Ya ABD'nin Küresel İmparatorluğu, Ya Halkların Küresel Dayanışması
ABD'nin Irak'a yönelik saldın hazırlıklarını yoğunlaştırmasına paralel olarak tüm dünyada savaş karşıtı tepkiler de ivme kazanıyor. Dünya halkları bir savaşa, daha doğrusu saldırıya karşı bugüne kadar hiç görülmemiş ölçüde tepkili. Farklı coğrafyalarda, farklı kimlikler taşıyan kitleler Amerikan saldırganlığı karşısında ortak bir duyarlılık içindeler. Dünyanın pek çok şehrinde büyük sayıda kitleler birbirinden değişik gerekçelere dayandırılsa da Irak'ı hedef alacak bir saldırının kabul edilemezliği ortak paydasında buluşmaktalar. Bu kadar farklı kimlik ve anlayış sahiplerini ortak bir paydada buluşturan hassasiyetin ne olduğu sorusu, üzerinde durulmaya değer. Tüm yeryüzünün Amerikan saldırganlığı karşısında hissettiği tedirginlik duygusu şüphesiz belirleyici olmakta. Hem apaçık bir haksızlık ve hukuksuzluğa duyulan öfke ve hem de azgınlaşmış bir gücün kabaran iştahının hedefi olma korkusu adeta tüm yeryüzünü sarıyor.
İnanılmaz yoğunlukta propaganda çabalarına rağmen ABD, savaşın gerekliliğine dünyayı ikna etmeyi beceremiyor. Az sayıda ülke yönetimi çıkar hesapları nedeniyle ya da ABD ile iyi geçinme kaygısıyla savaşa bir biçimde destek verme pozisyonunda. Buna karşın sadece halklar değil, yönetimler de bu savaşın ardındaki asıl saikın ABD'nin ileri sürdüğü gerekçeler olmadığını çok iyi bilmekte. Ne var ki, kimisi sıranın kendilerine de gelmesi korkusundan, kimisi emperyal bir güçle ters düşmenin muhtemel maliyetini göze alamadığından ya ufak tefek serzenişlerle durumu idare etmeye çalışmakta ya da tümüyle sessiz kalma yoluna gitmekte.
Örsle Çekiç Arasında Türkiye
Türkiye ise savaş konusunda en sıkıntılı ülkelerin başında gelmekte, Tam manasıyla örsle çekiç arasında sıkışmış bir halde. Bir yanda toplumun savaşa karşı son derece açık tutumu var. Ayrıca savaşın ekonomik, siyasi, güvenlik ve her açıdan ortaya çıkarabileceği kabarık bir maliyet tablosu ortada. Diğer yanda ise on yıllara dayanan bağımlılık ve Amerikan emperyalizminin uzak karakolu olma konumu ağırlığını hissettirmekte. Hiçbir zaman ABD karşısında irade ortaya koyamamış, daha doğrusu ABD'nin talep ve yönlendirmelerine aykırı bir tutum almayı asla aklına bile getirmemiş bir devlet geleneği mevcut bu ülkenin. "ABD için iyi olan bizim için de iyidir" felsefesi ya da sabık Başbakan Ecevit'in Afganistan saldırısı arifesinde kendisine "delil" sunmak isteyen Amerikalı yetkililere söylediği "ABD yönetimi için ikna edici olmuşsa bizim için de ikna edicidir" itirafında sembolize edilen anlayış ile akıl, mantık, vicdan ve elbette siyaset arasında sıkışan bir Türkiye manzarası gözükmekte. Bu çelişkili tutum siyasi kadroların, asker-sivil bürokrasinin ve ülke yönetiminde ağırlığı bilinen sermaye çevrelerinin tutumlarına da aynen yansımakta.
İnsanlık değerlerinden soyutlanmış ve gözlerini "kâr" bürümüş sermaye çevreleri her zaman olduğu gibi rotayı yine ABD doğrultusunda belirlemiş ve ellerinde tuttukları en büyük silahlarından biri olan medyayı da çoktan cepheye sürmüş durumdalar. Dünyanın her yanında normal şartlarda savaş ya da benzeri halka zarar verecek politikalar söz konusu olduğunda hükümetler bir biçimde bu tür "acı reçeteleri" uygulamaya çalışır, medya ise toplum yararına muhalefet tavrı izleyerek bu tarz politikalara itiraz eder. Hatta bu nedenle sansür uygulamalarına maruz kalır. Türkiye'de ise medya, hükümeti "Savaşa niçin bir an önce canın gönülden dahil olmuyorsun?" diye sıkıştırmakta. Sansür ters yönde işlemekte ve savaş olmaması için atılan adımlar ya da yapılan konuşmalar savaşkan Türk medyasının sansürüne takılmakta.
