracı olmanın ötesinde hayatı algılamanın, varlığı yorumlamanın temel değeri konumundadır. Çünkü insan, zihnindeki anlamlı kavramlarla dünyayı/hayatı algılar, hadiseyi yorumlar. İnsan, zihnindeki kavramlar ve bu kavramlara getirdiği tanımlamalar kadar bilgi sahibidir. İnsanın düşünme melekesi de zihinde yer alan kavramlara göre şekil ve yöntem kazanır. Bu nedenle tarihsel süreç içerisinde insanın zihninde nesneyi algılama ve tanımlamada meydana gelen değişiklik, kavramlara yüklediği anlamdan ve ortaya çıkan yeni kelimelerden bağımsız olarak değerlendirilmez.

Âdem’e/insana yeryüzü sorumluluğunun (hilafet) gereği olarak bahşedilen “dil” yine bu sorumluluğun gereği olan “özgür irade”den bağımsız olarak değerlendirilemez. Âdem’e/insana şey’in isimlerinin öğretilmesi ile Âdem’e nesneye isim verebilmesinin ilham edilmesi (kavramsal düşünebilme melekesi fıtri bir ilhamdır) anlayışı, insanın yaratılış sürecine ilişkin zihinsel algılamada birbirinden çok farklı algılama sonuçları doğurmaktadır. Araştırarak keşfetme ve yeteneğine göre kavram icat etme, yanılgı olgusunu ve eksik bilgiyi de içinde barındırmaktadır. Âdem’e isimlerin öğretilmesi ezbere dayalı bir öğreti algısını oluşturmaktadır. Kavram yaratma yeteneğinin ilham edilmesi (ruh’un üfürülmesi) ise keşfetmeyi mümkün kılan ve kesintisiz öğrenme sürecini zorunlu kılan bir durumu söz konusu kılmaktadır. Bu nedenle yaratılış felsefesine dair algılama, insana dair felsefeyi algılamada çok önemlidir.

“Âdem/insan şey’e ilk ad takma (nesneyi tanımlama) fiilini kendi iradesiyle mi gerçekleştirdi, yoksa kendisine ezberletildi mi?” sorusuna verilecek cevap, bilgi felsefesine ilişkin algıda önemli bir değişiklik yapar.

İnsan aklı için ezber bilgiden daha zararlı bir şey olamaz. Bilgiyi ezberletmek insan aklına hakarettir. İnsanı kasetçalara dönüştürmektir, ezber bilgi. Bir robota komutlar yükleyip bir gezegene indirmek gibi bir şey. Hâlbuki insan özgür irade sahibi bir varlıktır.

Eğer yeryüzüne ilişkin sorumluluk, verilen güç dâhilinde özgür iradeyi gerekli kılıyorsa, o halde şey’e ad takma, eksik olan insani bilgiyle gerçekleşmiştir/gerçekleşmektedir. Yani nesneyi tanımlama tamamen beşerin sorumluluğuyla ve iradesiyle gerçekleşmektedir. Zaten sorumluluğun, özgür iradeyi ve belli bir bilgiyi kavrayabilme yeteneğini gerekli kılmasının nedeni de buradan gelmektedir. Beşeri, sorumluluk sahibi insan yapan, kavramsallaştırmaya dair bu temel yetenektir. İnsanın özgür iradesi yoksa sorumluluğu da olamaz. Ve insanın yanılma hakkı yoksa özgür iradesinden bahsedilemez. İnsanın yanılgıyla malul olması, eksik bilgiye sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Âdem’in cennetteki yaşamını tasvir eden temsilî anlatım da Cenab-ı Hakk’ın insanın özgür iradesine ilişkin önemli bir anlatımıdır. Çünkü Âdem/insan her şeyi biliyor olsaydı yanılgıya düşüp yaratıcısına karşı asi durumuna düşmezdi. Âdem’e isimlerin öğretilmesi şey bilgisinin ezberletilmesi değildir. Şey’e ad verebilme melekesinin kazandırılmasıdır. Bu anlamda Âdem’in hikâyesi tüm insanlığın hikâyesidir. İnsan tam ve kesin bilgiye belki hiçbir zaman (en azından dünya hayatında) ulaşamayacaktır. İnsan eksik bilgi ve yanlış algılama ile eyleme geçer, sonucunu gördükten sonra yeni ve kendince doğru bilgi arayışına yönelir. İnsan eksik bilgiyle hayatı yaşamaya başlar. Sonra da yanılgısını anlar ve doğruyu bulma çabası içerisine girer. Ama insan tam ve kesin doğru bilgiye ulaşma imkânına sahip olamadığından/olmadığından her zaman için yanılmaya mahkûmdur. Ama bu hiçbir zaman için bazı doğruları öğrenemeyeceği anlamına gelmemektedir.

