1. YAZARLAR

  2. Ahmet Emin Dağ

  3. Yahudileştirilmeye Çalışılan Bir İslam Kenti: KUDÜS

Yahudileştirilmeye Çalışılan Bir İslam Kenti: KUDÜS

Mart 2003A+A-

İçinden geçtiği asırlar boyunca fiziki ve manevi olarak bir çok yıkım yaşayan Kudüs kentinin bugünkü kadar büyük bir tahribat ile daha önce hiç karşılaşmadığı söylense abartı olmaz. Dünyanın dört bir yanına dağılmış vaziyette bulunan Yahudileri bir araya getirmek için olmadık taktikler geliştiren Siyonist hareketin geçmişte bulabildiği tek ortak duyarlılık olan Kudüs, hem Yahudiler hem de Müslümanlar açısından sahip olduğu önemiyle paralel bir çekişmeye ev sahipliği yaptı.

Kudüs'ün tüm tevhidi atmosferini ve sembolik değerlerini yok edip, yerine muharref Tevrat'a göre dizayn edilmiş yepyeni bir Kudüs ve bu Kudüs'e ait değerler oluşturma çalışmalarını bıkmadan sürdüren Siyonistlerin, bunda ısrarcı olmaları boşuna değildi. Zira, vaat edilmiş toprak efsanesi ile dünyanın dört bir yanından getirilen göçmenlerin oluşturduğu bu yamalı toplumu bir arada tutacak zamk, Kudüs'ün manevi hamurundan karılmıştı. İsrail gibi sembolik dini değerlerle ayakta tutulmaya çalışan "suni" bir devletin tam ortasında, başka  dine ve medeniyete ait sembollerin hakim olması İsrail'i kuran zihniyetin kabullenebileceği bir tahammül sınırı değildi.

İşte bu yazımızda, söz konusu sınırların boyutlarını ve bütün yönleriyle Kudüs'e karşı girişilen Yahudileştirme çabalarını irdelemeye çalışacağız. Yazı boyunca Yahudileştirmeden kastımız, gerek beşeri ve gerekse fiziki ve coğrafi olarak tüm unsurlarıyla birlikte Kudüs'ün bir "Yahudi kenti" haline getirilmesidir.

Küçük adımlarla başladı

İlk defa 1827 yılında bazı Avrupalı Yahudi tüccarların eliyle başlayan Kudüs'e "Yahudi rengi verme" çalışmaları, 1897 yılında İsviçre'nin Basel kentindeki I. Siyonist Kongre'nin toplanmasına kadar pasif ve sadece Filistinlilerden toprak satın alma biçiminde sürdü. Dönemin Osmanlı yasalarında Yahudilere toprak satışının önlemleri alındığı halde, yerel Osmanlı idarecilerinden bazılarının rüşvet verilerek satın alınması sayesinde bu pasif Yahudileşme alttan alta kesintisiz devam etti. Avrupa'daki zengin Yahudi tüccarlardan toplanan paralarla Kudüs ve çevresinde alınan topraklarda 51 adet orta büyüklükte Yahudi yerleşim birimi kurulması sağlanmıştı.

1918 yılında bölgenin Osmanlı idaresinden çıkıp İngiliz sömürgesi olmasından sonra daha planlı ve sistemli hale getirilen çalışmalar, işgal yönetiminin himayesiyle 1930'lu yılların sonuna kadar hızlanarak sürdü. 1948 yılına kadar süren İngiliz sömürge yönetimi boyunca silahlanan Yahudi çeteler, Kudüs'ün (ve tabi ki genel olarak tüm Filistin'in) Yahudileşmesi konusunda hararetli kampanyalarını yoğunlaştırdılar. Ama Kudüs için asıl acı günler daha başlamamıştı.