Bürokrasinin tutumu ise oldukça muğlak. Bu özellikle askerlerin tavrında açıkça görülmekte. Bir yandan savaş sonrasında Kuzey Irak'ta kurulabilecek bir Kürt devletinin Türkiye'nin de bölünmesi tehlikesini doğurabileceği endişesinden dolayı savaşa karşı bir tutum sergilenirken, bir yandan da klasik Amerikan yanlısı tavır dışa vurulmakta. Bunu en açık biçimde Genelkurmay ikinci başkanının hükümeti net bir tutum almamakla ve kararsız olmakla suçlayan ifadelerinde görmek mümkün. Net tutum almak ve kararsız olmamanın ordu literatüründe ne anlama geldiği ise elbette biliniyor. Nitekim Türk ordusu on yıllardır uluslararası boyut içeren her sorunda adeta Amerikan ordusunun hazır kıta askeri konumunda davranarak bu konuda açık bir gelenek oluşturmuştur. Bu sadece Soğuk Savaş döneminde izlenen NATO ordusu politikalarına da yön veren bir tutum olmakla kalmamış, yakın dönemde Somali'den Afganistan'a kadar değişik sorunlarda da aynen sergilenmiştir.
Hükümet Karar Aşamasında: Ak mı, Kara mı Belli Olacak!
Hükümetin tavrı ise netlikten ve güven vermekten uzak. İki arada bir derede kalma deyimine denk düşüyor, Bir taraftan siyasi-ideolojik kimlik ve geleneği ve taban baskısı ABD yanlısı bir tutumu zorlaştırırken, diğer taraftan "devlet" geleneği ve sorumluluğu Amerikan dayatmalarına karşı çıkmayı güçleştirmekte. Bu çelişik durum hükümet ve Ak Parti yetkililerinin sürekli farklılaşan beyanlarında ya da zikzaklar içeren politikalarında görülebiliyor. Hükümetin sıkıntısının kaynağını herkes biliyor. On yıllara uzanan ve üstelik son yıllarda İsrail'le kurulan stratejik işbirliğiyle daha da pekiştirilen bağımlılık çizgisinin ağırlığı var. Üstelik buna bir de içeride darbeci gelenek karşısında sürekli kendini zayıf hisseden ve güvenliğini ancak dış konjonktürün etkisine dayandırabilen bir hükümet geleneğinin zaaflı halini de eklemek gerek. Bu koşullarda çift yönlü bir zaafiyet ortaya çıkmakta ki, Ak Parti hükümeti şimdi tam olarak bu cendereye girmiş durumda. Gerek partinin kuruluş aşamasında ABD'ye verilen sıcak mesajlar, gerekse de seçim döneminde Irak krizine dair ısrarla tavır belirlemekten kaçınılması bugüne ışık tutan veriler olarak dikkate alınmalı.
Elbette benzeri pek çok kritik, halkın vicdanını kanatan kararlarda olduğu üzere bundan önceki hükümetler gibi davranarak Ak Parti hükümeti de ABD'ye bir biçimde boyun eğmenin "mazeretlerini" sıralayabilir ve muhtemelen önce kendi kadrolarından başlayarak birilerini de bunlara inandırabilir. Ama sorun mazeret üretimi değil ki? Bunu zaten her hükümet yapıyor. Bu ülkede onca kavga gürültünün ardından seçimler yapılmasının manası ne? Mazeret üreticisi kadroları seçmek mi? Hükümetin son günlerde "ülkenin âli menfaatleri söylemine" çok sık atıf yapmaya başladığını tedirginlikle izliyoruz. Türk siyasi hayatında bu söylemin son kertede maymuncuk misali her türlü çirkinliği, hukuksuzluğu örten bir kılıf işlevi gördüğü ise herkesin malumudur.
Hayır! Hiçbir mazeretin ardına sığınarak Amerikan saldırısına ortak olmayı, destek olmayı ya da bu saldırıyı kolaylaştırmayı izah edemezsiniz, haklı çıkaramazsınız! Gerekçesiz, haksız, meşru temeli bulunmayan bir savaşa, daha doğrusu emperyalist bir saldırganlığa suç ortaklığının ülke menfaatleri ile meşrulaştırılmasına yönelik muhtemel çabalar baştan mahkum edilmesi gereken bir kirliliktir. Ne var ki, bu noktada asıl sorumluluğu duyarlı kitleler, en başta da İslami kimlik sahibi çevrelerin göstermesi gereklidir. Yoksa her ne pahasına olursa olsun hükümet olma ve bunu sürdürebilmek için de herkesle, her güçle iyi geçinme siyaseti izleyen bir politik kadrodan "iktidarı"nı riske sokmayı göze alması ve tavizsiz davranması zaten beklenemez.
Genelde toplumsal muhalefet kanallarının son yıllarda ve bilhassa da 28 Şubat süreciyle birlikte bir hayli hırpalanması, törpülenmesi olgusu ciddi bir mania teşkil etmekte. Buna karşın yine de ABD'nin savaş politikasının belirginlik kazanması ile birlikte siyasi duyarlılık sahibi kesimlerde yavaş yavaş bir kıpırdanmanın belirmesi ve farklı ideolojik kimlikli Çevrelerin zaman zaman anti-emperyalist paydada bir araya gelerek ortak bir tepki geliştirmeleri de önemsenmesi gereken bir vakıa. Buna rağmen yine de özellikle İslami kesimde olması gereken canlılığın ortaya konulabildiğini söylemek zor.
Bu kadar haksız ve vahşi bir tutuma, sadece bölgeyi değil tüm dünyayı emperyalist hedefler doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye ve Müslüman ve mustaz'af halkları köleleştirme sonucu verecek planlara karşı çok daha yoğun, kitlesel ve açık bir tepki geliştirilebilmeliydi. Tehlikenin büyüklüğü ile bugüne dek ortaya konulan tepkinin boyutlarının orantılı olduğunu söylemek mümkün değil. Bunun değişik nedenleri var elbette. Baskıcı politikaların etkisinden örgütlenme zaafına kadar bir dizi etken tepki zayıflığının kaynaklan arasında sayılabilir. Hükümetten bir biçimde beklenti içinde olma ve Irak yönetiminin sürekli öne çıkartılmasına ve dolayısıyla Saddam'ın tüm Irak'ı temsil eder şekilde resmedilmesine yönelik propaganda çalışmaları, öte yandan ABD'nin yenilmezlik İmajının sürekli vurgulanması da yine savaşa karşı kapsamlı bir tepki verilmesini zayıflatan etkenler arasında yer almakta.
Savaşı da, Savaş Karşıtlığım da Doğru Zeminde Tanımlamalı!
Bu noktada savaşın hedefleri ve boyutları hususunda daha fazla netleşmenin ve buna yönelik açıklayıcı, öğretici çalışmalar yapmanın önemi kendini hissettirmekte, öncelikle ABD'nin yenilmezlik imajının bütünüyle bir propaganda olduğunun ortaya konulması şart. Yakın dönemde şahit olduğumuz manzaralar arasında yer alan İran, Lübnan, Somali hezimetleri yeniden hatırlanmalı ve hatırlatılmalı. Yine ABD'nin büyük bir zafer olarak sunduğu Afganistan operasyonunun sonuçları da gündemde tutulmalı.
Amerikan propaganda mekanizmasının bir ülke olarak Irak'ı ve Irak halkını adeta yok sayıp, Irak denildiğinde zihinlerde kocaman bir Saddam imajı inşa etme, dolayısıyla Irak eşittir Saddam şeklinde bir algı oluşturma çabaları da teşhir edilmesi gereken bir çarpıtmadır. Açıktır ki, bu çabalarla Irak'a yönelik saldırganlığın ve muhtemel katliamın vicdanlarda bir yankı uyandırmasının önüne geçilmesi hedeflenmekte. İran ile savaşırken ya da ülkede İslami muhalefeti ezerken sonuna kadar desteklenen, teşvik edilen Saddam'ın şimdi alabildiğine kan dökücü ve ne yapacağı bilinmeyen bir manyak şeklinde tasvir edilmesinin de, hiç de insani ve vicdani kaygılara dayanmadığı sadece ucuz ve ikiyüzlü Amerikan propaganda çalışmasının bir parçası olduğu unutulmamalı.
Öte yandan savaşın gayri meşruluğu da sürekli gündemde tutulmaya çalışılması gereken bir diğer husus. Savaşın hukuki zemini olarak sunulmaya çalışılan Birleşmiş Milletler kararlarının ve BM denetçilerinin çalışmalarının Amerikan saldırganlığı için geçerli bir gerekçe oluşturamayacağı, ne BM tüzüğünün ne de diğer uluslararası anlaşma ve sözleşmelerin ABD'ye kendini BM yetkili organı yerine koyup bir başka ülkeye savaş açma selahiyeti vermediğinin altı çizilmeli. Daha da dikkat çekici bir husus olarak da, ABD'nin son tutumuyla bugüne dek hep emperyalist çıkarların sözcüsü, meşrulaştırıcısı işlevi görmüş BM'nin dahi sınırlarını aşan bir saldırganlık, bir azgınlık içine girmiş olmasının gözönünde tutulması bir gereklilik. Hiçbir BM kararını takmayan, dünyanın en büyük kitlesel imha silahı stoğuna sahip İsrail'in görmezden gelinmesindeki adaletsizliğe ve başta ABD olmak üzere kitlesel imha silahları üreten ülkelere ses çıkarılmazken, bu silahları bulundurmakla suçlanan Irak'ın kitlesel imha ile tehdit edilmesindeki hukuksuzluğa da dikkat çekilmelidir. Ayrıca Irak'a karşı başlatılmaya hazırlanan savaşın BM çerçevesinde dahi hiçbir somut gerekçesinin ortaya konulamamış olması hassaten vurgulanmayı gerektiriyor.
En önemli husus ise bu savaşa karşı çıkışımızın niteliğini, asli gerekçesini ve savaşa karşı tavrımızı doğru temellendirmektir. Halka yönelik bilgilendirme ve harekete geçirme çabaları öncelikle bu savaşa karşı insani ve İslami duyarlılıkları baz almalı ve bu temelden hareket etmeli. Ancak bu zeminde ilkesel bir tanımlama ve tavır alışla kitleleri doğru bilgilendirme ve doğru yönde eyleme sevketme mümkün olabilir. Ve yine ancak bu şekilde gerek emperyalist odakların propagandalarına, gerekse de bu odakların dayatmaları karşısında boyun eğme tehlikesi taşıyan hükümetin tavizkar politikalarına mazeret üretme yanlışına karşı direnilebilir. İslami duyarlılık sahibi çevreler Amerikan saldırganlığına insani ve ahlaki temelde karşı çıkan farklı siyasi-ideolojik kesimlerle de ortak eylemlilikler geliştirmek suretiyle savaş karşıtı tepkileri yaygınlaştırmak için daha çok çaba sarfetmeli. Bugün kendi geleceğimiz üzerine yapılan emperyalist planlara karşı gerekli hassasiyeti göstermekten imtina edecek olursak, yarınlarda karşılaşabileceğimiz zulüm ve vahşet manzaralarının sorumluluğu altında ezilmekten kurtulamayız.
- Korku Oyunundan Korkmayalım!
- Ya ABD'nin Küresel İmparatorluğu, Ya Halkların Küresel Dayanışması
- Yeryüzünü Kuşatan Tehlike ABD Yayılmacılığı
- Beyazıt'ta Yükselen Çağrı: "Irak'ta Savaşa Hayır!"
- Savaşa ve İşgale Hayır Platformu Etkinlikleri
- Yaşar Nuri Müslümanların Savaş Karşıtı Tavrını Görmüyor mu, Görmek İstemiyor mu?
- El-Cezire Kanalına Kablolu Yayında Yer Verilsin!
- SİHP’in Düzenlediği Forum'da Yükselen Ortak Çağrı:
- Darbecilerden Vecizeler
- Başbakanlık Kriz Masası Yönetmeliği
- Uzun Süren Kış: 28 Şubat
- 28 Şubat'tan Notlar
- Darbelerin Mantığı
- Bir Zihniyetin Oluşumuna Dair
- 28 Şubat ve Medya
- Medya Darbesi
- 28 Şubat Sürecinde Üniversitelerin Durumu
- Öğretmenlerin Öğretemediği
- 28 Şubat’ın Hançerlediği Kur'an Kursları
- 28 Şubat Sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı
- 28 Şubat ve Başörtüsü
- Merve Kavakçı Eşiği Aşamadı
- Askeri Müdahalelerin Ekonomi-Politiği
- Güne 1 Katrilyon Nakitle Başlamak
- “Darbeler Cumhuriyeti”nde Sindirilmiş, Tepkisiz ve Edilgen Toplum