İnsanın bilgisinin eksikliği ve yanılgıyla malul olması onu sürekli bir araştırma ve öğrenme sürecine sevk etmektedir. Bu nedenden dolayı Yüce Yaratıcı insanın özgür iradesini sınırlandırma yoluna gitmemiştir. Ve ona kavramları ezberleterekten düşünme melekesini dondurmamıştır. “İlk günah” olarak tanımlanan şey Yaratıcıya isyanın sembolü değil, özgür iradenin ortaya çıkması için “yanılma hakkı”dır. Âdem’in yanılgısı, özgür iradesinin ve nesneyi kendince adlandırmasının ve algılamasının sonucudur. Şey’e ad verme insanın kavramsal düşünme melekesinin sonucudur. Dolayısıyla ilk bilgi bu yetenekle inkişaf etmektedir. Sonradan yanılgılar içerisinde bocalayan, fesat çıkararak ve kan dökerek kendi yaşamını çekilmez hale getiren insana, Yüce Rab, tövbe etmenin ahlaki değerleriyle ilgili olarak birtakım “yol gösterici sözler” (2/37) öğretti. Bu, Yüce Rabbin merhameti gereği insana olan bir lütfüydü. Âdem’in kendi özgür iradesiyle öğrenmiş olduğu yeryüzünde yaşam bilgisini nasıl kullanması gerektiğine dair “ahlaki değerler” beşer dilinin dışında ve beşer algısının üstünde değildir. Olağandışı bir hatırlatma olan vahiy; yine bir insana ve beşer diliyle ulaştırılmaktadır. Ama asıl hilafet sorumluluğu, özgür irade ve şey’e ad takma melekesiyle kendisini göstermektedir. Yanılgı karşısında insanın ruh dünyasında meydana gelen pişmanlık duygusu ise tövbeyi öğreten ahlaki değerlerle terbiye edilmektedir.

Terbiye yönteminde ve sorumluluk duygusu oluşturmada ezbere dayalı bilginin yanlış olduğunu aklı başında her insan bilmektedir. Bilakis ezbere dayalı öğretinin zihinsel yeteneği körelttiğini, özgür iradeyi öldürdüğünü ve sorumluluk duygusunun gelişmesine engel olduğunu herkes bilmektedir. En mükemmel öğretilerde bile taklit, hiçbir zaman sağlıklı bir eğitimin yöntemi olarak kabul görmez. Taklit etmek insan aklına yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü taklit ve ezber sorumluluk duygusunu yok etmektedir. Bu nedenle resullere vahiy edilen terbiye yönteminde bile, “akletme ve düşünme” temel sorumluluk ilkesi olarak vurgulanmaktadır.

İnsan, önüne konulan isimleri okuyan bir varlık değildir. Bilakis insan, -sorumluluğu gereği- varlığın anlamını, yaratılışın hikmetini öğrenme ve geliştirme yeteneğiyle donatılmış bir varlıktır. Bu sorumluluğa, Yüce Yaratıcının bizzat kendisini tanımaya çalışma, O’na ad ve sıfat bulma sorumluluğu da dâhildir. Yeryüzü sorumluluğu ifa edilirken, insanın yanılgıya düşmesi özgür iradesinin sonucudur. Çünkü insanın özgür iradesi yoksa sorumluluğu da olamaz, imtihan da gerçekleşemez. Eğer insana her şey ezberletilecekse o zaman özgür irade nasıl tecelli edecektir?

Beşerî kavramların, insanın yaşam tecrübesine bağlı olarak ortaya çıkıp geliştiğini biliyoruz. Yaşam devam ettikçe de yeni kavramlar ve tanımlar yapılmaya devam edecektir. Kavramların tanımlarını dondurmak veya bilgiye dair kavramları sınırlandırmak, yaşamı dondurmak bilgi yollarını tıkamak anlamına gelir. Kavram ve tanımlara getirilebilecek sınırlandırmalar insanın düşünme ve eylem dünyasını sınırlandırmakla eş anlamlıdır. Bu da insanı belli bir zaman dilimine hapsetmek anlamına gelmektedir. İnsanın zihin ve eylem alanlarını sınırlandırmak; insanın özgür iradesini ve dolayısıyla sorumluluk alanını kısıtlamakla eş anlamlıdır. Yüce Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de; “…daha önce kendilerine vahiy gelen toplumların zamanın geçmesiyle kalpleri katılaşarak…” (57/16) ifadesiyle anlama kabiliyetlerini yitiren ve ezber bilgiyle yetinen toplulukları eleştirmesi, aynı zamanda zihinsel donukluğa, katılığa işaret etmektedir. Ve de vahye ezbere yaklaşım tarzının yanlışlığına…

Yaratılış felsefesine dair bu kısa açıklamadan sonra muktedir güçlere karşı dillerini eğip büken, özellikle o çevrelere hoş görünmek için vahyin tarihselliğini galiplerin hoşnut kalacağı şekilde yorumlayan zihinlere elbette ki gerekli cevap verilmelidir. Ama bu, bizi art niyetli yorumlardan dolayı, doğruyu anlama yöntemlerini terk etmeye ve geleneksel anlama ve yorumlama yöntemlerine sıkı sıkıya bağlanmayı samimiyet telakki eden bir yanılgıya yöneltmemelidir. Çünkü insan, tek başına “samimiyet” olgusu ile doğru olana ulaşamaz. İçtenlikle doğruyu istemenin yanı sıra doğruya ulaştıracak yöntem(ler) konusunda da uyanık ve duyarlı olmak gerektiğini aklıselim sahibi her insan bilir.

Olağandışı bir niteliğe sahip olsa bile; insana tövbe etmenin ahlaki değerlerini öğreten ilahi vahyin beşer diliyle ve bir insan resul aracılığıyla insanlığa hatırlatıldığını unutmamak gerekir.

Elbette ki hikmet zaman ve mekânla sınırlandırılamaz. Ama insanın zaman algısıyla hakikate dair zaman birbirinden çok farklıdır. İnsanın zaman algısı kendi tarihsel koşullarıyla sınırlıdır. Bizi yaratan Yüce Rabbin hakikate ve hikmete dair zaman gerçeği ise çok farklıdır. Nitekim Yüce Rabbin, “Allah nezdinde bir yıl insanlar nezdindeki bin yıl gibidir…” deyimsel ifadesi, bizim zamana ilişkin kavramlarımızın zihinsel algımızla sınırlı olduğunu belirtmek içindir. Beşerin zamanla ilgili kavramları beşerin zihin algısıyla ve beşerî belirlemelerle sınırlıdır. Ve beşerin bu tespitleri hiçbir zaman hakikate ilişkin zaman olgusunu tanımlamaz/tanımlayamaz. Ama buna rağmen Yüce Rab rahmeti gereği beşeri, bilgisini terbiye etmesi için birtakım ahlaki değerler öğretirken, muhatap toplumun zaman algısıyla ve zamane diliyle hitap eder.

Bu konuyu açıklayan birçok örneği Kur’an-ı Kerim’de ve Ehli Kitab’ın kutsal metinlerinde bulabilmek mümkündür. Belirgin örneklerden bir tanesi Hz. Nuh’un yaşına dair rakamsal ifadelerdir. Kur’an-ı Kerim ve Tevrat’ta; Hz. Nuh’un yaşına ilişkin verilen rakamlar, normal bildiğimiz insan yaşına dair ortalamanın 10–15 katı rakamlarla ifade edilmektedir. Gerçekte Hz. Nuh (as) dönemi ve ilk insanların “yıl” takvimine dair hesaplamaları ile bizim şu an kullandığımız yıl hesaplamaları aynı zaman dilimini mi ifade etmektedir? Hâlbuki bundan 5–6 bin yıl önce yaşayan insanların yıl kavramı için kullandıkları zaman dilimi ile son 4 bin yıldır insanların kullandıkları takvim hesaplarının birbirlerinden farklı olduğunu, günümüzde ortaya çıkarılan arkeolojik verilerden anlayabiliyoruz.

