Ya Değişiriz Ya da Değiştiriliriz
Aşağıda sunduğumuz metin, 1973 yılında bir grup gencin Malik bin Nebi ile yaptığı konuşmanın banttan çözümlenmiş halidir. Biz bu konuşmanın değişim ile ilgili bölümünü yayınlıyoruz. Ayrıca metinde, Malik bin Nebi tarafından yapılan tahlillerin, konuşmanın yapıldığı tarih gözönüne alınarak değerlendirilmesinin yararlı olacağını belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz. Hak Söz
Eğer tavsiyeleşeceksek ki, biz şu an bir veda buluşmasındayız... İslam bize hakk ve sabır ile tavsiyeleşmemizi öğretti.
Biraz önce Suud'lu kardeşlerle beraberdik. Onlarla birlikte iken sohbetimizin konusu şuydu: Biz, inkılabı değişimleri gerektiren çok kritik bir dönemdeyiz: Ya, biz Müslümanlar kendi toplumumuzda değişimi kendimiz gerçekleştiririz; ya da çağın bir zorunluluğu olarak değişim bize dışarıdan gelir, tıpkı Yemen, Zifar ve diğerlerinde olduğu gibi. Zira değişim bu çağın iyice bellememiz ve daima hatırlamamız gereken en belirgin özelliğidir: Eğer biz kendi inkılabımızı gerçekleştirmeyecek olursak değişim bize dışarıdan gelecek ve kurtulamayacağımız bir zorunluluk olacaktır. Bunu tekrarlıyorum. Zira işin esası bu noktadadır.
İnkılap ne demektir?
İnkılabın bir çok tanımı mevcut. Bu tanımların içinden ben ilmî açıdan açık olanını tercin ediyorum: inkılap: Mevcut durumların acilen değiştirilme çabasıdır.
İnkılap bir değişim'dir, “acil” olması gereklidir dememiz aslında yeterli değildir. Aslında şöyle dememiz daha doğru olur: “inkılap, hedefi belli bir aksiyondur; inkılabın hedeflerini mutlaka tesbit etmemiz gerekir.”
İnkılap, değişimi zorunlu olan eşya ile ilgili olduğu gibi, aynı zamanda değişimin araçları ve hedeflerinin tespiti ile de alakalıdır.
Fazla ayrıntıya girmiyor ve kendi kendimize soruyoruz:
Bu merhalede, 20. yüzyılın bu son çeyreğinde, biz müslümanları bekleyen sorunlar nelerdir?
Bizim sorunlarımız; dünyanın mevcut sorunları ve buna ilaveten -mevcut içtimai konumumuz hasebiyle tek kelime ile özetleyecek olursak- geri kalmışlıktır. Geri kalmışlık ile kültürel, sosyal ve siyasal tüm boyutlar anlaşılmalıdır.
Dünyanın Konumu
Dünya, oldukça tehlikeli bir konumda, iki husustan ötürü tehlikeli bir durumda:
1. Kendi bünyesinden kaynaklanan tehlike: Zira dünya, insanlığın hiç bir tarihi döneminde şahit olmadığı bir şekilde çok köklü evrensel değişimlerin ve gelişmelerin eşiğinde.
2. Kendi yapımızdan kaynaklanan tehlike: Biz bu değişimleri karşılayacak hazırlıkta mıyız, değil miyiz? Bunu bilmiyoruz. Ne demek hazırlıklı olmak?
Hazırlıklı olmanın birinci şartı: Bir şeyi karşılayacak güçte olmak demektir ve öncelikle de o şeyi bilmek demektir. Bundan hareketle şöyle diyebiliriz: Fikri akımlar henüz hazırlıklı değiller; siyasi önderlikler ise bu sahadan oldukça uzakta. Zira siyasiler, kendilerince asıl zannettikleri şeylerle uğraşıp duruyorlar ve doğrusu ben, siyasilerle tartışmaya girmek de istemiyorum. Tartışmak istemiyorum, zira biz burada, benim, sizin ve tüm insanlığın üzerinde bulunduğu hali açıklamaya çalışıyoruz.
Sorunun Cevabı
İşin doğrusu biz şu an ve merhalede karşı karşıya olduğumuz sorunları ne siyasi alanda ve ne de fikri alanda karşılayacak hazırlıkta değiliz.
Biz dünyanın mevcut sorunlarını göğüslemeye hazır olup olmadığımızı niye araştırıyoruz?
Cevap oldukça basit: Zira İslam dünyası istese de, istemese de dünyanın bu genel sorunlarını yaşıyor.
Dünyanın söz konusu genel sorunları tabiatları gereği, alemin her parçasına yansımakta. Bu parça ister dünyadan tüm bağlarını koparmış olsun, isterse kendi köşesine çekilmiş olsun farketmez: Dünyadaki olayların ve sorunların akisleri bize ulaşmakta ve hayatımızda etkin olmakta, yaşamımızı ve rızkımızı belirlemekte. Öyle ise devekuşu'nun yaptığı gibi yapmamamız gerekir. Böylesi kuşatıcı bir tehlikeyi bilerek görmezden gelmek için ya deli olmak ya da ahmak olmak gerekir.
Dünyanın konumunun bu kısa tanımından sonra tekrar kendi toplumsal konumumuza dönüyoruz: Kendi toplumumuzu; İslam aleminin içinde bulunduğu sorunlarla, Batı aleminin içinde bulunduğu sorunları karşılaştırıp daha rahat anlamak için, kısaca geri kalmışlık ifadesiyle özetledik.
Sözümüzün bu aşamasında artık şunu sorgulayabiliriz: Geri kalmışlık nedir?
Gerçekten geri kalmışlık tüm problemlerimizin toplamı olup toplumsal, siyasal, ekonomik ve daha da önemlisi psikolojik problemlerdir. Aslında dünyayı saran problemlerin de temelini psikolojik problemler oluşturmaktadır.
Şüphesiz problemlerimizi iyi bir şekilde tahlil ettiğimizde en büyük payın psikolojik nitelikli problemlerde olduğunu görürüz; fakat ne var ki iktisadi, siyasi ve toplumsal nitelikli problemler daha baskın görünmektedir.
Marks'ın İstekleri Daha Ziyade Kapitalist Ülkelerde Gerçekleşti
Dünyanın problemleri ne iktisadi nitelikli, ne siyasal nitelikli ve ne de toplumsal niteliklidir dedik. Zira Marksizm'in 19. yüzyılın ortalarında çözümlemeğe çalıştığı sorunların bugün çözümlendiğini söylersek sözümüzde bir çelişki olur. Bundan ötürü de meseleyi biraz daha açmamız gerekir:
Marksizm'in felsefi yanını bir yana bırakalım, onun içtimai yanını ele alalım. Eğer şöyle dersek tarihi diyalektikte hata yapmış olmayız: Marksizm 19. yüzyılın ortalarında ekonomik ve toplumsal problemlerle karşı karşıyaydı. Ve o dönemde isteklerini şu sloganla dile getiriyordu: Ey dünya işçileri, birleşin! Tabii ki kapitalizme karşı birleşin ve 'Ey dünya işçileri haklarınızı isteyin... Marksizm, kapitalizmden özetle şu isteklerde bulunuyordu: Köylerde (tarımda), toplumda, sosyal güvenlikte, maaşla birlikte aylık tatil hususlarında işçilerin haklarının verilmesi...
Başlangıçta bu talepler temenniler den ibaretti, fakat bu istekler Marks'ın tasavvur ettiğinden ve beklentilerinden fazlasıyla tahakkuk etti... ve kapitalist Batı dünyasının insanı bütün sosyal güvencelerden bugün fazlasıyla -lüks içinde- istifade etmektedir. Güvence + Lüks yaşam... Marksizm'in 20. yüzyıl dönemini böyle görüyoruz. Zira Marks'ın 19. yüzyıldaki talepleri, kendilerine yüklenilen rol gereği komünist ülkelerde gerçekleşmesi gerekirken, daha ziyade kapitalist ülkelerde tahakkuk etti. Böylece Marksizm'in 19. yüzyılda maruz kaldığı problemlerin ağırlığı büyük ölçüde giderilmiş oldu.
Çelişki Yok
Marksizm'in, geçtiğimiz yüzyılın ortalarındaki problemlerinin kapitalist ülkelerde çözümlenmesi, marksistlerde bir öfke, haset ve fırtına koparmaktadır. Bu konuda bir tecrübeleri olmayan Marksist olmayanlara göre bu bir çelişkidir; ama bize göre bir çelişki söz konusu değildir. Ne var ki bu meseleyi açıklarken bazı ıstılahları tanımlamamız gerekiyor ve öncelikle de medeniyet kavramını ele alıyoruz.
Medeniyet: Toplumdaki bütün fertlere sosyal güvence sağlayan, onlara maddi ve manevi alanda refahı getiren şartlar bütünüdür. Bu, A. Toynbee'nin tanımı değildir. Ama kim ki Batıyı ön plana çıkarırsa tabii ki Toynbee'nin tanımına tabi olur. Bizim, problemlerimizi kendimizin araştırması gerekir, çünkü bizler bizatihi bu problemleri yaşıyoruz. Ama Toynbee ve diğerleri ise bu problemleri araştırarak ve üzerinde düşünerek hissediyorlar. Biz ise onların içindeyiz ve yaşıyoruz.
Ben bu sorunları yaşadım ve halen de yaşıyorum; dolayısıyla medeniyeti tanımlanan Toynbee'nin tanımlaması gibi değildir. Öyle olması da imkansızdır. Tıpkı kültür konusunda benim yapacağım tanımlamanın Levi Strauss'un tanımının aynısı olmayacağı gibi. Çünkü biz problemlerimizi, sorunlarımızı yaşıyorken, diğerleri sadece düşünüyorlar.
İkisi arasında gerçekten büyük bir fark vardır. Medeniyetin söz konusu tanımı üzerine iki hususu açıklamaya çalışacağım:
1. Manevi yönü, manevi şartlar.
2. Maddi yönü, maddi şartlar.
Manevi şartları medeniyet iradesi; maddi şartları da medeniyet imkanı ile ifade edebiliriz. Eğer bu iki şarttan yalnız birisi bir toplumda gerçekleşirse, söz konusu toplum, bireylere sosyal güvenliği sağlamaktan uzak kalacaktır. Dolayısıyla her iki şartın oluşması ile söz konusu güvence temin edilebilir. Ve kendi kendimize soruyoruz: Tam anlamıyla maddi şartlar nerede gerçekleşti? Yani medeniyet imkanı Moskova'da mı yoksa New York'ta mı tahakkuk etti?
Tabii ki New York'ta. Medeniyet imkanı New York ve Paris'te, Moskova'dakinden fazlasıyla mevcut. Bilhassa Sovyetler Birliği'nin geri kalmışlıktan ileri topluma geçiş süreci döneminde bu böyleydi. Bu da gösteriyor ki, Marks'ın kapitalizm karşısında maruz kaldığı problemlerin çözümü, maddi olanakların temini ile mümkün olmaktadır.
Bütün bunlardan hareketle açıkça diyebiliriz ki Marks'ın taleplerinin kapitalist ülkelerde gerçekleşmesinde herhangi bir çelişki söz konusu değildir.
Dünya, Marks'ın karşılaştığı problemleri aşmıştır. Ama medeniyet imkanlarının tahakkuk ettiği ve Marks'ın davetinin temellerini oluşturan sosyal problemlerin fiilen çözümlendiği bu coğrafyada şunu mülahaza etmekteyiz. Bu coğrafya Marks'ın öne çıkardığı sorunları çözdükten sonra başka sosyal hastalıklara duçar olmaktadır.
Bu problem de iktisadi bir problem olmayıp yine psikolojiktir. Sözümün başında da İslam dünyasının içinde bulunduğu problemlerden bahsederken bilinçli olarak psikolojik tabirini kullanmıştım. Ta ki ileri ülkelerde de sorunun büyüklüğü açıkça belli olsun. Geri kalmış İslam dünyasında iktisadi ve toplumsal sorunlar hakim olurken, modern dünyada yeni bir tür problemler yumağı açığa çıktı: Psikolojik sorunlar.
Bu problemler nelerdir?
Bu problemler özetle: Benliklerdeki şaşkınlık ve huzursuzluk duygusudur. Bu duygular her türlü toplumsal güvencenin sağlandığı ve nimetler içinde yaşayan insanın taşıdığı duygulardır.
Dünyadaki intihar istatistikleri göstermiştir ki, modem dünyadaki intihar vakaları rekor düzeydedir ve sosyal güvence bakımından en önde olan İsviçre başta gelmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki duruma gelince; intihar olayı milli bir felaket olarak değerlendirilmektedir.
Bütün bunlara hippilik ve uyuşturucu alışkanlığını da ilave edebiliriz. Uyuşturucu, bireyin, doğal yapısından uzaklaşma gayretinden başka bir şey değildir. Bu gerçeklerden kaçıştır. Sosyal güvenceyi gerçekleştiren ülkeler, bugün psikolojik sorunlarla uğraşmak durumundadırlar. Biz, tüm bunların sonucunun ne olacağını bilmek istiyoruz.
Sonucun ne olacağı, bir kaç gün önce Nixon'un önemli açıklamalarında vurgulandı: "Şu an aklıma Japonya ve Roma'nın yıkılışa doğru giden durumları geliyor. ABD önümüzdeki on yıl içinde en büyük devlet olacak, ancak acaba toplumsal refah ve psikolojik açıdan da selamette olabilecek mi?"
Nixon, duyarsızlıktan ve tarih bilincinden uzak kalmaktan insanlığı sakındırmaktadır.
Eğer biz şöyle dersek haksız sayılmayız: Mensubu olduğumuz İslam ümmeti, bugün iktisadi ve toplumsal problemlerle ne kadar karşı karşıya ise, aynı şekilde ileri toplumlar da psikolojik problemlerle o kadar karşı karşıyadır. Bizim problemlerimiz şu an içinde bulunduğumuz arızi şartlarımızla alakalıdır. Halbuki ileri toplumların problemleri köklü ve esasa müteallik problemlerdir. Aramızdaki fark işte budur.
Bu asrın sonu nasıl olacak ve neler olacak acaba?
Gaybı ancak Allah bilir. Bizler ancak olaylardan hareketle tahliller yapabiliriz.
Şüphesiz ki gelişmeler hızla birbirini takip ediyor; geri kalmışlık, ilerlemenin sonucu olan ruhi ve psikolojik hastalıklar. Dünyamızın önümüzdeki otuz yıl içinde şahit olacağı olaylar maddi açıdan geri kalan İslam alemi ile ruhi açıdan geri kalmış sanayi dünyası arasında bir değişimle sonuçlanacaktır.
“Müşrikler hoşlanmasa da Allah dinini bütün dinlere üstün kılacaktır.” (9/Tevbe, 33)
el-Alem Sayı 257, 1988 / Çev: Cavit Erkılınç