Uludere Yarası Kanamaya Devam Ediyor!
Kuraldır, gömleğinizin ilk düğmesini yanlış iliklediğinizde sonrakileri de yanlış iliklemek durumunda kalırsınız. Ve ortaya kaçınılmaz olarak çarpık bir görüntü çıkar. Uludere hadisesine Hükümetin ilk andan itibaren yanlış yaklaşımı da benzeri bir durum meydana getirmiştir. Zamanında açık yüreklilikle ve de vicdanlı bir yaklaşımla atılması gereken adımları atmayan/atamayan AK Parti Hükümeti açısından yara giderek kangrene dönüşmüş ve bugün itibariyle Uludere tam bir bataklık mahiyeti kazanmıştır.
Anlaşılan o ki, Başbakan, Uludere olayının zamanla unutulup gündemden düşeceği düşüncesine sahipti. Aynı şekilde Hükümet çevrelerinde de aradan geçen zaman uzadıkça konunun hararetinin azalacağı beklentisi yaygındı. Ama gelişmeler hiç de buna uygun şekillenmedi. Beş aydır zaten hep gündemde olan Uludere olayı bir kez de Amerikan gazetesi Wall Street Journal’ın haberi üzerine tartışmaya açıldı. Başbakan ve İçişleri Bakanının “özel gayretleri” ile de etraflıca gündemleşti. Bu şekilde bir kere daha bu konunun unutulamayacağı, unutturulamayacağı bariz bir şekilde ortaya çıktı.
Başka türlüsü de olmazdı zaten. Bu boyutta bir toplu kıyımın, bir katliamın unutulmaya terk edilmesinin ne İslami, ne ahlaki ne de hukuki açıdan kabul edilebilir bir şey olamayacağı çok açıktı. Her ne kadar Başbakan “yatıp kalkıp Uludere’den söz edenler” şeklinde bir suçlama ifadesiyle konunun gündemleştirilmesinden duyduğu rahatsızlığı ifade etse de Uludere hadisesinin unutulmasının, küllenmesinin imkânsızlığını kendisi de yakinen biliyor olmalı!
Tuzak Varsa, Boşa Çıkarmak Hükümetin Görevi Değil mi?
Her halükarda bunun mümkün olamayacağı anlaşılmış olmalıydı. Bu hadise Hükümet çevrelerinin alttan alta dillendirdikleri biçimiyle kendilerine karşı kurulmuş bir tuzak, bir provokasyon idiyse eğer; bu tuzağı kuranların, provokasyonu icra edenlerin hadisenin küllenmesine izin vermeyecekleri ve ne yapıp edip sürecin arzu ettikleri istikamette şekillenmesi için konuyu canlı tutmaya çalışacakları rahatlıkla görülebilmeliydi. Yok, eğer Uludere’de yaşanan şey gerçekten de bir operasyon kazası, kasıt olmaksızın icra edilmiş ve TSK’nın artık rutinleşmiş beceriksizliklerinden biri idiyse dahi, bu durumda ortaya çıkan korkunç manzaranın hesabı verilmeden ve sorumlulardan hesap sorulmadan kamuoyunun yatışması ve konunun unutulması beklenemezdi.
Yaşanan hadisenin arka planı ne olursa olsun sonuç tam manasıyla bir fiyasko oldu! Eğer bu bir tuzak idiyse Hükümet ilk andan itibaren takındığı anlaşılmaz, izah edilemez, bağışlanmaz tutumuyla tuzağa düştü. Tuzağa düşürüldüğünü itiraf edip, tuzağı ve tuzakçıları deşifre etmek yerine akıl almaz bir basiretsizlikle örtme, perdeleme tavrına yöneldi ve sorumluluğu bir biçimde sırtlanmış oldu.
Öte yandan Uludere olayını, arkasında derinlemesine komplolar, karanlık hesaplar falan olmayan, ihmalden, beceriksizlikten ya da güvenlik algısını merkeze alıp insan hayatına önem vermemekten kaynaklanan bir Türkiye klasiği olduğunu varsaydığımızda da durum değişmez. Çoğu çok genç yaşlarında 34 insanın savaş uçaklarıyla bombalanması gibi bir hunharlık başından itibaren takınılan ketum tutum yüzünden Hükümetin hanesine yazılmış, daha doğrusu kazınmış oldu.
Aradan tam beş ay geçti ve hâlâ olayın sorumlularının ortaya çıkarılması ve hesap sorulmasına ilişkin somut bir adım gözükmüyor. Tartışmalar üzerine Başbakan konunun kapatılacağına ilişkin iddiaların, kuşkuların yersiz olduğunu ve gereğinin yapıldığını beyan ediyor. Hem adli hem idari soruşturma yürütüldüğünü söylüyor. İyi ama neyin yapılıp neyin yapılmadığına ilişkin neden ortada açık, net bir bilgi yok? Neden 34 insanın katledilmesine yol açan yürek yaralayıcı bir olayla ilgili olarak bugüne dek tek bir şahıs dahi tutuklanmış, hatta suçlanmış değil? Bu muğlâklığın, belirsizliğin konunun kapatılmak istenmesine yorulması şaşırtıcı mı?
Neden Bu Körlük?
Başbakan ve Hükümet kadroları görmek mi istemiyorlar, göremiyorlar mı bilinmez ama Uludere olayının vicdanlarda yol açtığı kanamayı öyle “Soruşturma sürüyor!”, “Gereken neyse yapılacak!” türünden basmakalıp sözlerle durdurmanın mümkün olmadığını artık kavramak zorundalar. İlk günden itibaren takınılan müstağni tutumun konuyu içinden çıkılmaz bir boyuta taşıdığını görmek mecburiyetindeler.
Olayın ilk ortaya çıktığı andan itibaren hata yapıldığını açıkça itiraf etmemenin; savaş uçaklarıyla hunharca paramparça edilen köylülerin ailelerinin yaşadıkları acıyı paylaşmamanın; çaresizlik içinde evlatlarının katır cesetlerine karışmış vücut parçalarını toplamak zorunda kalan bu insanlardan açık, dolaysız ve samimiyetle bir özrün bile esirgenmesinin ortaya ne kadar vahim bir manzara çıkarttığı nasıl fark edilmez, gerçekten anlamak zor!
Türkiye’de devletin geçmişte çok güçlü bir özelliği ve adeta temel vasfı olan hesap vermezlik, hesap sorulmazlık tavrı son yıllarda giderek azaldı. Gerek doğrudan devlet memurlarının mesul olduğu hukuksuzluklarla gerekse de kamusal alanda yaşanan hak ihlalleri ile ilgili olarak konunun sorumlularından artık hesap soruluyor. Örneğin Erzurum Aşkale’deki Karakaya baraj gölünde boğulan TEDAŞ işçilerinin ölümünden ötürü kurum yetkilileri hakkında dava açılıyor ve işletme müdürü tutuklanıyor. Esenyurt’ta AVM inşaatında çalışan 11 işçinin ikinci bir çıkışı olmayan çadırda yanarak ölmesinden ötürü firma yetkilileri mahkemede hesap veriyor. Hatta çok daha çarpıcı bir hadise olarak Çaldıran’da 2009 yılında teslim olan 2 PKK militanını öldürtmekle suçlanan dönemin Van Jandarma Alay Komutanı Albay Vecihi Halil İyigün hakkında aradan iki yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen dava açılıyor ve kendisi tutuklanıp cezaevine konuluyor.
Bu ve buna benzer gelişmelerle birlikte düşündüğümüzde Uludere konusunda serdedilen tutumu anlamak daha da zorlaşıyor. Öyle ya, Çaldıran’daki gibi kısa bir süre öncesine kadar çok sıradan sayılan bir infaz olayının dahi artık üstünün örtülmediğini görüyoruz. Peki, bir ihbar mektubuyla açığa çıkan bu olayda görüldüğü üzere PKK militanlarına karşı işlenen cinayetten ötürü işletilebilen hukuk, neden Uludere olayında bir türlü işletilmiyor? Neden onlarca yıllık Dersim katliamından ötürü çıkıp devlet adına özür dileyebilen Başbakan Uludereli ailelerden özür dilemekten imtina ediyor?
Uludere hadisesine ilişkin olarak Başbakanın başından itibaren takındığı tutumun şu veya bu biçimde o çok bilinen devlet kibrini yansıttığı görülüyor. Nihayet birlikte uyum içinde çalışılabileceği düşünülen bir askerî kadronun kollanması ya da olaya ilişkin istihbaratı sağlayan kurum olarak MİT’in korunması kaygısının da bu tutum alışta belirleyici olduğu söylenebilir. Bir başka etken de muhtemelen, olayın başından itibaren aktif bir tutumla konuyu “AKP tarafından sadece Kürt oldukları için katledilen köylüler” propagandasına dönüştüren PKK-BDP’ye duyulan tepki olmuştur.
Milliyetçilik Değirmenine Su Taşınıyor!
Mamafih şu an gelinen noktada hangi etkenlerin belirleyiciliğinden öte, bu tutumun yol açtığı umursamazlık, vicdansızlık görüntüsü olayın çok daha ileri boyutlara taşınmasına zemin hazırlamaktadır. Uludere hadisesi karşısında takınılan bu tutum Kürt sorununu üreten devletin resmi inkâr siyasetini çağrıştırmış, adeta zihinlerde bu kirli mirası canlandırmıştır. Yakın zamana dek Kürt kimliğini yok sayan, Kürtlerin varlığını tanımayan resmi söylemin “inkârcı” tutumu, Uludere olayıyla birlikte bu kez “Kürtlerin katledildiği gerçeğini inkâr söylemi” şeklinde değerlendirilmeye başlanmıştır.
Samimi, içten bir özür ve sorumluların yargılanması sürecinin bir an önce başlatılmasıyla sağlanabilecek normalleşmenin geciktirilmesi giderek adalet duygusunun daha fazla yara almasını getirmektedir. Bu durum da kardeşlik zemininin tahribine yol açmaktadır. Toplumsal yapıda ortaya çıkan merhametsizlik, acıyı hissedememe, paylaşamama marazının da bu olayda bir kere daha kendisini hissettirdiğini görüyoruz.
Bu manzara zaten uzun bir süredir “kardeşlik zemini”ni tahrip için her fırsatı değerlendiren Kürt milliyetçiliğini inanılmaz bir biçimde besliyor. Olayın ilk ortaya çıktığı andan itibaren ölenlerin Kürt oldukları için öldürüldükleri ve Kürt olmayanların bu acıyı hissetmedikleri, hissedemeyecekleri tezini ısrarla gündemleştirmeye çalışan bir yaklaşım mevcut zaten. Gerek hükümetin müstağni tutumunun gerekse de Hükümet paralelinde tutum belirlemeyi alışkanlık haline getirmiş kesimlerin adaletten ve insanilikten uzak yaklaşımlarının bu kirli propagandayı kolaylaştırdığını da kabul etmek gerekiyor.
Tam bu noktada bazılarının ısrarla Uludere’yi Hükümet üzerinden İslami camiaya yönelik bir test, bir samimiyet sınavına dönüştürme gayretleri konusunda da dikkat çekmekte yarar var. Şüphesiz İslami kimliğin gerektirdiği adil olma, zulme ve zalime tavır alma sorumluluğumuz hususunda sergilediğimiz her türden zaaf acilen terk etmemiz gereken eksiklerimiz, yanlışlarımızdır. Ne var ki, bunu birilerinden aferin almak, her fırsatta Müslümanları sınava sokma takıntılarını bir türlü dizginleyemeyen kerameti kendilerinden menkul insan hakları şampiyonlarını memnun etmek için yapmak durumunda değiliz.
Kaldı ki, kendileri bizatihi dâhil oldukları kirliliklerin hesabını vermesi gerekenler, kafalarında kurguladıkları birtakım şablonlara göre Müslümanları olur olmaz her fırsatta sığaya çekemez, hesap soramazlar. Bu tür çevrelerin tutarsızlık ve samimiyetsizliklerini ortaya koymak için çok çaba harcamak gerekmez. Örneğin aylardır Suriye’de devam etmekte olan katliam ve zulüm karşısında nasıl konumlandıklarını, ne yaptıklarını sormak yeterli olabilir. Eğer hedef milliyetçilik değil de insanlık, adalet, vicdan ise herhalde kimse “Bizi sadece şu sınırlar dâhilinde yaşanan zulümler ilgilendirir!” diyemez, dememelidir!
Uludere Yarasının Kapanması İçin Sorumlular Yargılanmalıdır!
Hükümet ve Başbakan Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan kirliliklere atfen sık sık “Bizim dönemimizde faili meçhul cinayet işlenmedi, bilakis biz üzerine gidip bu olayları aydınlattık!” diyor. Doğrudur gerçekten de bu hükümet döneminde faili meçhul yarası büyük ölçüde kapanmaya yüz tutmuş, bu sistematik canavarlığın faillerinin üstüne gidilmiştir. Bu önemlidir, hakkı teslim etmek gerekir. Ergenekon, Balyoz davaları, Cemal Temizöz dosyası vb. gelişmeler hepimiz adına sevindiricidir. Ama ya Uludere? 34 insanın ölümünün göz göre göre faili meçhul kılınmaya doğru gitmesi karşısında sessiz kalınabilir mi?
Hükümet bu sorumluluktan kaçamaz. Bu olayı bütün boyutlarıyla ortaya koymaya mecburdur. Bizler de katillerden hesap sorulması için gereken duyarlılığı göstermek zorundayız. Adalet için, kardeşlik için mazlumların hesabını sormak durumundayız. Tavrımızı, politikamızı adaletten ve kardeşlikten yana belirlemekle mükellefiz. Uludere hadisesinin başından itibaren gerek Hükümetin tavrında ortaya çıkan müstağni ve adaletten uzak tutuma karşı gerekse de bu olayı bir istismar aracına dönüştürerek Müslüman halklar arasında düşmanlık ve ayrışma meydana getirmeye yönelik Kürt milliyetçi hareketinin kirli propagandalarına karşı kardeşlik ve adaletten yana çağrımızı yükseltmeliyiz.
- Adalet İçin Zulümle Hesaplaşmak
- Uludere Yarası Kanamaya Devam Ediyor!
- Uludere’de Katledilen Adaletin Kendisidir!
- Şeyh Said ve İslami Direniş Ruhu
- Kemalist Diktatörlüğe Karşı İslami Direnişin Sembolü: Şeyh Said -1
- Suriye ve Esaret Günleri Üzerine
- Mısır’da Devrim Sürüyor, İstikrar Arayışı da!
- Esirlerin Direnişi Türkiye’den de Selamlandı!
- Boş Midelerin Zaferi
- Öfke Büyüyor
- Libya’da İslam ve Seçim Tartışmaları
- Müslüman Kardeşlerin Yeniden Doğuşu: Suriye İntifadası
- Kafkas Halkları Etnik Milliyetçiliği Reddediyor: Çözüm İslam'da Birliktir!
- Örgütlenme Özgürlüğüne Yeni Bir Darbe: Mustazaf-Der Kapatıldı
- Müslümanlar ve Geç Kalmışlık Sendromu
- Kur’an ve Siyeri Birlikte Okumak
- Yaşayan Varlıklar Olarak Dil ve İnsan
- Mektup
- Sen Ölünce