1. YAZARLAR

  2. Oktay Altın

  3. Vahyin İlk Muhataplarının İslam Algısı

Vahyin İlk Muhataplarının İslam Algısı

Temmuz 2002A+A-

İlk Muhataplar Kimlerdir?

Vahyin ilk muhatapları şüphesiz Mekke'de yaşayan, büyük oranda ticaretle uğraşan müşrik Araplardı. Mekke, güneyde Hint Okyanusu, doğuda Basra Körfezi ile Dicle ve Fırat nehirleri, kuzeyde Şam bölgesi ve batıda Kızıldeniz ile Nil nehrine kadar uzanan geniş bir alanı kapsayan dünyanın en büyük yarımadası Arabistan'ın Hicaz bölgesinde bulunuyordu. Burası, yarımadanın en önemli yerleşim alanı olup Hz. İbrahim'den kalma (14/İbrahim, 37) bir dini-ticari merkezdi. Yemen'den Arabistan'ın batı sahillerine uzanan kervan yollarının ortası ve Irak yolunun başlangıcı konumundaydı. Bölgenin diğer önemli iki yerleşim alanı ise Yesrib (Medine) ve Taif idi.

Doğu Akdeniz'in verimli hilal diye adlandırılan çok ırklı kuzey bölümlerinin aksine yarımadada Samilerin soyu olan Arap kabileler oturmaktaydı. Zamanın en güçlü ülkeleri olan Bizans ile İran'ın etki alanına açık olmasına rağmen coğrafi ve sosyal yapı işgale pek müsait değildi.

Yarımada halkı, konar göçer (bedevi)  ve yerleşik (hadari)  insanlardan oluşmaktaydı. Bedeviler çölde yaşar, hayvancılık ve talanla hayatlarını sürdürürlerdi. Hadariler ise ticaret ve tarım ile uğraşırlardı.

Hicaz'ın kuzey kesiminde genellikle bedeviler yaşardı. Güney sakinleri ise yerleşik, ehli kitapla haşır neşir, daha kültürlü kabul ediliyordu. Halkın çoğu puta tapan müşriklerdi. Fakat müşriklerle birlikte bölgede yahudi, hristiyan ve hanifler de yaşardı. Vahyin ilk muhataplarını Mekke, Medine, Taif'ten başlayarak Bizans'a kadar genişleyen bir yelpazede müşrikler, hanifler, ehli kitap ve her üç gruptan vahye inananlardan müteşekkil müminler diye tasnif etmek mümkündür.

a. Müşrikler ve Vahye Karşı Tutumları

Müşriklerde inanç, din ve kültür, atalar vasıtasıyla taşınıyor ve bunlar mutlak doğru kabul ediliyordu: "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine tabi olun!' dendiği zaman: 'Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa, onun ardınca gideriz.' diyorlar. Ya şeytan onları cehennem azabına çağırıyor idiyse de mi onlara uyacaklar?" (Lokman, 21)

Kitabu'l-Egani gibi kaynaklar, bize Cahiliye Arabı'nda belirgin şekilde ahlak duygusu olduğunu, herhangi bir hareketin doğruluğu veya yanlışlığı için kılı kırk yararcasına davranış kurallarının bulunduğunu gösteriyor. Fakat iyiliğin ya da kötülüğün nazari bir temeli yoktur. Bir davranış iyidir, çünkü atalardan aktarılmıştır. Akrabalık veya aşiretin menfaati söz konusu olduğunda bu ahlaki değerler birden anlamsızlaşırdı. "Kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa yardım et." sözü genel geçer bir ilkeydi. Akrabalık, kabileye üye olmanın ilk yolu, himaye ise ikinci yoldu.

Kavim anlayışı hiç şüphesiz Arap cemiyetinin üzerine bina edilmiş olduğu tüm ana ahlaki fikirlerin membaı idi. Kan bağı yolu ile yakınlığa dünyadaki herhangi bir diğer şeyden daha fazla saygı duymak ve kavmin şanı için eylemde bulunmak herkesin üzerinde ittifak ettiği kutsi bir görev idi. "Ben Gazziyeliyim, eğer o yolunu şaşırsa ben de şaşırırım yolumu. Ve şayet Gazziye, doğruya yönelirse, onunla birlikte ben de yönelirim."  Fakat aslında belirleyici olan menfaattir. Çünkü ittifak ya da toplumda çok yaygın olan kölelik yoluyla başka kabilelere intisap edilip o kabilenin ismi kullanılabiliyordu. "Arap insanı bir medeniyeti içselleştirdiği veya bir toprak parçasını egemenliği altına aldığı, orada bir devlet kurma imkanına kavuştuğu zaman soyunu unutur, artık kendisini o anda üzerinde bulunduğu toprağa ve toprak parçasında yaşayan halka nispet ederdi. Toprağın dışına çıkan bir kimseyi yakın akrabası da olsa yabancı, memleketinde yaşayan kimseyi de soy bakımından uzak da olsa akrabası olarak değerlendirirdi." Yani ırksal bağlar kenara atılıp, ekonomik bağlar ön plana çıkarılabilir. Bu durumu, Cafer b. Ebu Talib'in Necaşi'ye söylediği şu sözlerde görebiliyoruz: "… Türlü çirkin hayasızlığı işler ve akrabalık bağlarını gözetmezdik." Kavim ya da akrabalık bağının ön plana çıkması ve ahlaki temeli oluşturması, çöl şartlarında insanların birbirlerine duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır. İnsanlar, erkek çocuk sahibi oldu diye büyüklenirlerdi, tüketici kabul edilen kız çocukları ise diri diri toprağa gömülürdü.

Cahiliye diye isimlendirilen İslam öncesi dönemde secili nesir ve şiir çok yaygındır. Cahiliye şiiri İslam öncesi dönemi anlamak için müracaat edilmesi gereken önemli bir kaynaktır.

Beni Haşim ile Beni Ümeyye arasında sürekli rekabet olurdu ve kabileler arası güce dayalı denge kurulmuştu. Kusay'dan itibaren oluşturulan dini siyasi yapılar (Hicabet: Kabe'nin anahtarını bulundurma. Sadanet: Kabe'ye hizmet etme. Rifade: Hacıları doyurma. Sikaye: Hacılara su dağıtma gibi) kabileler arası dağıtılırdı. Önemli kararlar Daru'n-Nedve'de alınırdı. Kabileler ortak düşmana karşı anlaşmalar (hilf) yapabilirlerdi.

Müşrikler Allah'ın varlığına (39/Zümer, 38), meleklere inanır (11/Hud, 12); Hz. İbrahim'den kalma bazı şekilsel ibadetleri yerine getirirlerdi (8/Enfal, 25).

Müşriklere göre dünya, bütün görkemiyle var olan bu dünyadır. Hiçbir şey öte dünya anlayışı kadar müşriklere uzak olamazdı.

 "Hem müşrikler dediler ki: "Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak geçen zaman (dehr) yokluğa sürükler. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, sadece böyle zannederler." (45/Casiye, 24; 6/En'am, 29; 50/Kaf, 2-3; 34/Sebe, 7)

Ebedilik anlayışı da bu dünyaya dönüktü (104/Hümeze, 1-3). Şair Muhabbel'in karısı: "Şüphesiz zenginlik ebedi hayattır ve yoksulluk insanın günlerini kısaltır." der.

Bu anlayış, İslam'ın dünyanın faniliği anlayışı ile son derece uyumluluk arz eder. Fakat cahiliye, İslam'ın aksine bu fani dünyayı mümkün olduğunca zevk ve sefa ile değerlendirme yarışındadır "Ey sen savaştığım ve zevk peşinde koştuğum için beni kınayan, ebedi kılabilir misin peki mevcudiyetimi: Eh beni ölümden kurtaramayacağına göre bari bırak her ne servet var ise elimde onunla bir set çekeyim önüne."(Tarafa, Muallaka)

Şüphesiz müşriklerin en önemli vasıfları puta tapmalarıydı (16/Nahl, 73-74). Kabe'de 360 adet put vardı. Putlara tapmanın, seferdeyken Kabe'nin bir parçasını Kabe yerine tavaf etmekle başlamış olduğu sanılıyor. Ekonomik, dini, siyasi, sosyal birçok nedenden dolayı müşriklerin vahye karşı tutumları olumsuz oldu. Müşriklerin vahye karşı tutumlarını şu ayetler net olarak ortaya koymaktadır:

"Şanlı Kur'an'a and olsun ki, inkarcılar aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da: "Bu şaşılacak bir şey; öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman dirilecek miyiz? Bu, ihtimali olmayan bir dönüştür" dediler."(50/Kaf, 1-3)

"Kıyamet vakti yaklaşır, ay yarılır. Onlar bir delil görünce yüz çevirirler ve "Süregelen bir büyü" derler. Ve yalanlarlar, kendi heveslerine uyarlar." (54/Kamer, 1-2)

"İnkar edenler, bu Kur'an okunurken dinlemeyin, okunurken gürültü çıkarın, belki üstün gelirsiniz dediler." (41/Fussilet, 26).

"Bu Kur'an ancak onun uydurduğu bir yalandır, başka bir topluluk da kendisine yardım etmiştir, dediler. Böylece bir haksızlık ve iftira etmiş oldular. Öncekilerin masallarıdır, onları yazdırmış, sabah akşam kendisine okunuyor dediler." (25/Furkan, 4-5; 17/İsra, 47; 37/Saffat, 35-37)

Fakat bazıları bir uyarıcının gelme ihtimalini biliyordu: "Kendilerine bir uyarıcı gelirse, bütün ümmetlerden daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine uyarıcının gelmesi, orada büyüklük taslamaları ve kötü düzen kurmaları yüzünden sadece nefretlerini artırdı." (35/Fâtır, 42)

"Putperestler: Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap olsaydı, Allah'ın ona içten bağlı kulları olurduk, derlerdi." (37/Saffat, 167-69)

Bazı müşrikler de şartlara göre uzlaşmacı tavır takınabiliyorlardı: "İstediler ki, sen yağcılık yapasın da onlar da yağcılık yapsınlar." (68/Kalem, 9). "Neredeyse, bize karşı ondan başka bir şey uydurman için seni, sana vahyettiğimizden çevireceklerdi. O zaman seni dost edinirlerdi. Eğer Biz seni sağlam tutmasaydık, az kalsın onlara biraz meyledecektin. Bu durumda sana hem hayatta, hem de öldükten sonra kat kat azabı tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın." (17/İsrâ, 73-75)

b. Hanifler ve Vahye Karşı Tutumları:

Kur'an'da dini bir grup olarak haniflerden bahsedilmez. Fakat müşriklerden farklı olarak hanif denilen insanların varlığına dair çok sayıda rivayet vardır. Aramice hanfa, hanpa, Suryani-Hristiyan kilisesinde dini ilimler sahasında zamanla Hristiyanlıktan dönmüş olan kimseyi nitelemeye başladı. Roma İmparatoru Julian the Apostat'e (dönme Jülyen) Yulyana Hanpa denilirdi. Aynı terimin Hristiyan kilisesinin öğretilerine tamamıyla tabi olmadıkları halde dinlerinin Hristiyani unsurlar taşıması sebebiyle maniheistler ve sabiilere de uygulandığı görülür. Kelimenin Hristiyan dini ilimler yoluyla girdiğini kabul etmek pek mümkün değildir. Gerçekten Aramice'den alınma olsa bile Arap diliyle bütünleşmesi çok daha önceleri vuku bulmuş olmalıdır. Zira Araplar onu daima asli anlamı içerisinde, yani günahtan ve dünyevilikten dönüp uzaklaşma anlamında kullanmış, asla sapkınlık anlamında kullanmamıştır. Cahiliye şiirinde bu kelime "dürüst bir adam", "puta taparlıktan dönüp uzaklaşan kişi", "Tek Allah'a ibadet eden" anlamlarında kullanılmıştır. Terim, Kur'an ve hadislerde de bu anlamda kullanılmıştır. Tehannuf, İslam öncesi zamanların Allah'ı arayan muvahhidlerinin, esasen uzun gece ibadetleri ve dualarından müteşekkil gayretli ibadetleri anlamına gelmeye başladı. Kur'an'da İbrahim ismiyle ilgili olarak yaygınlık kazanmıştır. Haniflik muvahhid bir dine tekabül eder. Rivayetlerin kaydettiği haniflerden meşhurları şunlardır:

İlk vahiy geldiğinde Hz. Peygamber'i teskin eden Varaka b. Nevfel. Habeşistan hicretine katılan,  burada İslam'ı terk eden ve Hristiyanlığı kabul eden Ubeyd b. Cahş. Bizans İmparatoru'nun sarayında Hristiyan olduğu ve burada yüksek bir makama tayin edildiği söylenen Osman b. El-Hüveyris.

Hz. Ömer'in yeğeni, sahabi Said b. Zeyd'in babası Zeyd b. Amr b. Nufayl, yerleşik dini geleneğe aykırı davranışları sebebiyle akrabaları tarafından kötü muameleye tabi tutuldu. Hz. Ömer'in babası Hattab, Kureyş'i ona boykot uygulamaya tahrik etti. O da Mekke'yi terk etmek zorunda kaldı. Zeyd, "Allah koyunu yaratır, onun için gökten su indirir ve yerden onun gıdasını bitirir, sonra siz onu Allah'ınkinden başka bir adla boğazlıyorsunuz." diyerek putlar adına kesilen kurbanları yemezdi. "Ey Kureyş halkı, Allah'a yemin ederim, benden başka hiçbiriniz İbrahim'in dinini takip etmiyorsunuz." diyordu. Kız çocuklarının öldürülmesini engelliyor, bakımını üstleniyordu.

Diğer bir hanif Ümeyye bin Salt için Hz. Peygamber "Şiiri müslüman oldu, kendi küfürde kaldı" demiştir. Haniflerin bir kısmı İslam'ı kabul etmiş bir kısmı ise hayatlarının sonuna kadar kendi inançlarında devam etmişlerdir. Hatta bazı haniflerin diğer müşriklerden daha sert bir şekilde İslam'a saldırdığı da zikredilir.

c. Ehli Kitap ve Vahye Karşı Tutumları

İslam öncesi Arap yarımadasında bol miktarda Yahudi mevcuttu Bunların çoğu Hicaz bölgesindeydi. Çeşitli sebeplerle gelmiş olan Yahudiler, verimli yerlere yerleşmişler, güçlü kaleler inşa etmişler, komşu kabilelerle anlaşmışlardı. Hristiyanlar da yarımadanın muhtelif yerlerine yerleşmişlerdi. M. 6. asrın başlarında Hristiyanlarla Yahudiler arası mücadeleler (Zü Nüvas, Uhdud) yaşanmıştı. Ebrehe döneminde ise putperest-hristiyan mücadelesi yaşandı. Ticaret yoluyla putperestlerle ehli kitap arasında iyi ilişkiler kurulmuştu. Hz. Peygamber'in dedelerinden Haşim bin Abdulmenaf, Hristiyan Şam, Rum Gassan melikleriyle ticari sözleşmeler imzalamıştı.

Kültürel hayat ehli kitabın elinde idi. Bunlar putperestleri küçük görürlerdi. Başlangıçta Rasul'e karşı ılımlı davranmalarına rağmen sonraları zaman zaman Rasul'e karşı putperestlerle dayanışma içinde olmuşlardır.

"Ondan (Kur'ân'dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler. Onlara (Kur'ân) okunduğu zaman 'O'na iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik' derler. İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükafatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar. Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve 'Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri istemeyiz' derler." (28/Kasas, 52-55; 7/Araf, 157; 17/İsra, 107-109; 46/Ahkaf 10).

"İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.'" (29/Ankebut, 46)

"Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, Peygamber'i, kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Kendilerine yazık edenler var ya! İşte onlar iman etmezler" (6/Enam, 20).

"İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: 'Biz Hristiyanlarız' diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar." (5/Maide, 82)

d. Müminlerin Vahiy Algısı

İlk muhataplar, Kur'an'ın eşsiz içeriği, üslubu ve Hz. Peygamber'in eminliği, şahitliği ile karşılaştıklarında ister istemez etkileniyorlardı. Kimi vahye "sihir, büyü, şiir vb." yaftalarla saldırıyor ve onu kabullenmiyordu. Kimi ise cahiliyenin insanlık dışı yaşayış biçiminden kurtulmak, vahyin önlerine açtığı erdemli bir hayatı yaşayabilmek için müşriklerin dayanılmaz işkencelerine rağmen vahye teslim oluyordu. Teslim olanlar daha önceki düşünce ve inançlarını bir kenara bırakıyor ve sadece Kur'an'a bağlanıyorlardı. Geçmiş hayatlarını Kur'an'a göre değerlendiriyor, ancak Kur'an'ın onayladığı tavırları sürdürüyorlardı. 

"Ve Kur'an'ı tertil üzere oku" (73/Müzzemmil, 4) ayeti indirildiğinde henüz sadece birkaç ayet indirilmişti. Öyle sayfalar dolusu ayetler ortada yoktu. Buna rağmen Yüce Allah müminlere tertil üzere Kur'an okumalarını emir buyurmaktadır. Kendisine göre tertil üzere 23 yılda indirilen Kur'an, İbn Mesud'un tabiriyle şiir okur gibi düşünmeden değil, anlayarak, düşünerek, tefekkür ederek tertil üzere okunmalı. Tertilden amaç, Kur'an'ı acele etmeden, yavaş yavaş okumak, manasını kavramaya çalışmak, verilmek istenilen mana ve maksadı düşünüp yaşamaktır. Kur'an'ı tertil ile okumak, insana Kur'an'ın kavramsal anlamlarını düşünme, inceliklerini anlama ve bunları yaşama geçirme imkanı verir. Bunun için ciddi bir alt yapıya, birikime sahip olmak gerekmiyordu. Şirkten arınmışlık, Allah'a hakkıyla teslimiyet ve selim bir akıl yeterliydi.