Yasal "kanunsuzluk"

15 Mayıs 1948 tarihinde, İsrail devletinin ilanından birkaç gün önce İngilizlerin desteğinde gerçekleştirilen bir operasyonla Kudüs kentinin batı kesimi Yahudilerin kontrolüne geçti. Daha İsrail kurulmadan önce, Kudüs'ün Yahudilerin eline geçen kesimi yaklaşık yüzde 84,13'lük bir miktara karşılık geliyordu. Kentin Arapların elinde kalan doğu kesimi ise tüm Kudüs'ün yüzde 11,48'lik bölümünü oluşturuyordu. Böylece önce "de facto" (fiili) olarak başlayan Kudüs'ün bölünme süreci, 1948 yılındaki BM planı ile "de jure" (hukuki) bir kimliğe bürünmüş ve Yahudiler ile Müslümanlar arasında yapılan (adaletsiz) paylaştırma ile kentin batısındaki Yahudi hakimiyeti tescillenmiş oldu. Hiç hakları olmadığı halde BM kararı ile Yahudi çeteler, kentin batı kesiminin doğal sahipleri haline gelirken, Doğu Kudüs'te Ürdün nüfuzunda bir Arap otoritesi tesis edilmiş ve yaklaşık 20 yıl kadar bu durumda devam edilmiştir.

Dönüm noktası

1967 yılında yapılan Üçüncü Arap-İsrail Savaşı'nda Arap ordularının yenilmesi ardından Kudüs'ün doğu kesimi de Yahudilerce işgal edildi. 1948 yılında kendisinin imza attığı uluslararası anlaşmaları dahi ihlal eden İsrail, bu güne kadar Kudüs'ten aldığı hiçbir toprak parçasından geri çekilmedi. Tamamı Yahudilerin kontrolüne giren Kudüs için acı günler asıl şimdi başlıyordu. Yapılan tüm "Yahudileştirme" ve kenti "ebedi Yahudi başkenti" haline getirme çalışmalarına kentin sosyal dokusunu geliştirecek "belediye düzenlemeleri" süsü verildi.

İşe ilk olarak Kudüs kentinin haritalarının yeniden çizilmesi ve planlamaların yapılmasıyla başlandı. Yahudi Hahambaşılığı 27 Haziran 1967 tarihinde yayınladığı bir kararla "Kudüs'ün batısı ve doğusu ile İsrail devletinin bölünemez başkenti olduğunu" ilan etti. O tarihe kadar kısmen korunmuş olan Doğu Kudüs'teki İslami miras bu kararla, Kudüs'ün birleştirilmesi adı altında tamamen silinmeye başladı.

Kente Yahudi ağırlığını ve rengini hakim kılmak için demografik, coğrafi ve fiziki olarak ciddi çalışmalar artık başlamıştı. Öncelikle, Mescid-i Aksa ve Harem-i Şerif'in çevresine odaklanmış 2 kilometre karelik Müslüman ve Hıristiyan mahallelerini içine alan bir alanla sınırlı olan kent, yeni kararla 73 kilometre kareye çıkarılarak batıdaki Yahudi mahalleleri de kentin sınırlarına girdi.

Kadim Kudüs'ün 1967 işgalinden önce (bu gün de hayatiyetini sürdüren) dört mahallesi bulunmaktaydı. O dönemki rakamlara göre bu mahallelerin nüfusları şöyleydi:

-          Müslüman mahallesi (nüfus 31.000)

-          Hıristiyan mahallesi (nüfus 30.000)

-          Yahudi mahallesi (nüfus 2.300)

-          Ermeni mahallesi (nüfus 2.100)

İsrail işgal yönetiminin Kudüs kentini geleneksel "kutsal" hüviyetinden sıyırarak, burasını bir Yahudi kenti haline getirme çabalarını somut biçimde ortaya koyabilmek için yapılan çalışmaları üç farklı kategoriye ayırmak isabetli olacaktır. Bunlardan ilki, çevresel düzenlemelerin ağırlıkta olduğu "coğrafi Yahudileştirme", ikincisi, insan unsurunu ön plana çıkaran "demografik Yahudileştirme" ve üçüncüsü de kentin mimari dokusunu hedef olan "fiziki Yahudileştirme"dir.

"Coğrafi Yahudileştirme"

1967 işgalinden sonra Yahudi mahallesinin batı tarafındaki duvarları yıkılarak, bölgedeki Müslüman Filistinli aileler sürülmüştür. Daha önceki yıllarda Müslüman mahallesinin sınırları içinde bulunan Ağlama Duvarı da Yahudi mahallesi ile birleştirilmiş ve şehirde Yahudiler için daha rahat manevra alanı oluşturulmuştur. Bu şekilde başlayan "coğrafi Yahudileştirme" çabaları, eski Kudüs üzerinde yeni Yahudi yerleşim birimlerinin kurulmasına onay verilmesi ile hız kazandı. Gerek Dünya Siyonist Örgütü'nün İsrail'e göçlerle ilgilenen birimi Yahudi Ajansı'nın kurumsal çalışmaları ve gerekse Amerikalı trilyoner Arfin Moskovitch gibi Yahudi zenginlerin bireysel çabaları ile, Kudüs'e yerleştirilen Yahudi kolonileri, yeni evler inşa etmenin yanı sıra Filistinlilere ait evleri de gasbederek kendi üzerlerine geçirdiler. (Bu şekilde Filistinlilerden gasbettiği mekanlara yerleşerek ev sahibi olan Yahudilerden biri de Ariel Şaron'dur.)

Coğrafi Yahudileştirmenin bir diğer ayağını kentin sınırlarının değiştirilmesi oluşturdu. Bunda plan şöyle işliyordu: Öncelikle kentin varoşlarına yoğun bir Yahudi iskanı gerçekleştiriliyor, ardından kent merkezine yerleşmekten daha kolay olan bu kolonileşme tamamlandıktan sonra bu bölgeler "Büyük Kudüs'ün belediye sınırları içine alınarak, hem kentteki Yahudi nüfusu artmış hem de kentteki Yahudi mahallelerin sayısı fazlalaşmış oluyor. Kent çevresine odaklanmış Yahudi yerleşim birimlerinin merkeze yakın olanlarını büyük şehire bağlayan Siyonist yönetim, bu şekilde Batı Şeria'nın neredeyse yüzde 30'unu fiilen işgali altına almış oldu. Kudüs'ün varoşları ile çevre kasabalardaki Yahudi kolonileşmesi bu şekilde devam ederse, Batı Şeria'nın önemli bir bölümünün Kudüs Belediyesi sınırlarına dahil olması işten bile değildir. O zaman belki de Batı Şeria diye bir bölgeden değil "devasa sınırlara ulaşmış bir Kudüs"ten bahsedeceğiz.

Coğrafi Yahudileştirmenin bir diğer boyutunu "farklı bölgeye farklı hukuk" anlayışı oluşturuyor. Daha önceki dönemlerde yapılan ikili barış görüşmelerinde de gündeme gelen bu planlamalara göre, Kudüs'ü kendi stratejik ve dini çıkarlarına göre bir takım bölümlere ayıran İsrail, her bir bölüme ayrı hukuki statüler vermiştir. Kentin farklı coğrafi parçalarında farklı hukuk kuralları uygulanmaktadır. Bu şekilde Kudüs kenti bir bütün olarak pazarlık konusu yapılmak yerine, ayrı hukuki statülerdeki farklı bölgelerin her biri için yeniden masaya oturulması sağlanmış ve Kudüs'ün geleceği belirsiz bir coğrafi karmaşaya bırakılmıştır. Bu düzenlemelere göre Kudüs'ün bölümleri şu hukuka tabidir:

  1. Sur içi (eski Kudüs):

-          Harem-i Şerif: Filistinlilerin gözetiminde, İsrail'in yönetimi ve kontrolü altında.

-          Müslüman mahallesi: İsrail yönetiminde.

-          Hıristiyan ve Ermeni mahallesi: İsrail yönetiminde

-          Kudüs'teki Filistin Temsilciliği: Filistin Özerk Yönetimi'nin yönetiminde.

  1. Sur dışı:

-          Mahalle ve kasabalar: İsrail yönetiminde

-          Kudüs'e komşu Müslüman kasabalar: Filistin Özerk Yönetimi'nin yönetiminde.

"Demografik Yahudileştirme"

Osmanlı'nın son dönemlerinde (ama Osmanlının kontrolü dışında) başlayan demografik Yahudileştirme çalışmaları, 1918 yılında İngilizlerin Filistin'i denetimleri altına almasından sonra bölgedeki her kent gibi Kudüs'ün nüfus yapısını da köklü biçimde değiştirmeye başladı.

İlk İngiliz işgali başladığında Kudüs'te yaklaşık 30 bin Müslüman ve 10 bin civarında da Yahudi yaşıyordu. Ancak 1917 yılındaki Balfour Bildirisi ile bölgede bir Yahudi vatanı kurulması sözünü veren İngilizlerin desteğiyle hız kazanan çabalar kısa süre sonra meyvelerini vermeye başladı. 1931 yılına gelindiğinde kentteki Yahudi nüfusu doğal olmayan bir şekilde Müslüman nüfusu geçerek 51 binin üzerine çıkmıştı bile.

1948 yılında İsrail devletinin ilanından kısa bir süre sonra Kudüs'ün batı yakasında yaşayan 100 bin Filistinli sürülerek onlardan boşalan yerlere 184 bin yeni Yahudi yerleşimci ve göçmen yerleştirildi. Böylece kentin batı kesimindeki Yahudi oranı birkaç hafta içinde yüzde 97,2'ye yükseltildi.

1967 yılından sonra gelen ikinci işgal dalgası ile birlikte Kudüs kentinden 15 bin Filistinli tüm mülklerine el konularak tardedildi. Öyle ki; 1967 yılında Kudüs'ün doğusunda hemen hiçbir Yahudi yaşamıyorken, o günden sonra başlayan Filistinli sürgünleri ve yeni Yahudi yerleştirmeleri ile 1990'lı yıllara gelindiğinde Doğu Kudüs'te anormal bir nüfus değişimi yaşanmış ve Filistinli sayısı sürekli düşerken Yahudi sayısı 183 bine çıkmıştır. Aynı yıl toplam nüfusu 550 bini bulan Kudüs kentinde 120 bin Filistinli bulunurken Yahudilerin sayısı 430 bini çoktan aşmıştı.

1980 yılında Doğu Kudüs'ün İsrail tarafından tamamen ilhak edilerek "İbrani devletinin birleşik ebedi başkenti" olarak ilanı ile kentteki demografik Yahudileştirme çalışmaları olağanüstü bir hız kazanmıştır. 1990'lı yılların sonunda 700 bin sınırına dayanan Kudüs'ün toplam nüfusu içindeki Yahudi miktarı 520 bin iken, Müslüman Filistinlilerin sayısı sadece 155 bindir. Karşılaştırmak gerekirse, 1918 yılında ilk defa yabancı işgal altına girdiğinde Kudüs'teki Yahudi nüfusu kentin dörtte birlik bölümünü oluştururken, (toplam 42 bin nüfus içinde 30 bin Müslüman Arap, 10 bin Yahudi) 2000'li yıllara gelindiğinde bu oran tam tersine dönmüş ve kent nüfusunun dörtte üçünü Yahudiler oluşturur duruma gelinmiştir (toplam 700 bin kişilik nüfus içinde 520 bin Yahudi, 155 bin Müslüman Arap).

Kentteki demografik yapıyı değiştirmede İsrail'in kullandığı bir diğer yöntem, garip yasal uygulamalardır. Çıkarılan yasalarla Filistinlilerin Kudüs kenti içindeki ikametini oldukça zorlaştıran İsrail, aynı yasaları Yahudiler lehine yorumlamıştır. Halen yürürlükteki yasalara göre aşağıdaki koşullardan birinin dahi gerçekleşmesi halinde Arap asıllı birinin ikametgahı iptal edilmektedir:

-          Kudüslü bir Arap'ın 7 yıl üst üste Kudüs dışında ikamet etmesi halinde.

-          Başka bir ülkenin vatandaşlığını alması halinde.

-          Başka bir ülke ya da bölgede ikametgah alması durumunda.

Bu yasal düzenlemeler sayesinde Kudüs ikametgahı bulunan Filistinlilerden yaklaşık 50 bin tanesi bu hakkını kaybetti. Irk ayrımcılığının zirve noktasını oluşturan bu uygulama ile kentte oturma hakkını kaybeden Filistinli Arapların yerine hemen Yahudi göçmenler gecikmeden yerleştirilmişti.

"Fiziksel Yahudileştirme"

Kentteki camilerden, Filistinlilerin evlerine kadar bir dizi yıkımla kendini gösterin fiziki Yahudileştirme, özellikle 1967'den sonra İslami vakıf mallarına el konmasıyla karmaşık bir hal alarak  devam etmiştir.

İsrail'in kurulmasından hemen sonra 1950 yılında çıkarılan "Sahipsiz Mallar Yasası" (Law of Absentee Ownership), İsrail'in Siyonist yöneticilerinin birçok İslami vakıf malı üzerinde tasarruf yetkisi kazanmasına imkan tanımıştı. Özellikle bu yasanın bazı maddeleri İslami vakıf ve vakıf eserlerinin "İsrail ekonomisine kazandırılması" adı altında yağma edilmesinde kullanılan en önemli araçlardan biri olmuştur. Kudüs'ün neredeyse her metre karesinde rastlanabilecek vakıf eserleri, yapılan formalite yasalarla doğrudan işgalci yönetime geçirilmiş ve bunlar üzerindeki her türlü tasarruf yetkisi İsrailli yöneticilere bırakılmıştır.

Bu yapılırken, birçok cami ve Müslüman mezarlığı, "sahipsiz mal" sayılarak Yahudilere yeni yerleşim birimi açılmak üzere göçmenlere peşkeş çekilmiştir. İsrail hükümeti tarafından görevlendirilmekte olan vakıfların mütevelli heyetlerindeki görevli kişilerin önemli bir bölümü ile devlet yetkilileri arasında kirli anlaşmalar bulunmakta ve bu işbirliği sayesinde İslami vakıf malları İsrail şirketlerine ticari amaçlarla verilmektedir.

İşin daha ürkütücü tarafı İsrail'in kendi çıkardığı yasaları dahi vakıf mallarının satışını yasakladığı halde, Kudüs yakınlarındaki Ebu el-Oon camii olayında olduğu gibi çok sayıda caminin Yahudilere satılmış olmasıdır. Yine birçok cami arazisi, değişik şirket ve şahıslara kiralanarak, amaçlarıyla taban tabana zıt işlevler görmektedirler. Mesela Kudüs'ün Einhod kasabasındaki cami sanat merkezine dönüştürülürken, yine Kudüs'ün merkezine oldukça yakın bir mahalledeki Ein-Hatim camii, eşcinsel ve uyuşturucu bağımlılarının sığınağı haline getirilmiştir. (Sadece Kudüs'te değil Filistin'in diğer kentlerindeki birçok cami değişik amaçlar için kullanılmaktadır. Örneğin Yafa'daki El-Sikes camii, diskotek olarak kullanılırken, Beer Şeb'a'daki bir başka cami restoran haline gelmiştir.)

Yahudiler ile Müslümanların bir arada yaşadığı çok sayıdaki kasabada Müslüman mezarlıkları, yerel otoritelere verilerek İsrail resmi devlet dairelerinin denetimine geçirilmiştir. Bu şekilde söz konusu vakıf arazileri üzerinde sadece denetim kurmakla kalmayan İsrail yönetimi, buraların mülkiyetini de kendi üzerine geçirmiştir.

Fiziki Yahudileştirmenin bir diğer boyutunu da "İslami dokunun restorasyonunun engellenmesi" oluşturuyor  Kudüs'teki cami ve diğer İslami yapıların tamiratı, restorasyonu ya da bakımı konusunda sürekli bürokratik engeller çıkaran İsrail, bunların doğal biçimde yıkılmasına zemin hazırlayarak yok olmasını sağlamaktadır.

Gelen baskılar üzerine, 1967 yılında çıkarılan Kutsal Yerlerin Korunması Yasası (Law of Guarding Holy Places) ve 1977 yılında düzenlenen Ceza Yasası (Law of Punishment) ile kutsal mekanlara zarar vermek ve kutsallığını ihlal etmek her ne kadar yasaklanmışsa da, İslami eserlere yönelik ihlaller hız kesmeden sürmüştür. Hatta yasalar tam tersi biçimde yorumlanarak, Yahudi eserlerinin korunması adına (Ma'amanallah mezarlığı, Talibiyye camii olaylarında olduğu gibi.) İslami eserler, gerek özel şirket ve gerekse kamu güçleri tarafından yok edilmiştir.

Öncelikli hedef Mescid-i Aksa

Kuşkusuz fiziksel Yahudileştirmede en önemli faktör Mescid-i Aksa'ya yönelik girişimlerdir.

1948 BM bölünme planında kentin doğu kesiminde kaldığı için Yahudi kontrolü dışında olan Mescid-i Aksa, 1967'deki 3. Arap-İsrail savaşında İsrail'in işgaline girmiş ve o tarihten sonra sistemli bir Yahudileştirme tehdidinin hedefi haline gelmiştir.

1967 savaşından sonra Yahudilerin yaptığı ilk iş, caminin hemen yanı başındaki (Müslümanların yaşadığı) Megaribe mahallesinin tamamen yıkılarak, ileride yapılacak sözüm ona "kutsal" (!) kazılar (tahribat) için zemin hazırlamak oldu. Bu çerçevede civar mahallelerdeki Arap ahali zorla çıkarılarak, Müslüman mahallesindeki bazı sokaklar iptal edilmiş ve Müslümanlardan boşalan yapılara Yahudi okulları, enstitüler, otel ya da araştırma merkezi gibi umumi kullanım mekanları oluşturulmuştur.

21 Ağustos 1969 tarihinde Yahudi bir fanatiğin bir grup Siyonist'le birlikte Mescid-i Aksa'yı yakma girişimi başarıya ulaşmış ve caminin önemli bir kısmı tahrip edilmiştir. Bu sabotaj, Kudüs'teki en büyük İslami sembol olan Mescid-i Aksa'ya yönelik ne ilk ne de son saldırı olmuş, o tarihten itibaren birçok fiziki saldırı gerçekleştirilmiştir.

Çok geçmeden 1970-72 arasında Mescid-i Aksa'yı çevreleyen surların hemen altındaki tünel kazılarına başlandı. Güney ve batı kesimlerinde başlayan kazılarda cami sınırlarının içine girilerek, yaklaşık 13 metre altta bazı oyuklar açıldı. Batı tarafındaki duvarların altında yer alan yeni kazılar, 1974'ten başlayarak 1976'ya kadar sürdü ve aralarında Ubade bin Samit ile Şeddat bin Evs gibi sahabe kabirlerinin de bulunduğu Müslüman mezarlığının yok edilmesi ile devam etti.

Süleyman mabedinin kalıntılarını arayan Yahudiler, Mescid-i Aksa'nın altını oymaya devam ederken, 1977 yılından itibaren caminin kadınlar bölümünün tam altına ulaştılar. Ağlama duvarı yönünden kazılarını sürdüren Siyonistler, 1979 yılında Mescid-i Aksa'yı zemin altından doğu-batı yönünde ikiyi böldüler. Yine aynı yıl yapılan resmi açılışla, tünel içinde küçük bir Yahudi ibadethanesi geçici olarak kullanılmaya başlandı.

1982 yılından sonra başlayan yeni kazı ve yıkım çalışmalarında, çevredeki bazı Arap sakinlerin evleri kamulaştırıldı ya da doğrudan doğruya Yahudi yerleşimcilere verildi.

Bu çerçevede, Mescit çevresindeki Yahudileştirme çabalarının sistemli ve istikrarlı hale getirildiğini gösteren en önemli delillerden biri, Ocak 1999 tarihinde Mescid-i Aksa'yı Süleyman mabedine dönüştürme yolunda başlatılan resmi tartışmalardır.

İsrail'in, Ağlama Duvarı'nın genişletilmesi bahanesiyle Aksa camiine bitişik bazı yapıları yıkma planları yaptığı, 1999 yılının ilk aylarında ortaya çıkmıştı. Yıl sonuna doğru caminin Yahudiler ile Müslümanlar arasında bölünmesi ve iki grubun da aynı anda ibadet etmeleri talebi gündeme getirildi. Tartışmaların başını çeken İsrail Başhahamı İsak Levi, iki grubun da camiyi beraberce kullanmaları konusunda siyasi destek almayı başardı. Çok geçmeden Temmuz 2000 tarihinde toplanan İsrail parlamentosu, Kudüs'ün "İsrail'in ebedi başkenti" olduğunu yasa maddesi haline getirdi. Vakit kaybedilmeden Kudüs Belediye başkanlığı, Harem-i Şerif bölgesinde Yahudilere de ibadet izni verilmesi konusunda lobicilik çalışmalarını yoğunlaştırdı.

Şu an Mescid-i Aksa'yı sağdan, soldan, havadan ve toprak altından tamamen kuşatmış olan İsrail'in tek hakim görünmediği yer şimdilik caminin içidir. Zaman zaman yaptığı denemelerle (Eylül 2000 tarihinde Şaron tarafından yapılanda olduğu gibi) camiyi içten de ele geçirmeye çalışan Siyonistler, gördükleri sert tepkiler karşısında geri adım atmış görünseler de, 40 yılı aşkın süredir inatla süren Yahudileştirme planlarından vazgeçtikleri zannedilmemelidir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR