Türkiye'de Müslümanların Sorunları ve Çözüm Tezleri
Bu tezin son sözü şudur: Müslümanlık güzel ahlaktır. Ahlak'ın en güzeli ise Allah'a tabi olmak, haksızlık yapmamak ve zulme karşı direnmektir.
Teori ile pratiğin alanlarını birbirinden kalın çizgilerle ayırmak mümkün olmasa da, düşünmemize bir kolaylık sağlaması bakımından konuyu düşünsel ve pratik alanlar üzerinde ele alacağız. Çalışmamızı sürdürürken, tesbitlerimizi genel kabuller (postulalar) olarak belirtmekle yetinecek, bunların doğruluğunu ispatlama çabalarına girmeyeceğiz. Zaman zaman örneklendirme yoluna gidilse de, genel olarak kabullerimizin ve çözüm önerilerimizin ortaya konulması, bu çalışmanın tabiatı gereğidir.
1-Düşünsel alanda:
a) Geçmişi savunanlar yenilmeye mahkumdur.
Son bir kaç yüzyılda müslümanların genel tutumu, geçmişi savunma, en azından mevcut durumu muhafaza etme yönündedir.
Tez: Geçmişin düşünce kalıpları ve müesseseleri ile onların öngördüğü hayât tarzı, ilerleyen zaman karşısında geçersiz kalmıştır,
Batı medeniyeti'nin, Orta Çağ'da egemen olan kilise -aristokrasi- tarım ekonomisi sistemini aşarak burjuvazi- sınai üretim dönemine geçmesiyle birlikte başlayan aydınlanma çağı modern hayata damgasını vurmuştur. Aydınlanmanın iki temel ilkesi olan rasyonalizm ve pragmatizm (akılcılık ve faydacılık), tarihin bu döneminde, bilginin ve teknolojinin korkunç bir hızla gelişmeşine yol açtı. İçinde bulunduğumuz 20. asır, tarih boyunca gerçekleştirilenlerin toplamından daha fazla keşif ve icatlara sahne oldu. Batı medeniyeti bilimsel araştırmalar ve teknolojik gelişmenin yanı sıra tarımsal ve sınai üretim miktarı, eğitim, sağlık gibi alanlarda da büyük mesafeler katetti. Ancak bütün bu gelişmeler, tüm insanlık için (batılı insan dahil) acılar ve çözümsüzlükleri daha da artırdı.
Burada, ilerlemeci tarih görüşüne belirli bir oranda katılmak durumundayız. Saatin durdurulamayan ilerlemesi karşısında, eğer insan veya insan topluluğu gerekli devinimi başaramaz ise giderek eskimesi, aşınması, geri kalması ve bu başarıyı gösterebilenler karşısında mağlup olması kaçınılmazdır, "iki günü birbirine eşit olan ziyandadır" hadis-i nebevisi, insanın zaman karşısındaki bu zorunlu durumunu açıklamaktadır. Zamanla birlikte ilerlemesini sürdüren, yani; yaşanılan dönemin ihtiyaçlarını kavrayıp bunları karşılayabilen, bunun da ötesinde gelecek dönemlerin ihtiyaçlarını, imkanlarını, mümkün gelişmelerini de öngörebilen, gerekli tedbirleri alıp zamana ve eşyaya karşı hazırlığını yapan insan, arzın varoluş kanunlarına riayet ettiği için galibiyeti de haketmiştir. Bu üstünlük elbette izafidir. Yani aklın ve pozitif bilimin öngördüğü her türden çalışmayı yapan bir toplum, dünyevi müsabakada öne geçmekle beraber, gerçek bir mutluluğu elde edebilmiştir diyemeyiz. Elbette değil. Ancak, insanı üstün kılan bir takım vasıflara sahip olmak da, bizim tembelliklerimiz için, zamana ve eşyaya karşı sorumsuz kalışımız ve başarısızlığımız için bir teselli gerekçesi olamaz. Ne kadar dürüst, ahlaklı, yardımsever ve muttaki olursanız olun, mağlup olanların, güçlüler karşısında zillet içerisinde bulunmaları da hak edilmiş bir sonuçtur. O halde izzet ve takva bir arada bulunmalıdır.
Geçmişin düşünce kalıpları ve müesseseleri ile onların öngördüğü hayat tarzı, ilerleyen zaman karşısında geçersiz kalmıştır.
Laik diktatörlüğe karşı Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen halk ayaklanmalarından son yıllara kadar, İslam nokta-i nazarından ortaya konulan muhalif hareketler, isyanlar ve direnişler, genelde geçmişi, geçmişin adetlerini, müesseselerini, yaşama tarzını savunan tepkici (reaksiyoner) eylemlerdir. Hilafetle beraber halifeyi ve saltanatı da savunan İslami camianın, gelişen olaylar karşısında takip ettiği çizgi, daha önce, yenilik taraftarı padişahlara karşı çıkan Osmanlı ulemasının çizgisini hatırlatmaktadır. Askeri ve ekonomik alanlardaki geri kalmışlığa çare arayan, çürümüş müesseseleri ıslah etmeye çalışan Osmanlı bürokrasisi karşısında, ulema'nın davranış biçimi, geleceğe yönelik hiç bir çözüm, bir model, bir proje ortaya koyamazken, dini değerlerin yok edileceği endişesi ile yenileşmeye karşı çıkmaktır. Böylece zaten beşik uleması nitelemesi ile alay konusu olan Osmanlı medreseleri, kendi statüsünü korumanın peşindeki Yeniçeri Ocağı ile aynı çizgiye düşmüştü. İslami direniş hareketlerinin tarihinde emperyalizm karşıtlığı, sömürgecilik karşıtlığı gibi olumlulukların yanı sıra yenilik karşıtlığının da bir vakıa olarak yaşandığını kabul etmemiz gerekir. (Bu ifadelerden, gayrı resmi İngiliz mandası olarak kurulan laik rejimi akladığımız anlamı çıkarılmamalıdır. Zaten iflas etmiş bir zihni yapıyı ve kurumlarını tasfiye etmekle, dini yaşayışın ve dinle alakalı her müessesenin kökünün kazınması tamamen ayrı vakıalardır.)
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması bir sebep değil bir neticedir. Dolayısı ile çözüm, hilafetin ihyası, medreselerin açılması, şer'i mahkemelerin tekrar kurulması değildir. (Çözüm, İslami bir yönetimin kurulması ve müslümanların iktidarı ele geçirmeleri de değildir.) Şer'i mahkemeler TC tarafından kaldırılmadan önce, zaten bir fonksiyon ifa edemez hale gelmişlerdi. Mecelle'nin yazılış gerekçesinde, müellif Ahmet Cevdet Paşa, mealen "Ülkenin bütün şehirlerinde İslam fıkhına göre hüküm verebilecek evsafta kadı ve alimin kalmadığını" belirtmekteydi. Nitekim daha Sultan 2. Mahmut döneminde, Seriye mahkemelerinin yetersizliği sebebiyle Nizamiye mahkemeleri kurulmuştu. Geleneksel kurumlar yenileşmeye karşı çıktıkları ve kendilerini de yenilemedikleri için, ihtiyaçları karşılamak üzere Nizam-ı Cedid (Yeni Nizam) Ordusu, Nizamiye Mahkemeleri, modern bilimleri okutan mektepler kurulmak zorunda kalınmıştı.
Orta Asya İslam Dünyası'nda da yenileşmenin adı "cedidçi gavurluk" idi. Sünni İslam alemi, Afrika'dan Orta Asya'ya kadar büyük bir atalet, bilgisizlik, ekonomik çöküş ve askeri bozgunları yaşarken, gözüne çektiği rivayef ve hurafelerden örülü metafizik perdeler yüzünden akıl ve eşya arasındaki pozitif ilişkiyi kuramıyordu. Medreselerde pozitif bilimler okutulmuyor, hatta şerh yazma geleneği telifin yerini alıyordu. Buna karşılık Batı modernizmi, özgür bireyin şahsında eşyayı, tabiatı, güç yetirebildiği her-şeyi ve herkesi, hatta birbirini, son damlasına kadar kullanabilen bir dönemin atılımını yaşıyordu.
İslam Dünyası'nı sarsan Cemaleddin Afgan'ı fırtınasının ardından Mısır'da Muhammed Abduh, Orta Asya'da Musa Carullah Bigiyef gibi yeni kuşak müslüman alimler İslam aleminde yeni bir uyanışın başladığını haber verir. Bütün yaklaşımlarını benimsemesek de, (kendi aralarında farklılıklar da bulunabilmektedir) bu çizgideki isimler seleflerine göre İslam alemini ciddi bir şekilde sarsmışlardır. Emperyalizme karşı direniş hareketlerinde de, bu çizgideki müslümanların daha etkin rol oynadıkları söylenebilir. Hatta günümüze kadar, İslami hareket olarak tanımlanan tüm çabalara öncülük eden şahsiyetlerin modern mekteplerde okumuş müslümanlar olduğu, medrese geleneğinin fiilen öncülük rolünün bulunmadığı, ulemanın hep modern tahsilden yetişenlerin arkasından geldiği bir vakıa olarak ortadadır. Bu tesbit, çağdaş İslami hareketin gelenekten kopuk olduğu gibi, bir gelenek de oluşturamayan bir yapıda olmasıyla ilgili açmazlarımızı da açıklamaktadır.
Netice olarak İslami uyanış çizgisi, bugün İslam aleminin her tarafında yeşermiş, verimlerini ortaya koymaya başlamıştır.
Geleneksel çerçeve (gerek sünni, gerek selefi, gerekse şii mezhebi disiplinlerin oluşturduğu düşünsel çerçeve) geleceğe yönelik pek fazla bir şey söyleyememektedir. Ne yönetim biçimi- toplumsal örgütlenme- ekonomik hayat, ne san'at, ne spor, ne kadın hakları gibi konularda modernizme alternatif olabilecek kapsamlı projeler ortaya konulamamaktadır. Günlük/ modern hayatın dayattığı sorunlar, halkın gündeme getirdiği yeni yeni konular, medrese geleneğinin gündemine girebilse de, tekil fetvaların ötesinde (bu fetvaların da ne kadar sadra şifa olabildiği tartışılır) bütüncül bir yaklaşıma sahip değildirler.
Bu tesbitlerden, mezhebi veya geleneksel çerçevelerin tümüyle reddedildiği veya bunlara karşı mücadelenin teklif edildiği sonucu çıkarılmamalıdır, Sadece, geleneksel çerceve(ler)in geleceğe yönelik yeni çözüm arayışları için yeterli olmadığı ifade edilmektedir. Bu tesbit dahi, geleneksel birikim ve usullerden yararlanılmasının zaruretini de ihtiva eder.
20. yüzyıla girerken İslam dünyası bütünüyle Batı'nın boyunduruğu altına girmişse, bu öncelikle Sünni ve Şii fıkıh geleneğinin iflasının sonucudur. (Şii geleneği, ahbari ekolün etkisinden kurtularak kendini yenileme yönünde bir nebze açılım gösterebilmiştir. Bunda, ictihad kapısını kapatmayarak, "yaşayan bir müctehide tabi olma mecburiyeti" dolayısıyla Şia'nın hayatın içinde bir mezheb olma çabalarının rolü olabilir. Şii aydınlarının gelenekten bütünüyle kopmamış olması, geleneksel ulemanın da aydınlarla nisbeten daha iyi ilişkiler kurabilmesi, en azından fikir alışverişinde bulunabilmesi önemli bir husus olarak zikrolunabilir. Buna rağmen Şia geleneğinin İslam devrimini zaman zaman tıkadığı, ümmetin bütününe mal olmasını engellediği görülmektedir.)
Sünnilik ve Şiiliğin geçen yüzyıllar boyunca saltanatın İdeolojisi haline dönüştürüldüğü, haklarını arayan, özgür ve düşünen bir toplum yerine, pasif, suskun ve itaatkar toplumlar ürettiği söylenebilir. Emevilerden itibaren, meşruiyeti kendinden menkul hanedanlıklara meşruiyet sağlayan ilim havzalarının, ulemanın önderliği gibi siyasi bir önderlik vasfına sahip çıktığını, böyle bir iddiada bulunduğunu göremiyoruz. Günümüze mezhep imamı olarak ulaşmış isimler ise, ilginç bir tesbit olarak, kendi dönemlerinde zalim sultanlara karşı çıkmış ve bu uğurda büyük zulümlere maruz kalmış alimler olarak, istisna teşkil etmektedir.
Günümüzde Sünni ve Şii medreselerinde hakim olan usul ise, rey ve içtihadı değil, eski Yunanda Aristo mantığı olarak adlandırılan, tekrarı esas alan skolastik gelenektir. Ebu Hanife'nin "Rey ekolü" olarak adlandırılan usulünde ise, insan aklının ve ihtiyaçlarının tümüyle devrede tutulması esas alınmakta idi.
b)Sorunların hal çaresi, mağlup olduğumuz alanlarda aranmalıdır.
Askeri bozgunlar ve siyasi yıkılışlar sosyal ve iktisadi çöküşün arkasından gelmiştir. Siyasi ve askeri mağlubiyetin gerisinde İslam medeniyetinin topyekun inhitatı bulunmaktadır. O halde çözümü sadece İslami bir yönetim kurmak veya iktidarı ele-geçirmek gibi, politik ve askeri alanlarda aramamalıyız. Yüzyıllarca süren bir gerilemenin, bilgide ve ahlakta meydana gelen bir çözülmenin ardından, yine bilgide ve ahlakta, yüzyıllarca sürecek bir diriliş kavgasının talibi olmalıyız.
Burada medeniyeti, bir inancın oluşturduğu yaşama biçimlerinin, kurumların, eserlerin, usullerin bütünü olarak ele alıyoruz. Olumlu ve olumsuz yönleriyle İslam medeniyeti, müslümanların oluşturduğu bütün bir hayat tarzıdır. Gelenek ise, toplumların yüzyıllar boyunca tekrarlaya geldikleri ve geleceğe aktardıkları birikim ve alışkanlıklarıdır. Geleneğin eleştirilmesi, ondan kopulmasını veya reddedilmesini gerektirmez. Gelenek bir yönüyle, inancın uygulanması ve hayata geçirilmesi ile ilgili eşsiz örnekler sunar. Bu örnekleri takip etmek veya ıslah ederek sürdürmek yahut da bütünüyle değiştirmek mümkündür. Her üç halde de gelenekten istifade edilmesi zorunludur. Bütünüyle değiştirebilmek için bile, geleneğe muhtacız. Geleneği inkar eden, onun yüzyıllar boyunca denenerek ve sonuçlarına katlanarak elde edilen tecrübesinden mahrum kalır. Kökü olmayan, her şeye yeniden başlama hevesindeki bir radikalizm, en basit bir vakıa karşısında kafasını gerçeklere çarparak, belki de tecrübeyi edinme imkanını bile bulamayacaktır.
Modernizmin, temelde Batılı değer yargıları üzerinde kurulmuş olduğu bir vakıadır. Ancak günümüzde insanın madde ile ilişkisinde, eşyayı tanımasında, nispeten ileri bir noktayı temsil ettiğini kabul etmek zorundayız, insanı meleklere üstün kılan bir özellik olarak "şeyleri tanımak", modern zamanların insanının kısmi bir avantajı olmuştur. Bu aynı zamanda, insanlığın tarihsel tecrübesi anlamında, tevarüs edilmesi gereken bir bilgidir. Batı medeniyetinin eşya ile son derece vahşi, çıkarcı, hatta insanı maddenin egemenliğine sokan bir ilişkisinin olması, onun bu alandaki üstünlüğünü yok saydırmamalıdır.
İnsan hakları gibi modern kavramlar, katılımcılık, çoğulculuk, objektif olarak düşündüğümüzde, Batılı toplumların Şark toplumlarına nisbetle bazı noktalarda daha önde bulunduğunu göstermektedir.
c) Yukarıdaki tesbit ve eleştiriler, bize bazı çözüm noktalarını da göstermektedir. Burada ilk akla gelen, bilgi ve ahlakta esasa dönüş olabilir. Bunun için önerdiğimiz başlıca çözüm, Kur'an'ın öne çıkarılmasıdır. İlahi vahyin ışığında ve yol göstermesinde, insan aklının azami kullanımı, bireysel ve toplumsal kurtuluşun çözüm yoludur, Kur'an-ı Kerim'de zikrolunan Resul'ün Allah'a şikayet ettiği, "Kur'an'ı terk edilmiş bir kitap olarak edinen" bir toplumun kurtuluşu yeniden Kur'an'a dönmektedir. Kur'an'ı çokça okuyan, Allah'ı çokça hatırlayan, Kur'an ayetlerini anlayarak ve düşünerek akleden, Kur'an ilkelerini kendi hayatları için yaşanır kılan bir toplum olmak, bizim için kaçınılmazdır. Esasında Kur'an-ı Kerim, Allah'a yaklaşmak ve güzel ahlak sahibi olabilmek için son derece etkili ve yeterli bir kaynaktır.
Sünnet ise, ilahi vahyin peygamber tarafından tatbik edilmesi ve bize bir örnek olarak sunulmasıdır. Bu bakımdan, sünnet bizim için vazgeçilmez bir önem taşımaktadır. Peygambere atfedilen rivayetlerin, ravi zinciri kadar, anlam ve istikamet bakımından da Kur'an'a mutabakatına dikkat edilmelidir. Anlamları Kur'an'a uygun olan rivayetler arasında istisnai olarak farklılıklar bulunduğu takdirde, herkesin kendisini bağlayacak bir rivayeti tercih etmesi tabii karşılanmalıdır. Ancak, sünnetten yararlanmayı reddeden bir anlayışın, Kur'an'dan da yararlanamayacağı açıktır.
Tarih boyunca müslüman topluluklara hükmeden zalim yönetimlerin, feodal veya ekonomik çıkar sahiplerinin, hurafelere dayalı otorite çevrelerinin, kendi statülerini sürdürebilmek için uydurma rivayetlere dayandıkları göz önünde bulundurulursa, müslümanların rivayetler karşısında ne kadar dikkatli bulunmaları gerektiği anlaşılabilir.
Netice olarak çağdaş İslam toplumunun taşıması gereken iki temel vasıf olduğu kanaatindeyiz: Akılcılık ve Kur'an'a tam teslimiyet.
2-Pratik alanda:
a) Siyasi duruş:
Türkiye'de müslümanların yaşadığı düşünsel ve siyasi durgunluğa rağmen, küresel anlamda İslami hareketin yükselişi, kendisini her an hissettirmektedir. İran'da meydana gelen İslam İnkılabı ve Sovyetler Birliği'nin dağılması ile birlikte iki kutuplu bir Dünya ortaya çıktı. Daha önce, yani kapitalist sisteme karşı muhalefetin sosyalist blok tarafından temsil edildiği 1946 sonrası dönemde, mazlum halklar açısından yapay (reel olmayan) bir kutuplaşma vardı. Sosyalist Blok'un gerçek bir muhalefet yapamaması, yani, şeytani dünya güçlerine karşı tam bir alternatif olamaması, ABD ve Avrupalı emperyalistlere karşı çıkışının hayatın bütün alanlarını kapsamaması, hatta aynı zalim değer yargılarıyla halklara zulmetmesi, mazlum halkların mücadelesini belirli bir istikametten yoksun bırakıyordu.
Bugün ise, Tacikistan'dan Cezayir'e kadar, hatta yer yer müslüman olmayan Afrika ve Güney Amerika halklarını da içine alan bir direniş hattı oluşmuştur. Bu hattın Dünya istikbarına karşı mücadelesi, doğru bir istikamette, azgın şeytanlara karşı ve Allah'ın yardımına dayanarak sürdürülmektedir. Gelişmiş Kuzey ülke iktidarları ve onlarla yardımlaşan diğer iktidarlar karşısında, Dünya müslümanları tek bir direniş cephesi oluşturmaktadır. Çeşitli sebep ve bahanelerle bu cephenin dışında kalmaya çalışan (mezhebi, ırki, vs.) ülkeler, halklar, cemaatlar bile, ister istemez mevcut kutuplaşmaya uygun birer safta yer almak zorunda kalıyorlar. Bu kutuplaşmanın belirleyici unsuru, İslami direnişin başarıya ulaştığı özgür İslam güçleridir. Bu sebeple, İslami bir İnkılabı başarmış olan veya mücadelede öne geçen müslüman toplulukların durumları, politikaları, diğer halklar, guruplar veya cemaatler için dikkate alınmak mecburiyetindedir, ıstikbarın siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel iktidarı küresel olduğu gibi, İslami hareketlerin direnişi de, küresel hedefler gözetmelidir.
b) Eğer ülkede iktidarın niteliği, Dünya kutuplaşmasına paralel olarak şeytani güçlerin elinde ise, müslümanlar toplumun muhalefetini temsil etmelidirler. ıstikbarın yapısı gereği yoksullaştırdığı, güçsüzleştirdiği, zulümlerine maruz bıraktığı halkın çıkarlarını savunmak, halkların ekonomik, kültürel, etnik hakları için mücadele etmek müslümanların görevidir. Haksızlığa uğrayanın kimliğine bakmadan onu savunmak, zalime karşı çıkmak, İslami ahlak ve erdemin gereğidir. Bu konuda Mazlum Der -bütün eksikliklerine ve yetersizliklerine rağmen- iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Ekonomik durumu nispeten iyi olan, orta sınıfı teşkil eden müslümanlar dahi, iktidarı oluşturan oligarşi karşısında sınıfsal bir muhalefet sürdürmek zorundadırlar. Çünkü uluslararası sistemin işbirlikçisi olan iktidar, içeride de tekelci ve işbirlikçi bir sınıfa dayanmaktadır. Durumundan memnun olan bazı müslümanların, sağcılaşarak statükoyu savunmaya koyulmaları, sadece bir gafletin sonucudur. Çünkü bu zalim sistem, tekelci ortaklarının dışındaki tüm toplumsal sınıfları zayıflatmayı, kullanmayı ve gereğinde sokağa atmayı amaçlamıştır. Burada, menfaat için değil Allah rızası için hareket etmeli değil miyiz sorusu sorulabilir. Müslüman in uhrevi çıkarı ile dünyevi çıkarları karşı karşıya değil yan yana görülmelidir.
Siyasi tavır alış, İtikadi tartışmaların önünde tutulmalıdır. Yani itikaden eleştirilmesini gerekli gördüğümüz bir cemaatin siyasi duruşu doğru bir çizgide ise, zalimlerle işbirliği yapmıyorsa ve karşı duruyorsa, onunla yakınlaşmaktan kaçınılmamalıdır.
c) Gelenek eleştirisi gelenekten kopmayı getirmemelidir. Gelenekten kopuş, yabancılaşmadır. Ayağın yerden kesilmesi, hayattan uzaklaşma, topluma ve realiteye yabancılaşmadır. Sünniliğin yetersizliğini tesbit etmekle beraber, kalkış noktasında Hanefi kültürüne yaslanmak (esasında Ebu Hanife'nin doktrini, geleceğe dönük ileri bir tarzdır), geleneğin getirdiği olumlulukları tesbit etmek ve bunları sürdürmek gerekir. Oligarşinin reel ve sistematik zulümlerine muhalefet yerine, "Eyne Allah", "Kur'an mahluk mu", "peygambere mucize ve şefaat verilmiş mi" gibi tartışmalar, hatta sadece kadroların tartışması gereken konuların halka mal edilmesi, müslümanları halka yabancılaştırmaktadır.
Hayatın dayattığı soruları çözmek yerine, müslümanlara sadece çözümsüzlüğü tavsiye eden fetvacı yaklaşımlar da, bir yabancılaşma örneğidir. Sâdece "nelerin yapılamayacağını" sayan ama nelerin yapılacağını söyleyemeyen bir tavır, hayattan kopuk bir yaklaşımın ürünüdür.
d) Yaşadığımız ülkenin sistemini reddetsek, halkın itikadını yanlışlasak dahi, bu insanların kötülüğünü istemediğimiz, iyiliğini istediğimiz kesindir. Siyasice ideolojik anlamda kendi ülkemiz ve kendi toplumumuz olmasa da, sosyolojik ve coğrafik anlamda beraberliklerimiz vardır. Bunu ne inkar etmeliyiz, ne görmezlikten gelmeliyiz, ne de daha üst bir anlam yüklemeliyiz. Beraberliğimiz, "aynı gemide bulunmak" gibi olmasa da, bir durak sonra inmeye hazır olduğumuz bir dolmuş beraberliği kadar da değil mi? (En yakınımızdakinin sorunlarına ilgisiz kalmayız, iyiliğini isteriz, kötülüğünü istemeyiz.)
e) Tavır sahibi olmak: Yaşadığımız ülkenin her sorunu bizi ilgilendirir, her sorunda, her zulüm olayında biz mazlumdan yana olmalıyız. "Bizi ilgilendirmez" tavrı, zulme karşı sessiz kalmaktır.
Kendi içimizde de, her türlü haksızlığa ve sapmaya karşı tavır sahibi olunmalıdır. Hatta, güç ile paralel olarak bir çözüm odağı olunması gereklidir.
İhanet derecesinde sapmalar gösteren, İslam düşmanlarıyla işbirliği tavırlarına giren şahıslara karşı, kesin bir dışlama zorunludur. Aynı şekilde, İslami değerlere ve müslümanlara karşı tahkir edici, düşmanca tavırlara giren kafirlere kesinlikle itibar gösterilmemelidir. Müslüman toplum, onurlu bir toplumdur. Kendisine hakaret edenlere, düşmanlarıyla işbirliğine giren, ihanetten sakınmayanlara itibar edenler ise, onurunu kaybetmiş zelil bir topluluktur.
Bir hareket var ise, var olduğu oranda yaptırım sahibidir. Kutsal değerleri olan bir topluluğu, başıbozuk bir güruhtan ayır deden, onun hukukilik (hakları yaptırıma bağlayan) vasfıdır.
f) Müslümanların düşünsel, ahlaki ve siyasi liderlik sorunu vardır. Lider ithal edilmez. Nitelikli bir topluluktan nitelikli liderler çıkar. Niteliği artırıcı ve nitelikli liderler ortaya çıkarmayı sağlayıcı süreçler oluşturulmalı (Sadece eğitim değil, en iyi eğitim olan mücadele süreçleri de bu bağlamda düşünülmeli).
Hareketin içinden çıkan, yetişen nitelikli insanlarla sağlıklı ilişkiler kurulamamaktadır. Birey olmayı tercih eden aydınlar kadar, aydınlarını sahiplenemeyen hareketler de sorumludur. Hareketler bilgiye ve düşünce yeteneğine daha fazla değer vermelidir. Öncü kadroların daha nitelikli olmasının yanı sıra, gelişmiş niteliklere sahip olan müslümanlardan, dışarıda da bulunsalar, istifade etmeye çalışılmalıdır.
İslami hareket, bir siyasal eylem olmanın üzerinde, daha geniş ve kapsamlı bir çabadır. İslam'ın kültürel ve ahlaki boyutlarını, hepsinden önce de uhrevi boyutunu bir bütün olarak benimsemelidir. Bireyin Allah'a yakınlığı ve ahiretteki hesap düşüncesi, tüm çabaların önünde yer almalıdır.
Son söz: Müslümanlık güzel ahlaktır. Ahlakın kemali ise, Allah'a itaat ve zulme karşı direnmektir.
- Muhalefet mi? Yozlaşma mı?
- Kokuşan Sistem ve İslami Sorumluluğumuz
- Refah Partisi Tabanına Açık Çağrı
- RP Çürüyen Sisteme Yeni Koltuk Değneği mi?
- Habitat ve TC'nin Çelişkisi
- Cuma Eylemleri ve Eleştirinin Sınırı
- İsrail'in Lübnan Fiyaskosu
- İhanet Çizgisinin Yeni Adımı: Filistin Milli Mizahında Değişildik
- İsrail Seçimleri: Solcu Katiller Yerlerini Sağcı Katillere Bıraktı!
- “Muhafazakâr" Türkiye Gazetesi'nde İsrail İmajı
- Prof. Dr. Haydar Baş'ın Boğaziçi Üniversitesi Şovu
- İmam-Hatip'ler Kapatılıyor mu?
- ÖYS'nin Düşündürdükleri
- Kitlelerin Afyonu: Futbol
- Sağcı - Devletçi Mantığın Sefaleti
- Demirel'e Suikast Girişimi
- İbrahimi Okuyuş
- İslam Parlamentosu'nun Yeni Lideri Dr. Muhammed Gıyaseddin
- Kelim Sıddıki'nin Öncelikli Hedefi 'Fikri Devrim'di
- Türkiye'de Müslümanların Sorunları ve Çözüm Tezleri
- İslami Hareket ve Islahat Çabalarının Sürekliliği
- İslami Hareket: Sorunlar ve Çözüm Perspektifi
- Siyonist Katliam ve Lübnan İzlenimleri
- Canınıza Okutmayın, Çanlarına Ot Tıkayın!
- Mahkemeler