Sahabe "Ayetlerdeki ilmi ve onunla amel etmeyi bir arada öğrenirdi." Kurtubi'nin nakline göre sonraki nesillerin aksine sahabeye, ayetleri ezberlemek zor, ayetlerle amel etmek kolay gelirdi. Kur'an amel edilmesi gereken bir kitap olduğu halde onun tilaveti, onunla amel etmenin önüne geçirilmiş durumda.

İşte bu müminler herhangi bir kitabı okur gibi değil, "...Onu gereği gibi okurlar." (2/Bakara, 121). Bunlar Allah'ın kelamını okurken gereğini düşünen, kimi ayetler karşısında etkilenip kalpleri ürperen, edindikleri bilgiler sebebiyle imanlarını pekiştiren, Allah'ı hakkıyla tanıdıkları için O'nun yüceliğine saygıda kusur etmemeye çalışan, o sebeple de kendilerine düşeni gereği gibi yaptıktan sonra O'na itminan dolu bir kalple ile tevekkül eden gerçek müminlerdir (8/Enfal, 2-4). "Kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, üstüne sağırlar ve körler gibi kapanıp kalmazlar." (25/Furkan, 73). Kendilerini vahye göre şekillendirirler. Her yeni vahiy onları daha iyiye, daha güzele yönlendirir. Vahye tabiiyetleri körü körüne bilinçsizce değil; ilim, hikmet ve aklı selim üzeredir.

"Rablerinden korkanların bu Kitap'tan tüyleri ürperir. Sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır." (39/Zümer, 23) Kur'an'la irtibatları mekanik, rasyonel değil, Allah'ın kelamı olduğunun bilincinde, akliydi ve duygu yüklüydü.

"Birazı hariç geceleyin kalk. Veya bunu artır ve tertil üzere Kur'an oku. Doğrusu Biz sana ağır bir söz indireceğiz. Gerçekten gece kalkmak, daha oturaklı ve (geceleyin) söz daha etkilidir. Çünkü gündüz, senin uzun süre uğraşacağın şeyler vardır." (73/Müzzemmil, 2-7)

Acaba gündüz yapılması gereken işler nelerdi? Mekke döneminde indirilen ayetler sadece tevhid akidesini, ahiret inancını, ahlaki kuralları ve bazı sosyal ilişkileri işliyordu da düşünülmesi gereken bunlar mıydı?

Kanaatimizce Mekke'de indirilen ayetler sadece bu hususları içermiyordu. Kur'an eğer bir hayat kitabıysa hayatta olan, ihtiyaç duyulan herşeyi müminlerin gücüyle orantılı bir şekilde başlangıcından itibaren işlemiştir. Kur'an, filozofların yaptığı gibi ilkeleri formel bir düzen içinde sunmaz. Her sureye ve her bölüme bu ilkeleri pratik kalıplar, ameller şeklinde serpiştirir. İşte bunlar göz önüne alındığında daha ilk inzal olan ayetten itibaren bu hayatla ilgili dini, siyasi, ekonomik, sosyal her türlü ilkenin varlığı görülecektir. Zaten hayata bir bütün olarak bakan İslam'ın kavramları bu şekilde tasnifleyerek ayırması da mevzu bahis değildir. Ahlaki ağırlıklı olan bir ayet siyasi bir mahiyet de taşıyabilmektedir.

Mekke'den Medine'ye hicret, Hz. Peygamber'in mesajının mahiyetinde bir değişikliğe yol açmamıştır. Mekki surelerde görülen tevhid inancı, ahiret vurguları, ahlaki değerler, siyasal inancın kendisidir. Bu çerçevede siyaset, uhrevi cezaya doğrudan bağlanır. Bununla birlikte muhatapların sahip olduğu birikim de tamamen sıfıra indirilmez, yok sayılmaz. Bu birikimlerin mahiyeti tamamen değiştirilir, tevhid inancıyla uyumu sağlanır.

Netice itibariyle ilk muhataplar Kur'an'a amel edilmesi gereken bir hayat kitabı olarak bakıyor, kendilerini Kur'an'a göre şekillendiriyorlardı. Kur'an üzerinde felsefi tartışma yapmak kimsenin aklına gelmiyordu. Herhangi bir konudaki Kur'an'ın emri, onların mutlak itaatini birlikte getiriyordu.

İlk inen ayetle birlikte Allah, insanların hayatlarını ilgilendiren tüm alanlara müdahale etmeye başlamıştır. Bu müdahale tüm zorluklara rağmen inananların imanını artırmıştı.

"Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, 'Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?' der. Fakat müminlere gelince, aslında her inen sûre onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar." (9/Tevbe, 124)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR