Uluslararası Terörizm: Çare Ne?
Uluslararası terörizm sorunu yaygın bir biçimde halihazırdaki gündemin en ciddi sorunlarından birini oluşturmakta, uygar devletlerin acil olarak ele almaları gereken bir sorun olarak değerlendirilmektedir. Bu itibarla, şiddet ve öfke yüklü yorumların, sayısız kitap ve konferansın ve hatta, modern çağın bu salgınına karşı çareler ileri sürmeleri için düzenli olarak kendilerine başvurulan saygı değer bir uzmanlar kadrosuyla yeni bir disiplinin (teröroloji) konusunu oluşturmaktadır. Bu ilginin haklılığı ve medeni hayata yönelen bu vahim tehdide bir çare bulmanın artan gerekliliği şüphe götürmez. Öyleyse, Başkan Ronald Reagan'ın kendisine birçok İsrailli, Amerikalı ve Arap kurban seçen ve daha bir çoklarına trajedi yaşatan terörizm belası olarak ifade ettiği olguya karşı mantıklı bir insan nasıl bir çözüm yolu aramalıdır?
İlk adım olarak sorun açıkça tanımlanmalıdır, ikinci olarak, uluslararası terörizmin merkezi ve aracıları belirlenmelidir. Gerçekten bunlar geniş bir alana yayıldıklarından, dikkatimizi belanın birincil kaynaklan üzerinde toplamalıyız. Bunlar bir kere teşhis edildikten sonra, çare aramaya başlayabiliriz. Örneğin New York Times'ın, uzun deneyimlerine güvenerek konu hakkında düşüncelerine başvurduğu tanınmış bir terörizm uzmanının tavsiyesi üzerinde durabiliriz: "Teröristler ve özellikle liderleri ortadan kaldırılmalı dır."1 Basit ve kesin.
Bu mantıklı yönde yürümeyi sürdürelim.
İlk adım oldukça açıktır. Terörizmin tanımlanması konusunda ciddi bir anlaşmazlık yoktur. Kavram, genellikle siyasi amaçlar için, silahsız sivillere yönelen şiddet kullanımı veya tehdidine işaret etmektedir. Daha kusursuz bir tanım için 'terörizm eylemi'nin Amerikan hukukunda neleri içerdiğine bakabiliriz:
(A) Birleşik Devletler veya herhangi bir eyaletinin ceza yasalarını ihlal eden veya Birleşik Devletler veya herhangi bir eyaletinin yargı alanında işlendiğinde ihlaline yol açabilecek olan şiddet eylemi veya insan hayatına zarar verebilecek eylem; ve (B) Şu amaçlan taşıyan eylemler (i) sivil halkı korkutmak veya baskı yapmak; (ii) hükümet politikasını baskı ve korku uyandırarak etkilemek; (iii) suikast veya kaçırma yoluyla idari işleyişe zarar vermek.2
Terör birçok yolla gerçekleşir. Bizzat terörist eylem amacıyla veya terörist eylemi desteklemek için devlet sınırlarının aşılması uluslararası terörizmdir. Gruplara yöneldiğinde topyekün terörizm, bireyleri hedef aldığında parekende terörizm söz konusudur. Planlamanın kaynağı ve operasyona bağlı olarak devlet terörizmi veya bireysel terörizm ayrımı yapılabilir veyahut ta bireysel terörizmin devlet emriyle, yönlendirmesiyle veya desteğiyle yürütüldüğü durumlarda ikisinin birleşiminden söz edilebilir. Eğer biz 'terörizm belası' ile mücadele konusunda asgari bir ciddiyete bile sahipsek, başlıca ilgi odağımız daha ciddi vakalar üzerinde yoğunlaşacaktır: topyekün terörizm genellikle devletler veya temsilcileri aracılığıyla ya devletin kendi sınırları içinde ya da sınırları ötesinde gerçekleşmektedir. Ben burada, Reagan yönetiminin ilk günlerinde uluslararası kamuoyunun dikkatine sunulan bir suç kategorisi olan devlet destekli veya devlet tarafından yürütülen uluslararası terörizm konusu üzerinde duracağım. Bilindiği gibi Reagan yönetimi kendisini Claire Sterling'in üzerine çokça söz edilen kitabı The Terror Network (Terör Ağı) gibi çalışmalarda çerçevesi çizilen Sovyet destekli uluslararası terörizm programına karşı uygar dünyayı savunmaya adadığını açıklamışta. Claire Sterling'in bu kitabında Sovyetler Birliği terörizm belasının kaynağı olarak teşhis edilmektedir. Bu yargı Sterling'in derin (!) çıkarımından özellikle etkilenen tanınmış terör uzmanlarının da tasdikiyle pekiştirmektedir. Bu çıkarıma göre; 'terör olaylarının neredeyse tümü ya demokratik ya da demokratikleşme yolundaki ülkelerde meydana gelmektedir' (Walter Laquer) öyleyse, işin içinde Sovyet parmağı olmalıdır.
Araştırmamız için gerekli zemini hazırlamaya devam ederken, uluslararası terörizmi, Afganistan'da Sovyet işgali, Güney Vietnam'a ve sonrasında Hindi Çini'nin tümüne yönelen Amerikan saldırısı, 1982'de Lübnan'da Amerikan destekli İsrail işgali ve Doğu Timor'da Amerikan destekli Endonezya işgali gibi daha ciddi saldırı-işgal suçundan ayrı değerlendirmeliyiz. Ve bu arada, hem Lübnan'daki, hem de Doğu Timor'daki işgalin bir bakıma, ABD'de ve genel olarak Batı'da insancıl hislerini daha kolay bir biçimde kendi ülkelerinde sorumluluklarının gereği olarak yerine getirmekten kaçınarak, resmi düşmanlara karşı yöneltmeyi tercih eden aydınların sessizliği ve suç ortaklığının bir sonucu olarak halen devam ettiği de unutulmamalıdır. Saldırganlık savaş suçları mahkemesinin değerlendirebileceği ve bizim üzerinde durduğumuz nokta açısından fazla bir şey söylemeyi gerektirmeyen açık bir durumdur. Bizi burada doğrudan ilgilendiren, oldukça somut, bununla birlikte daha küçük çaplı bir suç olan uluslararası terörizm konusudur.
Bazen, kimi zalimlikleri uluslararası terörizm mi, yoksa saldırganlık olarak mı sınıflamak gerektiği ayrımı pek net yapılamamaktadır. Örneğin Uluslararası Adalet Divanı ve Birleşmiş Milletlerin kınamış olduğu Amerika'nın Nikaragua'ya karşı savaşını düşünelim. Bu savaş ABD yönetim çevrelerinde elden ele dolaşan bir belgede de açıklandığı gibi, ABD'nin her nasılsa Nikaragua'da kendisine siyasi bir manevra alanı oluşturmak amacıyla 'vekil-yardımcı güçler' aracılığıyla yürüttüğü bir savaştır.3 Veya -ABD'nin veto ettiği- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin saldırı olarak kınadığı, 1985 yılının Ekim ayında Amerika'nın desteğiyle İsrail'in Tunus'u bombalaması olayını düşünelim. Bu durumlarda, bu tür eylemleri daha ciddi bir suç olan saldırganlık yerine, uluslararası terörizm olarak değerlendirmek ABD'ye, uşaklarına ve suç ortaklarına iyilik yapmak olur.
Bu ölçüden genel olarak uzaklaşmadan, ABD yönetiminin ileri sürdüğü ilkeleri ve bunların çizdiği yönü ayrıca sorunun nasıl bir çerçeveye oturtulabileceği noktasındaki varsayımları da kullanabiliriz fakat önemli bir nokta da doktrinel çerçeveden dışarı taşıyabilmeliyiz: kelimeleri gerçek anlamlarında kullanmalıyız, tercihe bağlı bir tarzda ve Orwell'i hatırlatacak şekilde konjonktüre uygun siyasi anlamda değil.
Kimi zaman uluslararası terörizmden doğrudan saldırganlığa bir geçiş söz konusudur. Hindi Çin'de 1954 ve sonrasındaki Amerikan operasyonları özellikle bunun açık bir örneğidir. Barışçı siyasi bir çözüm arayışını hedefleyen Cenevre Görüşmelerini ustalıkla zayıflattıktan sonra, ABD bir yandan Fransız karşıtı direnişi yok etmek amacıyla on binlerce insanı katleden rejimi yönlendirir ve desteklerken, bir yandan da, yapay bir biçimde bölünmüş ülkenin güney yarısında Latin Amerikan tarzı terörist bir rejim kurma çabalarına girişti. Bu arada Viet Minh adı Amerikan propagandası sonucunda Viet Kong olarak değiştirildi. Bu geniş çaplı terörizm uygulaması, ABD'nin tahmil ettiği bağımlı rejimin çöküşünü hazırlayarak bir direnişin doğmasına neden oldu. Sonrasında, Kennedy yönetimi olayı tırmandırarak, 1962'den itibaren doğrudan ABD Hava Kuvvetleri'nin müdahalesiyle yoğun bombalamalar ve ormanların bir baştan bir başa yakılması şeklinde gelişen düpedüz bir saldırganlık -bir savaş suçu- yolunu seçti. Bu müdahaleler milyarlarca Güney Vietnamlı'yı elektrikli tellerle çevrilen ve ABD yönetiminin vardığı yargıya göre halkı bilinçlice destekledikleri gerillalardan 'koruyacak' olan toplama kamplarına doldurmayı hedefleyen programın bir parçasını oluşturuyordu. Kısmen tarafsızlık tehlikesinin artması, kısmen de Güney'de siyasi sistemin bir özgür katılıma açılamayacağının ortaya çıkışıyla, Güney Vietnam'a Amerikan saldırısı 1960'lann başından itibaren yoğunlaştı. Amerikan destekli unsurların serbest bir siyasi rekabet ortamında iktidarlarım koruyamayacakları anlaşılmıştı. Şunu her zaman hatırda tutmalıyız ki 'demokrasi' Batılı siyasi söylemde özel Orwellian bir anlama sahip kavramlardan biridir -ve güçle ve gerekirse de şiddetle- Batılı yatırımcıların çıkarlarına bağlı iş çevrelerine dayanan elitlerin, ekonomik ve sosyal yapı yanında siyasi yapı üzerinde de kontrolünün garantiye alındığı bir ortamda parlamenter kurumlar içeren bir sistemi ifade etmektedir. Son olarak eksik kalan adımlar da atılıyor ve 1965'ten itibaren ABD ve çok sayıda işbirlikçi güçleri Güney Vietnam'ın topyekün işgaline girişiyor ve sonuçları çok iyi bilinen saldırıyı Hindi Çini'nin kalan bölgelerine de yayıyordu. Uluslararası terörizmin doğrudan bir saldırganlığa dönüştüğü nokta tartışılabilir, fakat önceki uygulamalarını uluslararası terörizm olarak yorumlamayan ve örneğin Güney Vietnam'a karşı ABD saldırısı diye bir olay tanımayan ehlileştirilmiş Batılı toplumlarda tüm sürecin tarihsel kayıtlardan silinmesine rağmen, geçiş açık ve kesindir.
İlk soru ortaya konulduğuna göre, ikinci soruya uluslararası terörizmin birincil kaynakları sorununa geçebiliriz. Burada da sorun göreceli olarak oldukça açıktır, ilk olarak bir zaman dilimi seçmeliyiz. ABD yönetimine müracaat metoduna uygun olarak, Reagan yönetiminin uluslararası terörizm konusunu başlıca ilgi odağı haline getirdiği son on yılı ele alabiliriz.
Elbette bu yanıltıcı olabilir. Uluslararası terörizm salgını bundan çok daha önceden beri salgın haldeydi. Kennedy yönetiminin uluslararası terörizmi ABD dış politikasının merkezi bir aracı olarak benimsemesinden sonra yoğun terörist operasyonlarla karşılaşan Küba'yı ve 1970'lerin başından beri gerisinde binlerce ölü ve yüzbinlerce yurtlarından sürülmüş insan bırakırken, bölge üzerinde Amerikan-İsrail oldu bittilerini kabule zorlamak için bütün halkı rehin son yıllardaki başlıca hedefler arasında sayabiliriz. Bu olgu mensubu olduğu işçi Partisi'nin yönetimi sırasında Lübnan'daki İsrail şiddetini meşrulaştıran tanınmış İsrailli "ılımlı' Abba Eban tarafından açıkça ortaya konulmuştur. Eban, 'ne Mr. Begin'in ne de benim zikretmek istemediğimiz hatıralar' diye söz ettiği, rakibi Menachem Begin'in de itiraf ettiği eylemleri 'mantıklı bir amaç taşıyan ve nihai olarak yerine getirilen, zarar gören insanların kötülük odaklarını durdurmak için gösterdiği tepki' zeminine oturtarak İsrail saldırganlığını böylece tevil etmektedir. Bu durum, özellikle 1971 yılında Başkan Sedat'ın -Batı'nın hafızasından çoktan silinmiş olan- çok yönlü ve Amerikan destekli barış antlaşması teklifini İsrail'in reddetmesinden sonra daha da ciddi bir hal olmuştur.4
Güney Lübnan halkını rehin tutma politikası bugün de sürmektedir. Güney Lübnan'daki İsrail operasyonlarının sorumlusu Uri Lubrani'ye göre, Lübnan'ın güneyindeki İsrail kontrolünde bulunan bölgede yaşayan 150.000 Lübnanlı, İsrail'in güç kullanmaya istekli olduğunu anlamıştır, 've bu yüzden istikrarlı bir ortamı koruyabiliyoruz'. Lubrani ayrıca, eğer ortam tekrar istikrarsızlaşırsa, İsrail'in yeniden bölgeyi imha politikasına döneceği tehdidinde bulunmaktadır.5 Sivil halkı baskı ve şiddetle yıldırma metoduna başvuran güçlü bir devlet öyle pek fazla ulusal veya uluslararası engellerle karşılaşmamaktadır.
Biz şimdilik, doğrudan saldırı öncesinde Güney Vietnam'da ABD kumandasındaki devlet terörizmi, Küba'ya yönelik uzun süreli terörist saldırılar ve 1970'lerde Güney Lübnan'daki İsrail operasyonları gibi uluslararası terörizmin önceki örneklerini bir yana bırakarak, yine uygar Batı dünyasının liderlerinin belirlediği ipuçları doğrultusunda, kendimizi daha yakın bir zaman dilimiyle sınırlayalım.
Yakın dönemde, uluslararası terörizmin başlıca ilgi odağı Orta Amerika olmuştur. 1980'lerde El-Salvador'da yaklaşık 60.000 kişi katledilmiştir. Kardinal Oscar Romero, operasyonların zirveye çıktığı tarih olan Ekim 1980'de bu durumu 'savunmasız sivil halka karşı sürdürülen bir yok etme savaşı, bir soykırım' olarak tarif etmiştir. Washington tarafından örgütlenen, eğitilen, silahlandırılan ve yönlendirilen Amerikan işbirlikçisi ordunun uygulamaya koyduğu bu uluslararası terörizm, Romero'nun sözleriyle 'temel insan haklarını savunma mücadelesi veren halk örgütleri'ni yok etmeyi hedeflemişti. Başkan Carter'dan bu cani ordu güçlerine askeri yardım göndermemesi için nafile ricalarda bulunan Romero kısa bir süre sonra bir suikaste uğrayacaktı. Kardinal'in sözleri şöyle devam etmekteydi: 'Siyasi iktidarı ellerinde bulunduranlar yalnızca halkı baskı altında tutmayı ve Salvador oligarşisinin çıkarlarını savunmayı bilmektedirler.' ABD tahakkümündeki bu tipik Orta Amerika korku odasında demokrasi ve sosyal reform zeminini oluşturmayı amaçlayan halk örgütlerinin yok edilmesi hedefine, halka karşı vahşiyane saldırıları daha yukarılara tırmandıran Reagan yönetimi sırasında büyük ölçüde ulaşıldı. Şimdiye kadar mekanizmanın işleyişi hep şöyle olmuştur Terörün başarılı olamayacağı ve girişilecek bir işgalin ABD'nin kendi çıkarlarına zarar vereceği görüldüğünde, ABD'nin kendi içinde kısmi bir ilgi ve protesto ortaya çıkmıştır, fakat şiddet uygulamasının ürünlerini vermeye başlaması, halkın sarsıntı geçirmesi ve halk örgütlerinin çoğunlukla imha edilmesiyle birlikte bu ilgi ve protesto da azalmıştır. Konu artık bu operasyonları yönlendiren terörist devlette en alt seviyede bir ilgi görmeye başlamıştır. Etkili çevreler hallerinden memnunlukla bir yandan başarılarından övgüyle söz ederken, diğer taraftan da Latin Amerika'nın kanlı tarihinin en büyük katliamlarından birinin sorumluluğunu taşıyan Amerikan uşağı Jose Napoleon Duarte gibileri için iyi dileklerde bulunmaktadırlar.
Aynı yıllarda, yine Carter döneminde sessiz bir biçimde, Reagan döneminde ise açık bir coşkuyla, ABD'nin ve uluslararası paralı askerlerin baştan başa desteği ile yürütülen, hatta Salvador'dakinden daha büyük çaplı bir katliam da Guatemala'da gerçekleşti. Terör zirvede olduğu yıllara kıyasla daha düşük bir seviyede sürmektedir, fakat bu da daha önce tanımladığımız Batılı söylemin kurallarına uygun 'demokrasi' olarak adlandırılan bir ortamda halkı itaatkar bir konumda tutmaya yetmektedir. Bu nedenledir ki, Guatemala'da 1980'de 100.000'den fazla üyeye sahip olan Campesino Birlik Komitesi bugün ülkenin iç bölgelerinde açıkça örgütlenmeyi bile göze alamamaktadır. 7 El Salvador'da da, devlet güvenlik güçleri ve onlarla ilişki içinde bulunan (Batılıların 'kontrolden uzak, sağcı ölüm mangaları' olarak adlandırdıkları) terör çetelerinin tehditleri ve sistematik şiddet uygulamaları iletişim araçları, siyasi hayat ve halk örgütlerini sınırlı bir çerçevede hareket etmeye zorlamaktadır. Kollektif işkence eylemlerini icra etmek üzere eğitilmiş, devletin desteğine sahip silahlı kuvvetler üyelerinin yürüttüğü devam eden terörün sonuçlarını San Salvador Başpiskoposluğunun gözetimi altında faaliyet gösteren kilise tabanlı insan hakları örgütü Socorro Juridico şöyle tanımlamaktadır:
Temel insan haklarının sürekli ihlalinin bir sonucu olarak terör ve korkunun etkilediği Salvador toplumu şu özellikleri göstermeye başlamıştır: bir tarafları kollektif gözdağı ve herkesi içine alan korku, diğer tarafları günlük ve sürekli şiddet uygulanması nedeniyle, bütün halk terörü kanıksamış bulunmaktadır. Genel olarak, temci haklardan biri olan yaşama hakkı toplum için artık mutlak bir değer ifade etmediğinden toplum sık sık karşılaştığı işkence olaylarına kayıtsızlıkla yaklaşmaktadır.
Aynı yorum bu operasyonları idare eden süper gücün kendi toplumu için de geçerlidir.
Dikkat edilmesi gereken nokta, Washington'un veya ABD'nin bağımlı devletlerinin desteklediği veya doğrudan örgütlediği tüm bu yapılanların uluslararası terörizm olduğudur. ABD uluslararası terörizm alanında yeni yollar icat etmiştir. Daha önce, Fransızlar dominyonlarında düzeni korumak amacıyla yabancı lejyon oluşturmuşlardı, fakat ABD daha ileri gitti. Yalnızca etkili boyutlara sahip yarı özel uluslararası terörist ağı (İran-Kontra skandalı soruşturmasında kısmen açığa çıkmıştır) kurmakla yetinmeyerek, aynı zamanda uluslararası terörist eylemlerini finans etmek ve uygulamaya geçirmek için -Tayvan, Güney Kore, İsrail, Suudi Arabistan ve diğerleri gibi- bağımlı ve uşak devletler arasında bir koordinasyon sağladı.
Doğrudan bir saldırının ABD'ye maliyetinin yüksek olacağı ihtimali devam ettiğinden, halen bir çatışma ortamı sürdürülmekle yetinilen Nikaragua örneğinde de, bir sürü yalanın aksine ABD yönetimi ve işbirlikçi devletlerinin desteğiyle Başkan Somoza tarafından 1978-79 döneminde yaklaşık 40-50 bin insan katledildi. Carter yönetimi Somoza'nın Milli Muhafız Alayı'nı ayakta tutmaya çalıştı, fakat bu çabalan boşa çıktı ve Somoza'nın devrilişinin hemen akabinde Savunma istihbarat Ajansı'nın 1982 tarihli gizli bir raporunda 'terörist' bir güç olarak nitelenen Guardia (Muhafız Alayı) artıklarına dayanarak oluşturulan uşak ordu aracılığıyla ABD Nikaragua'ya saldırıya geçti, ilk başlarda plan açıkça 'dost' devletler olarak tanımlanan aracılar vasıtasıyla yürütülüyordu: ilk sırada, o dönemde Neo-Nazi generallerin yönetimi altında bulunan Arjantin vardı. Daha sonra, bir yandan Kongre'den gelebilecek bir takım sınırlamaları ve halkın tepkisini önlemek için, Merkezi Haber Alma örgütü (CIA) ve Beyaz Saray'ın tam kontrolü altında Reagan yönetimince gizli bir ağ oluşturulurken, öte yandan da bağımlı ve uşak devletler arasında tam bir koordinasyon sağlanmaya çalışıldı. Bu yıkıcı operasyonlar ABD kongresi ve basınınca, amatörlerin ve aşırıların ellerinde kontrolden çıkan namuslu, dürüst vatanseverlik olarak savunuldu. Gerçekte ise bunlar, yürütüldüğü biçim ve yoğunluk açısından tarihte örneklerine az rastlanan ve açıkça ortaya konulsa halkın tepkisini çekebilecek, inceden inceye hesaplanmış uluslararası terörizm eylemlerinden başka bir şey değildir. Burada da ayrıcalıklı elitlerin bir özelliği olan demokrasiyi önemsememe tavrı dikkat çekmektedir.
Nikaragua'da, halkın kendisini savunacak bir orduya sahip olması nedeniyle, ABD'nin örgütlediği uluslararası terörizm kampanyası pek başarılı olamadı, fakat El Salvador ve Guatemala'da ordunun bizzat kendisi halk düşmanı terörist bir güçtü. 10.000'den fazla sivilin doğrudan öldürüldüğü düşünüldüğünde olayın vehameti görülebilir. Ayrıca Honduras gibi ABD'ye bağımlı ülkelerde karşılaşıldığı gibi, örneğin binlerce çocuğun hastalık ve açlıktan ölmesi seklinde, sayısız dolaylı kurban söz konusudur. Washington Post'un editörleri ve diğer liberal ılımlıların da savunduğu şekilde, ABD yönetiminin Nikaragua'yı yeniden 'Orta Amerika tarzı' denilen hale sokmayı başarmasıyla, aynı durum Nikaragua'da da tekrarlanıyordu. Bu, taktiksel görüş farklılıkları haricinde aydınların genel desteği ve Kongre'nin yardımıyla birlikte Reagan yönetiminin önemli bir başarısıydı. Girişim başlıca iki amacına da ulaştı, ilk olarak, Nikaragua Sovyet bloğuna itilerek terörist saldırılar için haklılık sağlanmış oldu, ikinci olarak, dikkat çekicidir ki, Sandinista yönetimi tarafından başlatılan sağlık ve refah programlan bloke ve ters yüz edildi. 'Orta Amerika tarzı'nın sessizce devam ettiren komşu halklarda uyandırabileceği potansiyel etkileme nedeniyle, bu programlar ABD yönetim çevrelerinde büyük korku ve ilgiye neden olmuştu. Zikretmeye değer bir husus bu başarının (!) aynen bu ifadelerle ABD yetkilileri tarafından da ifade edilişidir. Basında yer alan şu ifadelere göz atmak yeter: "Çok az ABD yetkilisi Kontraların Sandinistaları yakında söküp atacağına inanmaktadır. Yetkililer, sınırlı kaynakları sosyal programlar yerine savaşa sevketmeye zorlamakla Kontraların Sandinistaları zayıflattığını görmekten memnun olduklarını söylüyorlar,"8 Sık sık duyulabilen bu ifadeler rahatlıkla basında yer alabilmekte ve hiç bir tepkiyle karşılaşmamaktadır. Yalnız bu olgu bile, terörizmin gelişebildiği kültürel iklim hakkında bir takım ipuçları vermeye yeter.
ABD hükümet propagandasının 'terörizm belası'nı gündeme getirdiği ve sınırladığı zaman diliminde, yalnızca Orta Amerika'da uluslararası terörist operasyonlarda katledilen yaklaşık 200.000 insan, Washington'un başarılarının bir özeti sayılabilir. Unutmamak gerekir ki, yapılanlar yalnızca öldürme ile sınırlı kalmamıştır. Amerikalı uzmanların eğittiği seçkin birlikler tarafından yürütülen bir çok zalimlikle birlikte, korkunç işkenceler, sakatlamalar ve tecavüzler şeklinde gelişen Pol-Pot tarzı vahşiyane saldırılar yaşanmıştır. Eğer 1976-77 yılları arasında tüm dünyanın lanetlediği Pol-Pot zulmü için kullanılan standartlar uygulanacak olursa, açlık, hastalık, ağır çalışma koşulları, kimyasal ilaçlarla zehirlenmeler ve bölgeye ABD müdahalesinin beraberinde getirdiği diğer sistematik nedenler yüzünden ölenler gibi pek bilinmeyen kurbanların da dahil edilmesiyle, sayı daha da artacaktır.
Uluslararası terörizmin daha kapsamlı bir çerçevesinin çizilmesi de imkan dahilindedir. Örneğin, Kosta Rika ve Panama'daki Amerikan şirketlerinin işlettiği büyük çiftliklerde Guaymi Kızılderililerinin bugün bile gördüğü muameleler bu çerçevede ele alınabilir. Bu insanlar, kimyasal gübre ve böcek ilaçları artıklarının bulaştığı, içinde yılanların cirit attığı, çamurlu pis suların içine girmeyi -genellikle çeneye kadar- gerektiren lağım kanallarının temizlenmesi gibi işlerde kullanılmaktadırlar. Bu işlere en uygun kişilerdir bu insanlar, çünkü usta başıların ifadesiyle 'Latinler veya zencilerden farklı olarak Guaymiler lağım kanallarının temizlenmesini sorun olarak görmemektedirler', ayrıca sağlık sigortasından yararlandırılmamaları, çok çalıştırılabilmeleri, sürekli olarak aşağılanabilmeleri ve hastalık veya çok çalışmaktan dolayı öldüklerinde kolayca ırkdaşlarıyla yerlerinin doldurulabilmesi nedeniyle ucuz işgücü sağlamaktadırlar.9 Devlet terörizminin bir amacı da, bütün bölgede standartlaşan bu çalışma ve yaşam koşullarına herhangi bir muhalefetin oluşmamasını garanti altına almaktır.
Yine akılda tutmamız gereken bir başka husus da, Aralık 1985'te Buenos Aires'te düzenlenen Latin Amerika'da işkence konulu Birinci Uluslararası Seminere daha önce sözü geçen Socorro Juridico adlı örgütün El Salvador'da süregelen terör konusunda sunduğu rapordur. Ulusal Güvenlik Doktrininden ilhamını alan devlet terörizmi uygulamasıyla, sömürme, bastırma ve bireylerin ve tüm halkın bağımlılığını sağlama metodlarını mükemmelleştirme amacı taşıyan, kendi emrine amade bilgi ve çok uluslu terör teknolojisine sahip 'baskıcı sistemin' sorgulanması bu seminerin konusunu oluşturuyordu. Bu sistem, Latin Amerika askeri misyonunun ABD yönlendirmesi altında kesinlikle bir 'iç güvenlik' konusu haline dönüştüğü 1960'lardaki liberal yönetim sırasında Washington'da ortaya konuldu.10
Ölçümüzü biraz daha dar bir çerçeveye oturtarak, fakat kavramları asıl anlamlarıyla kullanarak, Nem York Times'in terörizm uzmanın daha önce alıntıladığımız tavsiyesine dönebiliriz. Uluslararası terörizmin çaresi açıktır: 'Teröristler ve özellikle liderleri ortadan kaldırılmalıdır.' Ya da, mevcut uluslararası terörizm olaylarına uygulandığında bu tavsiyenin çok sert olacağı düşünülmekteyse, en azından 'liderler' işledikleri suçlar için yargılanmalıdırlar veya hiç olmazsa toplumsal hayattan tecrit edilmelidirler. Bu yalnızca George Shultz ve Elliot Abrams gibi terörist şeflerle sınırlı kalmamalı, aynı zamanda, genel olarak hükümetin yürütme organını ve -kimi mahcup Orta Amerika'da sürdürülen teröre genel destek veren- ABD Kongresi'nin de çoğunu kapsamalıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, (Kongre'de) Nikaragua konusu dışında, ciddi bir görüş ayrılığı ortaya çıkmamıştır ve terörün amacına ulaştığı noktada da çok küçük bir ilgi söz konusu olmuştur. Nikaragua ile ilgili olarak ise Kongre'nin, Yürütmenin eylemlerini -taktik ve prosedüre ilişkin tartışmalar bir yana- desteklemesi "Nikaragua'nın sınırlanması" üzerine elitler arasında ulaşılan mutabakatı yansıtmaktadır. Uluslararası terörizm yerine uydurulan 'karşı isyan', 'düşük yoğunluklu savaş', 'devrimci gelişme' ve benzeri bir sürü hüsnü tabirden biri de 'Nikaragua'nın sınırlanması'dır.
Fakat ABD iktidarını Batı dünyasının geneli üzerinde kurduğu kültürel sömürgecilik vasıtasıyla, uluslararası kamuoyuna tahakküm eden Amerikan Propagandası bize, Orta Amerika'nın, uluslararası terörizm konusundaki merakımız için iyi bir ilgi odağı olmadığını dikte etmektedir. Tabii ki New York Times'taki terörizm uzmanımızın sözleriyle Orta Amerika'da 'terörizmin ABD'nin arka bahçesini tehdid ettiği' olgusu bu genellemenin dışındadır. Bu Bey, terörizm kavramını, yalnızca ABD saldırılarına karşı kendilerini savunmaya cesaret edenlere atfen kullanmaktadır. Bu tavrıyla 'çılgın köpek' Kaddafi'nin 'kendi metoduyla ABD'ye karşı savaşmayı planladığı' yaygarasında bulunan Reagan yönetiminin propagandalarını yansıtmaktadır. Reagan açıklamasını sürdürerek Libya'nın Nikaragua'ya ABD müttefiği ordunun saldırılarına karşı kendini koruması için yardımda bulunduğunu ileri sürmüştü. Böylece ABD'nin Nikaragua'ya terörist saldırısı, kolaylıkla Amerikan halkına karşı Libya saldırısı şekline sokulmakta, böylelikle 100'e yakın sivilin ölümüne yol açan ve 'olası bir saldırıya karşı meşru müdafaa' olarak ifade edilen, Tripoli ve Bingazi'nin bombalanması olayına haklılık kılıfı geçirilmektedir. Öyle bir haklılık ki, Hitler bile böyle bir şey iddia etmemiştir. Bu haklılaştırma, elbette oldukça farklı bir yorumlamayla uluslararası hukuka başvurmayı ihmal etmeyen, liberal Amerikan kamuoyunca onaylanmıştır. Eğer bir terörist devletin kültürel iklimini anlamak istiyorsak, bu olguların üzerinde çokça durmalıyız.
Akılda tutulması gereken diğer bir nokta da, ABD'nin kanunsuz, terörist bir devlet imajının, yönetim çevrelerinde oldukça rahat ve açık sözlülükle kabul gördüğüdür. Aynen ABD'yi 'kanunsuz güç kullanmama' ve 'anlaşmaların ihlali'nden kaçınmaya çağıran Uluslararası Adalet Divanı kararında olduğu gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (ABD hariç) tüm devletleri, Birleşmiş Milletler Genel Assamblesi ve Mayıs 1987 tarihli Parlamentolararası Birlik'te büyük bir çoğunlukla kabul edilen ABD'yi uluslararası kanunlara uymaya çağıran kararı da, Amerikan yönetim çevrelerinde mağrur bir kayıtsızlıkla reddedilmiştir. Nedeni, dünya düzeninin tanınmış bir liberal savunucusunun da açıkladığı gibi, ABD'nin 'özgürlüğü koruma Özgürlüğü'nü devam ettirmesi gerektiği içindir; Nikaragua'da görüldüğü gibi.(11) Aynı şekilde, ABD'nin işbirlikçi ordusuna verdiği destek konusundaki tartışma da çok dar bir çerçevede ele alınmaktadır. Basının açıkladığı gibi 'Kontra liderleri ve onların Washîngton'daki destekleyicileri tüm projenin geleceğinin, Kongre'nin bir sonraki yardım oylamasından önce, Kontraların ne kadar askeri başarı gösterdiğine bağlı olarak ele alınacağını çok iyi bilmektedirler. Dışişleri Bakan yardımcısı Elliot Abrams'ın yorumsuz aktarılan sözleriyle ABD yardımının amacının 'bizim tarafımızda savaşan insanlara daha fazla şiddet kullanmaya izin vermek' olduğunu herkes çok iyi bilmektedir.'12 Kontra liderliği, ABD Kongresi'ne siyasi programı ve Nikaragua'da elde ettiği başarılar aracılığıyla halkın desteğini sağlayabileceği iddiasıyla başvurmamaktadırlar; bilakis ısrarla ispatlamaya çalıştığı şey, ABD askeri yardımı ve CIA'nın yol göstericiliği ve desteğiyle yeterli sayıda insanı öldürebileceği ve sonucu etkileyecek yumuşak hedefleri' tahrip edebilmeye muktedir olduğudur. Bu açık tutumun benimsenmesi ile yönetim çevreleri arasındaki tartışmanın büyük ölçüde taktik bir mesele olduğu ve terörist bir kültürel iklimde şiddetin başarısının dışında hiç bir şeyin hesaba katılmayacağının bilincinde olan Kontra liderliğine ait görüşler tescil edilmektedir.
Bu algılayış gazetelerin başyazıları veya diğer yorumlarıyla aşağıda alıntıladığımız tipik bir örnekte de görüldüğü gibi, tartışma-uyarı çerçevesi içinde sürekli olarak desteklenmektedir: 'Kontraların ya Sandinistaları uzlaşma masasına oturtmak ya da askeri bir başarı kazanmak için yeterli olduklarını, Amerikan halkına ispatlamak için daha yapmaları gereken çok şeyler var' veya 'bu işin ehli olduklarına Kongreyi ikna edemezlerse, gördükleri destekten mahrum kalırlar'.13 örtbas edilmek istenmesine rağmen belgelerle ispatlanmış diplomatik kayıtların ışığı altında, 'Sandinistaları uzlaşma masasına oturtmak' ifadesinin asıl amaç olan 'askeri bir başarı kazanmak' hedefini perdelemek için, devlet propagandasının papağan misali bir tekrarından başka bir şey olmadığını biliyoruz. Gerçeklerle paralellik içindeki bu yorum, Kontra liderliğinin Amerikan yönetim çevrelerinin düşünce biçimini çok iyi kavradığını ortaya koymaktadır. Bu çevreler göre tek belirleyici ölçüt şiddetin başarısıdır. Eğer El Salvador ve Guatemala'da olduğu gibi, ancak Pol-Pot tarzı zalimlikler düzeyine ulaştıktan sonra başarılı olunabiliyorsa bu ABD'nin demokrasi ve insan haklarına yürekten bağlılığının bir kanıtıdır; yok eğer halen Nikaragua'da olduğu gibi, şiddet başarısız kalıyorsa, ABD basının en uç, muhalif çizgisinde yer alan Jefferson Morley'in açıkladığı gibi bu Nikaragua'nın 'iyi niyetimizin ulaşabileceği alanın ötesinde' kaldığını göstermektedir.14 El Salvador ve Guatemala'da şiddetin başarılı bir biçimde kullanılışına gösterilen yaklaşımla birlikte, bu ele alış tarzını daha yakından gözlemlemekle, uluslararası terörizmin boy attığı kültürel iklim hakkında daha kapsamlı bir bakış açısına ulaşabiliyoruz.
Terörist imajı yönetim çevrelerinde yalnızca hak olarak kabul edilmekle kalmıyor, Washington üstelik bununla övünüyor da. Nisan 1986'da Libya'yı bombalamasından bir kaç hafta sonra, Reagan yönetimi Batılı yönetimleri Libya'ya başlattığı haçlı seferinde kendisiyle saf tutmaya çağırdı. Bu amaçla, Mayıs'ta Tokyo'da yapılan Batılı Ülkeler Ekonomik Zirvesi'nde grubun yaklaşımını ortaya koyan bir ikaz bildirisi yayınlandı. Associated Press'in yaptığı alıntıda şöyle deniyordu: 'Kızgın Amerikalıların tekrar olayı kendi yöntemleriyle ele almaması için bir şeyler yapmalı... 15 Strateji bayağı başarılıydı ve Reagan'in yardımcıları da durumun farkındaydılar. Bir ABD yetkilisi 'işlerimizi kolaylaştıran bir çılgın adam faktörüne sahibiz' derken Kaddafi'ye değil, Reagan'a işaret ediyordu. Şu çok bilinen 'tutun beni, yoksa tekrar vururum' tavrı.16
Fakat, Orta Amerika'daki bu uluslararası terörizm tartışması teknik olarak uygunsuzdu. Uluslararası terörizm salgını ve bundan nasıl kurtulunacağı düşünüldüğünde, dikkatimizi Orta Doğu ve Akdeniz bölgesine çevirmemizi dikte eden propaganda sisteminin oluşturduğu çerçevenin dışına taşmanın ne anlamı olabilirdi ki! Öyleyse, bir kez daha verilen emirlere uyalım ve bu bölgeye dönelim.
1986'da ABD'nin Libya'yı bombalaması bu bölgede meydana gelen en ciddi, tekil, uluslararası terörizm eylemidir. Tarihte televizyon saatine göre ayarlanan ilk bombalama olan bu olay, ABD'deki üç ulusal televizyon kanalının genel haber bültenini sunduğu saat olan 19.00'a denk getirildi. Tabii ki, canlı yayınla Tripoli'den aktarılan heyecanlı haberler ve olayı kendi yorumlarıyla sınırlayan yönetimin propagandistlerince kanallar dolduruldu. Bu seferki bahane 'artık klasikleşen 'muhtemel bir saldırıya karşı savunma' masalını bir yana bırakırsak- on gün önce Batı Berlin'deki La Bella diskoteğinin bombalanmasına bir misilleme bahanesiydi. Reagan yönetimi, elinde, bu terörist eylemde Libya'nın sorumluluğunu kanıtlayan 'doğrudan', 'net' ve 'inkar edilmez' kanıtlar olduğunu iddia etmekteydi. Bir kere bu iddiaların en iyi ihtimalle soruya açık, daha gerçekçi bakış açısından ise oldukça sahtekarca olduğunu gösteren bol miktarda kanıt bulunuyordu. Fakat sadık basın tüm bunları örtbas etti ve hala da etmeye devam ediyor.17 Görmezden gelinebilecek kıyıda, köşede kalmış bir takım yayınlar hariç tutulacak olursa, olay ABD'de ya tamamen sessizce geçiştirildi ya da baştan savma bir iki değini de bulunuldu. Bununla birlikte, başka yerlerde ABD'nin bombalamasının ardından ilk günden bu yana tartışma daha bir açıklık kazandı.
Yakın zamanlarda, İngiliz Yayın Kurumu (BBC) Avrupa istihbarat servislerine ve (İngiltere hariç olmak üzere) Avrupa'daki en muhafazakar hükümet yetkililerine atıfta bulunarak, bombalamanın yıldönümünde şu haberi geçiyordu: "Hiç kimse Beyaz Saray'ın ve özellikle Başkan'ın Ulusal Güvenlik Konseyi'ndeki karşı terörizm uzmanı danışmanlarının La Belle'nin bombalanmasını Kaddafi'ye yıkmak için bilerek istihbaratı çarpıttıklarından kuşku duymamakta." BBC ayrıca, ABD yönetiminin Libya terörizmi hakkındaki iddialarını desteklemekte kullandığı maddi kanıtların da muhtemelen bir tertip veya açıkça sahtekarlık mahsûlü olduğunu bildiriyordu. Yine BBC'ye göre, Batı Berlin yetkilileri ve Berlin'deki Batılı elçilikler George Shultz, Casper Weinberger ve ABD ordusunun iddia ettikleri gibi, ABD askeri polisinin Libya kaynaklı bir bombalama ihbarına dayanarak olaydan önce, barlar ve diskolardan uzak durulması yolunda uyanlarda bulunduğu açıklamasını da açıkça yalanlamışlardır.18
Her ne kadar artık basın ABD yönetiminin iddialarının soruya açık olduğunu kabul etmekteyse de, şimdiye kadar hep olageldiği gibi, bu gerçekler de ABD'de büyük ölçüde gizlenmiştir. New York Times'in Avrupa muhabiri James Markham bombalamadan bir yıl sonra (14 Nisan 1987) şunları yazıyordu: "Şu anda toz duman yatışmakta. Avrupalı istihbarat yetkilileri Washington'un Batı Berlin'deki diskoteğin bombalanmasının ardında Libya'nın bulunduğunu iddia ettiği 'kanıtlar' hakkında, hala kuşkuları olduğunu söylüyorlar." Aslında Markham kendileriyle görüştüğünde, aynı yetkililer, bir yıl önce de (kesinlikle 'kuşku'dan daha fazla) açıklamalarda bulunmuşlardı. Fakat o anda ABD propaganda sisteminin gereklerine uygun olarak bunlar geçiştirildi. Yine New York Times'ta (12 Nisan 1987) David Shipler 'Libya kaynaklı terörizm konusunda Amerikalı yetkililerin şu anda gazeteciler arasında çok az bir güvenilirlikleri olduğunu' yazıyordu. Bununla birlikte, Shipler, aynı gazetecilerin o dönemde (ve halen) yönetiminin iddialarını yalanlayan kanıtları gizledikleri gerçeğinden hiç söz etmiyor. Daha da Önemlisi, ne o, ne de diğerleri, şu anda sessizce kabul ettikleri gerçeklerden çıkartılması gereken açık sonucu çıkartmıyorlar: O dönemde tanınmış liberal aydın çevreler gibi, New York Times ve ABD basınının diğer organlarının da alkışladığı Libya'nın bombalanması olayı eğer bir savaş suçu değilse bile, açıkça, bilinçlice bir uluslararası terörizm, 1986'nın en ciddi tekil uluslararası terörizm eylemidir.
Uluslararası terörizm konusuna ilginin doruğa çıktığa 1985'e dönecek olursak, Orta Doğu - Akdeniz bölgesindeki en büyük tekil terörist saldırının yetmiş beş kişinin ölümüyle sonuçlanan İsrail'in Tunus'u bombalaması olduğunu görürüz. Burada da ABD suç ortaklığı yapmış; katillerin yola çıktığını çok yakın müttefiki olmasına rağmen Tunus'a bildirmemiştir. Akdeniz'deki çok yüksek donanımlı Amerika'nın alarm sisteminin, havada yakıt ikmali yaparak Akdeniz'i aşan İsrail uçaklarını tespit edememiş olabileceğine inanmak çok zordur. Hedef olarak korunmasız Tunus'un seçilmesi boşuna değildi, böylece saldırganlar herhangi bir zarar görmeden bir çok sivili öldürebildiler. Amerikan uluslararası terörizmine Libya'nın bir hedef olarak seçilmesi de aynı nedenledir. 1985 yılındı bölgede gerçeklesen ve devamlılık özelliğine sahip en büyük uluslararası terörizm ise ABD'nin de desteklediği, İsrail'in Güney Lübnan'daki 'Demir Yumruk' operasyonudur. Daha söylenecek bir çok şey var, fakat burada bu çirkin olayların tamamını ele almamıza imkan yok.19
Eğer biz propaganda sisteminin yönlendirmesine uyarak ve dikkatimizi Orta Doğu - Akdeniz bölgesine toplayacak olsak da, aynı sonuçla karşılaşmaktayız: Washington, tek merkezi değilse bile, uluslararası terörizmin başlıca merkezlerinden biridir.
Sadık basının çok küçük rötuşlarla aynen kabullendiği yönetimin propagandasına göre, uluslararası terörizmin asıl destekçileri geri planda Rusya olmak üzere, Libya, Suriye ve İran'dır. 1986-87'nin büyük skandalı, terörizme karşı amansız bir savaş merkezi olan ABD'nin terörist devlet (İran) ile gizli pazarlıklar yaptığının ortaya çıkışıydı. Siyasi açıdan bu olay Reagan yönetimine yöneltilen en ciddi suçlamayı oluşturdu. George Mc Govern'in 1986 sonbaharında açığa çıkan bu durumu 'aşağılatan bir fiyasko' olarak nitelemesi, ortaya konan eleştirilerin en uç noktasını oluşturuyordu: "Bundan sonra terörizmle mücadelenin Amerikan dış politikasının temel taşı olacağını söyleyerek iktidara gelen bir yönetimin dünyanın en terörist devletine gizlice silah sattığı ortaya çıkıyor.20 Avrupa'da yapılan yorumlar da aynıdır. Bu ön kabuller ABD propaganda sisteminin hissedilir gücünü göstermektedir. İran şüphesiz terörist bir devlettir, (Çev: Gerçekten de Batı propaganda sisteminin gücü öylesine etkin ki bu gücün tesirinden kendisini kurtaramıyor. İran'a yöneltmiş olduğu suçlama bu etkinin Chomsky üzerindeki yansımasının bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor) fakat bu konuda ABD ve uşakları ile yarış edebilmesi mümkün değildir. Gerçekten de, Batı'da bu konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken asıl nokta şu olmalıydı: 'Eğer terörist bir devletle görüşmeler yapmak bir skandal ise, Washington'la ilişkide bulunduğu için İran suçlanmalıdır.'
Eğer resmen suçlu olduğu ileri sürülen ülkelerin -Libya, Suriye, İran- sorumlu tutulduğu ve en azından bazı durumlar için gerçeklik payı taşıyan eylemleri araştıracak olursak, eylemlerin faillerinin, özellikle 1982 sonrasında, genel olarak Lübnanlı olduklarını görürüz. Gerçekten de Chicago Dış İlişkiler Konseyi'nin yaptığı bir kamuoyu araştırmasının da ortaya koyduğu gibi, 1982'den sonra terörizm, ABD'nin karşılaştığı başlıca dış politika sorunudur. Sözü geçen araştırmada, 1982'de bu konuya ilgi çok azken, 1986'da kamuoyu için silahlanma yansı ve ABD ekonomisinin hemen ardından, bu konu önemli bir ilgi odağı olarak yer alıyordu. Evet Lübnan'da 1982 Yaz'ında bir şeyler olmuştu. Çoğunluğu sivil 20.000 kişinin ölümüne yol açan ABD destekli İsrail işgali bir yandan sivil Filistinli halkı paramparça ederken, bir yandan da, Lübnan'dan arta kalan ne varsa yok etmeye koyulmuştu. O dönemde bunun terörist eylemlerin artışına neden olacağı oldukça açıktı. Bu, daha savaşın başında, İsrail'in önde gelen Filistin milliyetçiliği uzmanı Profesör Yehoshua Porath tarafından öngörülmekteydi. Profesör İsrail işgalinin önemli bir sonucunun açıkça çaresiz Filistinlilerin terörist hareketlerini arttırmak olacağı savını ileri sürüyordu. Böylece İsrail ve ABD'ce yıllardır engellenen bir tercih olan görüşmeler yoluyla bir siyasi çözüm tehlikesinden İsrail'in kaçınması mümkün olabilecekti. Çünkü İsrail'in FKÖ şiddetini çekmek amacıyla giriştiği sınır ötesi terörist operasyonlara rağmen FKÖ'nün İsrail'in kuzey sınırında ateşkese titizlikle uyması, bundan kaçınmayı zorlaştırıyordu. Dolayısıyla, Batılı ideolojik sistemlerin tanımlanmasıyla terörizm sınıfına sokulan en şiddetli eylemlerin kimisinin, umulabileceği gibi Sabra-Şatilla katliamlarından ve Lübnan'daki mülteci kamplarını yıkıntılarından kurtulmayı başarabilen genç insanlar tarafından gerçekleştirilmiş olması şaşırtmamalıdır.22
Resmi Batılı yorumlarda terörist eylem sınıfına sokulmayan başka eylemler de vardır. Örneğin, Lübnan'daki Fransız elçisinin öldürülmesine misilleme olarak Fransız istihbaratının gerçekleştirdiği eylemle 1981 Kasım'ında, Şam'da, bomba yüklü bir arabanın infilak ettirilmesi sonucunda 110 kişi hayatını kaybetmiştir.23 Ya da, kimi zaman yorumsuz aktarılan, çoğunlukla da geçiştirilen, Lübnan'da veya açık denizlerde İsrail'in sürekli terörizmi bir başka örnektir. Rastgele bir örnek seçecek olursak, basının bildirdiği, Kıbrıs'tan Beyrut'un Güneyi'ndeki Halde'ye gitmekteyken durdurulup, silahsız elli yolcusuyla zor kullanılarak İsrail'in bilinmeyen bir limanına götürülen Honduras bandıralı gemi, iki yıl içinde İsrail deniz kuvvetlerinin kaçırdığı yirmiden fazla gemi veya tekneden yalnızca biridir.24 Yine, 20 Nisan 1985'te, Akdeniz'de İsrail'in 100 mil açığında bir İsrail hücumbotundan atılan tahmin edilen Panama bandıralı ticaret gemisi Atavirüs'ün hayatta kalan (bir Ürdünlü, bir Suriyeli ve iki de Lübnanlı tayfanın da içinde bulunduğu) 8 mürettebatına İsrail askeri mahkemesince yirmi yıla kadar değişen hapis cezalarının verilmesi olayı haber olarak dahi geçmemiştir. İsrail başta tutuklamalar hakkında bilgi vermeyi ve Kızıl Haç'ın yaralıları ziyaret etmesine izin vermeyi dahi reddetmişti.25 İsrail korsanlığı Batı'da hep ya önemsiz görülmüş ya da göz yumulmuştur. Yine Lübnan'da, sivil hedeflere karşı İsrail'in cinayetkar saldırılarından genellikle söz edilmekle birlikte, anlık şeyler olarak görülmüş ve uluslararası terörizm kapsamında değerlendirilmemiştir.
New York Times'ın terörizm uzmanına dönecek olursak, üç başarılı karşı-terör eylem örneği verdiğini görüyoruz: ABD'nin Libya'yı bombalaması, İsrail'in Tunus'u bombalaması ve İsrail'in Lübnan'ı işgali. 'Eğer uygar dünya galip gelmek istiyorsa' bunların benzerlerinin tekrarlanması gerektiği tavsiyesini de eklemeyi unutmuyor. Makalesinin başlığı şöyle: 'Terör Canavarını Ezmenin Zamanı Geçiyor' ve altbaşlık 'Masumların katledilmesini ' durdurun.' Makale yazarı yalnızca 'İsrail Ticaret ve Sanayi Bakanı' olarak belirtilmiş. Bu kişi Ariel Sharon'dur. 1950'lerin ilk yıllarına kadar uzanan bir terörist kariyere sahip bu kişi çağımızın en büyük teröristlerinden biridir. Sorumlu olduğu eylemler arasında şunlar var: 1953'te Kibya köyünde altmış dokuz köylünün katledilmesi; 1970'lerin başında Gazze bölgesi ve Kuzey Doğu Sina'da 10.000 çiftçinin yerlerinden edilerek çöle sürülmesi, evlerinin buldozerlerle yıkılması ve Yahudi göçmenlerin yerleştirilmesi için ekili topraklarının tahribine yol açan İsrail'in yürüttüğü terörist operasyonlar; Lübnan'ın işgali ve ardından Sabra ve Şatilla katliamları, ve diğerleri.
Bazıları 'uygar dünyaya, 'masumların kati edilmesi'nin nasıl durdurulacağı konusunda Sharon'un sunduğu teklifi biraz garip, belki fazlaca saptırılmış, hatta muhtemelen iki yüzlüce bulabilirler. Fakat ben öyle düşünmüyorum. Eğer uygar Batılı yöneticiler dürüst bir biçimde kendi kendilerini değerlendirebilirlerse, bu teklifin oldukça gerçekçi, ortaya koydukları eylemlerde ifadesini bulan değer yargılarıyla ve sözlerle -veya kimi zaman da suskunluklarıyla- ifade edilen entellektüel kültürle büyük bir uyum içinde olduğunu kendileri de göreceklerdir.
Bu sonucu doğrulayan bir biçim de, şu açık olguyu gözlemlememiz mümkündür. Uluslararası terörizmin -en azından asıl unsurunun- çaresi basittir ve kendi ellerimizdedir. Fakat şimdiye dek bu yönde hiç bir adım atılmamış ve kesinlikle bu konu ilgili çevrelerde tartışılmamış, hatta bu çevrelerde tartışılması gündeme bile gelmemiştir. Yaygın teröroloji literatüründe veya bu konuda ciltler tutacak basın malzemesi ve yorumu arasında, dünyayı saran uluslararası terörizmin tamamı için geceli olmasa da bu sorunun büyük bir bölümü için basit bir çare, kolaylıkla ulaşılabilecek bir çare olduğuna ilişkin bir yaklaşıma yer verilmemiştir. Aksine yoğunluğu ABD'nin asil amaçlan ve yardımsever niyetlerine övgüler yağdırılması olgusu ile karşı karşıya kalınmıştır. Temel gerçekler algılanmamakta ve asıl niyetler üzerinde düşünülmemektedir. Eğer açıklanacak olursa, yalın gerçekler yalnızca güvensizlik, korku ve öfke doğuracaktır.
Batı'nın en büyük gazetesinin terörizmin kötülükleri ve kendisiyle nasıl mücadele edileceği konusunda bir üstad olarak Ariel Sharon'u seçmiş olması, böyle bir ahlaki ve entellektüel iklime tam da yakışmaktadır.
Çev.: Rıdvan Kaya
Third World Affairs 1988
Dipnotlar:
1- New York Times, 30 Eylül 1986.
2- United States Code Cogressional and Administrative News, 98. Kongre, 2. Birleşim, 1984, 14 Ekim, cilt H: paragraf 3.077, 98 STAT. 2707 (West Publishing Co. St.Paul, Minn.)
3- Bruce Cameron ve Penn Kemble, From a Prnxy Force to a National Liberation Movement, Şubat, 1986.
4- Referanslar ve tartışma için, şu kitaplarıma bakınız: Fateful Triangle, Boston: South End, 1983; Pirates and Emperors, New York: Ciaremont, 1986.
5- Associated Press, 18 Şubat 1987,
6- Referanslar ve tartışma için, şu kitabıma bakınız: Turning the Tide, Boston: South End, 1985 ve daha sonraki İtalya ve Kanada baskılarında yer alan, 1986 içindeki olayları da kapsayan "Ek' bölümü (Milan, Elcuthera, 1987; Montreal, Black Rose, 1987).
7- Guatemala 1986: The Year of Promises, Guatemala City: Inforpress Centroamericana.
8- Julia Preston, Boston Globe, 9 Şubat 1986.
9- Philippe Bourgois, Ethnic Diversity on a Corporate Plantation: Guaymi Lahor on a United Fruit Brands Subsidiary in Coştu Rica and Panama, Cambridge, Mass.: Cultural Survival, 1985.
10- Torture in Latin America, LADOC (Latin American Documentation), Lima, 1987. Bu konuda daha fazla bilgi için bakınız: Noam Chomsky ve Edward Herman, The Political Economy of Human Rights, Cilt I, Boston: South End, 1979.
11- Profesör Thomas Franck, New York Times, 17 Temmuz 1986. Bu konua, bakınız, 6. dipnotta geçen 'Ek' ve Thomas Walker'ın denemesinde yer alan makalem, Reagan vs. the Sandinistas, Boulder: Westview, 1987.
12- Stephen Kinzer, New York Times, 10 Mayıs 1987; Robort Pear, New York Times, 25 Kasım 1985.
13- Başyazı, Christian Science Monitör, 6 Mayıs 1987,
14- Jefferson Morley, "Beyond the reach of our good intentions', New York Times Book Review, 12 Nisan 1987.
15- AP, International Herald Tribüne, 6 Mayıs 1987.
16- Newsweek, 12 Mayıs 1986.
17- Bu konudaki kanıtlar için bakınız, Covert Action Information Builetin içinde yer alan makalem, Yaz, 1986, ve Pirates and Emperors,
18- Tom Bower, The Listenir (Londra), 2 Nisan 1987. Akıntıya kapılmış gitmekte olan basın içinde yönetimin 'kanıtları' üzerindeki şüphelerin en açık itirafları için bakınız: Seymour Hersh, Target Qaddafi, New York Times Magazine, 22 Şubat 1987.
19- Kısmi bir değerlendirme için bakınız: benim Pirates and Emperors.
20- American - Arab Aflairs Council'in düzenlediği "Recognizing US ? Arab Interdependence' konferansında (5-6 Mart 1987) yapılan konuşma, American Arab Affairs, Bahar, 1987.
21- John F. Rielly 'Amerca's state of mind', Foreign Policy, Bahar, 1987.
22 - Bakınız: Robin Wright, In Mideast, a new generation of antagonists', Christian Science Monitör, 7 Kasım 1986.
23- Newsweek, 'Linking Syria for Terrorism', 3 Kasım 1986.
24- New York Times, 8 Şubat 1987; Jonathan Randall, Washington Post, 8 Şubat 1987.
25- News From Within (Kudüs), 23 Kasım 1986, İsrail yönetimi bu tarihten sonra bu haber bürosunu kapatmış ve bir gazeteciyi de yargılamaktadır; Associated Press, 15 Şubat 1987.
- Başlarken
- İslami Uyanış ve Arap Dünyasında Ulusçu / Bölgeci Devlet
- Uluslararası Terörizm: Çare Ne?
- Kuzey Afrika
- Fas Militan İslami Hareketinin Toplumsal Temeli
- Radikal İslamcılık ve Cezayir Milliyetçiliğinin Çıkmazı
- İslam'ın Meydan Okuyuşu: Bağımsızlıktan Bu Yana Tunus
- Bir Portre: Batının Bir Fedaisi
- Libya'da İslami Muhalefet
- İslamcılar, Sol ve Sağ
- İntifada, Gerici Arap Rejimleri ve FKÖ
- Yirminci Yüzyılda İslami Uyanış