Bir başka örnek; İsrailoğullarının baba-oğul-kul kavramlarıyla ilgili algılamaları ve bu algının oluşturduğu tarihsel süreçtir. Teolojik/ontolojik kavramların antropolojik süreçten kopuk olarak yorumlanamayacağının en temel örneklerden biridir, baba-oğul terminolojisi. Hz. İbrahim’in eşlerinden Hacer’in abd/cariye olması ve Sara’nın hür bir kadın ve kısır iken ileri yaşlarda müjde verilerek çocuk sahibi olması İsrailoğullarının teolojiye dair kavramlarının felsefi temellerini oluşturmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Onlara göre cariyenin çocukları “abd”dir ve Rabbin kullarıdırlar. Hür kadının çocukları ise hürdürler ve Sara’ya vaadin çocukları oldukları için oğuldurlar. Bu nedenle İsmail’den olan çocuklar Rabbe hitap ederken “Biz senin kullarınız!” derler. İsrailoğulları hitap ederken “Biz senin oğullarınız!” derler. Bugün için Hıristiyanlığın da en temel kavramlarından olan baba-oğul terminolojisinin ortaya çıkarkenki beşerî mülahazalarını ve bu kavramların ilahiyata geçiş evrelerini; kültürel/zihinsel süreçleri incelemeden anlamak mümkün değildir. Konu başlı başına geniş bir araştırmayı gerektirmektedir.

Bu örnekler dinî inanca ait kavramların, insanların ilahiyata dair zihinsel gelişmelerinden kopuk olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir. Bu nedenle resullerin bize bırakmış olduğu vahyî terbiyeyi anlamaya çalışırken “zaman” ve “dil” faktörlerinin doğru anlaşılması gerektiğini hatırlatmakta fayda vardır. Filolojiye ait semantik yöntem, kavramların gerçek anlamlarını ve tarihsel kültür süreçlerin geçirmiş oldukları anlamsal evreleri doğru anlamamıza imkân sağlamaktadır. Bununla birlikte vahyî bilginin, insana yeni bir dil öğretmek mi yoksa insanın bildiği dili terbiye etmek mi olduğunun cevabını ayrıca netleştirmek gerekir. Bu soruyu netleştirmek dinin çağlar üstü niteliğinin/misyonunun ve dilinin anlaşılır hale getirilmesinde önemli rol oynar.

Her şeye Allah’ın adıyla başlamak; öğreneceklerimiz ve yapacaklarımız konusunda hesap verme duyarlılığı için önemli bir ahlaki ilkedir. O’nun ismiyle her işe başlamak din gününe iman etmenin sembolüdür. Ama bu durum yaptıklarımızın, mutlak anlamda Allah’ın bizden talebi olduğu anlamı haline gelmemelidir. Ya da O’nun eylemlerimiz için ileri sürdüğümüz delillerimizden hoşnut olduğu… Çünkü O’nun öğütlerini algılamada ve güncelleştirmede yanılgıya düşmemiz pekâlâ mümkündür. Sözleri resullerin ağzından ifade edildiği gibi okusak bile… Tarih, bu yanılgılara ilişkin örneklerle doludur.

Allah’ın ismiyle başlamak, her okuma ve eylemimizde O’na vereceğimiz hesapla dolu olmamız gerektiğini hatırlamak içindir. Neticede bizi mükellefiyet altına sokan insani yetenekler; özgür irade ve kavramsal düşünme/düşünebilme melekemizdir. Yüce Rabbin, aklını kullanmayanları aşağılatıcı ve bayağılaştırıcı bir konuma duçar kılmasının nedeni de insanın, gereği gibi ve her dem düşünme melekesinin sorumluluğuyla dolu olmasından kaynaklanmaktadır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR