1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Türkiye’de Gazze Seferberliği: İmaj ve Gerçek

Türkiye’de Gazze Seferberliği: İmaj ve Gerçek

Şubat 2009A+A-

Gazze’ye yönelik İsrail saldırganlığı Türkiye’de büyük yankı uyandırdı. 27 Aralık günü başlayan bombardımanla birlikte hareketlenen sokağın nabzı saldırı müddetince hep yüksek seyretti. Uzun zamandır siyasal bir konunun-gündemin toplumun geniş kesimlerini bu kadar hareketlendirmesine pek şahit olunmamıştı. Daha dikkat çekici olan ise sokağın tepkisinin, resmi düzeyde de karşılık bulmasıydı. Devlet/hükümet ve siyasi partiler adına ortaya konan tepkiler de daha önce pek rastlanmayan ölçüde canlıydı.

Cumhurbaşkanı’ndan Meclis’e, MHP’den CHP’ye, DTP’ye kadar hemen herkes bir biçimde Filistin halkıyla dayanışma görüntüsü sergiledi. Başta Başbakan olmak üzere Hükümet tüm üyeleri ve kurumlarıyla adeta seferberlik havası estirdi. İsrail’in icra ettiği canavarlığa ilişkin olarak Başbakan’ın ağzından dökülen ve dozu giderek artan sözler sadece içeride değil, tüm Ortadoğu’da ses getirdi. Gerek diplomatik girişimler gerekse de yardım kampanyalarıyla Türkiye adeta  “Filistin’in hamisi” konumuna oturdu.

Doğal olarak bu görüntü dışarıya da yansıdı ve Başbakan Erdoğan’ın popülaritesi ile birlikte Türkiye’nin imajı da Arap dünyasında bir hayli güçlendi. Acziyet içindeki liderlerinin tutumundan öfkeye kapılan kitleler Türkiye adına ortaya konan tepkilerle moral buldular. Filistin halkı yararına somut icraat şöyle dursun, neredeyse İsrail aleyhine tek kelam dahi edemeyen yönetimlerle kuşatılmış Arap halklarının Başbakan Erdoğan’a karşı dillendirdikleri övgüler ve sergiledikleri muhabbetleri muhtemelen Türkiye üzerinden kendi ülkelerinin yönetimlerine ve liderlerine karşı tepkilerini,  muhalefetlerini göstermenin de bir yoluydu.

Başbakan’ın ve Hükümet’in tutumunun çoğunlukla Müslüman halkların teveccühü, buna karşılık Siyonistler ve onlarla bağlantılı çevrelerin ise tepkileri ile karşılaşması genelde durulan yerin sağlamlığının, haklılığının bir göstergesi olarak algılandı ve sunuldu. AK Parti Hükümeti’ne destek veren çevreler Hükümet’in performansından dolayı büyük bir mutluluk ve gurur duydular. Hemen her yerde “acziyet içindeki Araplar ve Filistinli kardeşlerinin hamiliğine soyunmuş Osmanlı’nın çocukları Türkler” karşılaştırması sıkça dillendirildi.

Türkiye Yapılması Gerekeni Layıkıyla Yapmış mıdır? 

Öyle miydi gerçekten? Başbakan ve Hükümet’in performansı ile gurur duymamız mı gerekiyordu? Filistinli mazlum kardeşlerimiz için “hükümetimiz” elinden geleni yapmış ve büyük fedakârlıklarda mı bulunmuştu?

Doğrusu bu sorulara verilebilecek cevapların nereden bakıldığına bağlı olarak değişkenlik arz edebileceğini baştan tespit etmek lazım. Eğer Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik geleneksel politik çizgisi ile kıyaslanacak olursa gerçekten de son Gazze saldırısı sürecinde Hükümet’in sergilediği performansın ileri bir tutum olduğunu, hatta alkışlanmayı hak ettiğini söyleyebiliriz. Önceki hükümetler döneminde ve bilhassa da 28 Şubat sürecinde işbaşında bulunan hükümetlerce sergilenen açık İsrail işbirlikçiliği ile kıyaslandığında, bugün ortaya konulduğu tarzda İsrail ve ABD’yi rahatsız edecek sert mesajlar verilmesinin dahi önemli bir gelişme olduğu söylenebilir.

Türkiye kuruluş felsefesi itibariyle Batı hayranlığını temel kimlik edinmiş ve tarihsel bir kopuş yaşamak istediği Ortadoğu’ya, Müslüman halklara sırtını dönmüş bir siyasi çizginin takipçisi. Bir NATO ordusu olan TSK’nın da yoğun müdahaleleriyle ABD ve İsrail ile sürdürülen ilişkiler tam bir bağımlılık arz etmekte. Stratejik ortaklık, müttefiklik gibi tanımlamalar karşılıklı ilişkilerin mahiyetini açık biçimde yansıtmakta. Kısacası ortada işbirlikçilik çerçevesini aşmanın pek kolay görülmediği ve manevra alanının alabildiğine daraltıldığı bir arkaplan mevcut. İşte, bu arkaplan göz önünde bulundurulduğunda şu anda sergilenen yaklaşımların çok net ve ileri tavırlar olduğu iddia edilebilir.

Ama bu değerlendirme sadece geçmişle mukayese açısından böyledir. Yapılabilecekler ve yapılması gerekenler açısından ise ortada hiç de öyle övgüyü, abartılmayı hak eden bir durumun olmadığı görülmelidir. Bu yüzdendir ki, toplam tabloya baktığımızda maalesef ortada gördüğümüz şey bir dizi laf, söz ve kınama! Somut icraat namına müşahede edilebilecekler ise çok sınırlı şeyler.  

Sözün Değeri ve Sınırı

Meclis’te vekiller katliama tepki olarak İsrail Dostluk Grubu’ndan istifa etmişler! Ne yapmak lazım, bu saygın vekilleri tebrik mi etmeli? İsrail ilk kez şimdi mi katliam yapıyor? Zaten İsrail ile dostluk çirkinliğine imza atmakla halt etmişler! Yarın olaylar biraz yatışınca yine üye olur, sonra yeni bir İsrail katliamında tekrar halkın hassasiyetlerine ne kadar saygılı olduklarını ispat için bir kez daha istifa ederler!

Başbakan Gazze’den getirilen yaralıları ziyareti sırasında gözleri dolu bir biçimde dokunaklı konuşmalar yapıyor. Meclis’te, parti toplantılarında, Brüksel’de, gittiği her yerde İsrail vahşetini en net ifadelerle kınıyor. İsrail’in yaptığının “insanlığa karşı suç” olduğunu hatırlatıyor. Bombaların altında kalan çocukların ahının yerde kalmayacağını; İsrail’in savunmasız çocukların, kadınların, anaların gözyaşlarında boğulacağını söylüyor.

Şüphesiz bu sözler çok haklı sözler. İsrail vahşeti karşısında içinde bir nebze insanlık ve adalet duygusu taşıyan, vicdanı olan herkesin teyit edeceği, altına imza atacağı sözler. Ama bunlar sadece söz! İşe, eyleme dönüşmediğinde; icraatla desteklenmediğinde sahibini zor duruma düşürme, utandırma potansiyeline de sahip olan sözler aynı zamanda.

Nitekim bu sözleri sarf eden ağızdan dökülen başka sözler de oldu. Örneğin, Başbakan meydanlarda giderek yükselen İsrail ile ilişkilerin kesilmesi talebine karşılık olarak şöyle bir tepki verdi: “Biz bakkal dükkânı değil, devlet yönetiyoruz. İsrail’le ilişkiler ulusal çıkarlar doğrultusunda devam edecektir.”

Bir tarafta “insanlığa karşı suç”tan söz edip, “döktüğü kanda boğulacak” tepkisi verip ardından “Bakkal dükkânı mı burası?” klişesine sarılmak da neyin nesi? Bu çelişik vaziyet neyle açıklanabilir: Kafa karışıklığı ya da tutarsızlık ile mi, yoksa politik çıkarcılıkla mı? Bunca keskin lafın, kınamanın ardından edilen bu sözlerin İsrail nezdinde nasıl bir karşılık doğuracağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu lafların, tepkilerin “Bakmayın bağırıp çağırmalarına, iç kamuoyuna mesaj vermek için böyle abartıyorlar!” mealinde değerlendirileceği açık değil mi?

Savunma Bakanı Vecdi Gönül “Devlette devamlılık var, askeri anlaşmalar sürecek.” diyor. Bununla “Biz bizden öncekilerin verdikleri kararları, yaptıkları anlaşmaları, sözleşmeleri yerine getirmek durumundayız!” demek istiyor. Bu durumda sormak lazım: Sizden sonra gelenler de sizin kirli taahhütlerinizi mi sürdürecek? 2008 itibariyle Türkiye ile İsrail ordusu arasında tam 1,8 milyar dolarlık silah alım anlaşması yapılmış. İsrail saldırısından bir gün önce 167 milyon dolarlık roket alım anlaşması imzalanmış. Halk harıl harıl boykot kampanyaları yürütür, deterjan markaları, meşrubat çeşitleri vs. üzerinden “Aman dikkat edelim de İsrail’i destekleyen firmalara üç kuruş da olsa katkıda bulunmayalım!” hassasiyeti ile davranırken halkın vergilerinden toplanan yüz milyonlarca dolar “savunma ihtiyacı” adı altında devlet eliyle Siyonist çeteye aktarılıyor!

Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek “İsrail ile askeri işbirliği, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir.” diyor. Ne kadar açık, bariz ve tiksindirici bir yaklaşım değil mi? Kardeşlerimizin kanları ve feryatları üzerinde yükselen bir ulusal çıkar mantığı tam da TC düzeninin işleyişini, esaslarını ve pejmürde mantığını yansıtmakta.

Bir taraftan “Kimse İsrail ile ilişkilerimizi kesmemizi beklemesin, ilişkiler bizim çıkarlarımıza uygun, kesemeyiz!” diyeceksiniz; diğer taraftan İsrail’i en sert ifadelerle, keskin sözlerle kınayacak ve saldırılarına son vermesini umacaksınız! Bu kınama sözlerinin muhatap açısından hiçbir mana ifade etmeyeceği, retorikten ibaret tepkiler olmaktan öte bir mana taşımayacağı ve dikkate alınmayacağı açık değil mi? Nasılsa hiçbir şekilde İsrail ile ilişkileri kesmeye niyetinizin olmadığını söylemişsiniz: Hatta daha da ileri gidip İsrail’e bağımlılığınızı itiraf etmişsiniz! O zaman İsrail sizin tepkilerinizi, taleplerinizi ne diye ciddiye alsın?

Nitekim İsrail’in Ankara elçisi Gaby Levy’nin konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevap, vaziyeti çok net biçimde özetliyordu. 2006 Yazı’nda Lübnan saldırısı sırasında da Türkiye’den çok sert tepkiler aldığını söyleyen Siyonist elçi ama ondan sonraki süreçte ilişkilerin hiç aksamadan bugünlere geldiğini, hatta geliştiğini hatırlatıyor ve benzeri bir sürecin şimdi de yaşanmasını umduğunu söylüyordu.  

Lafla Peynir Gemisi Yürümüyor!

Elbette Türkiye’de hükümette olmak ile iktidar olmak arasındaki fark biliniyor. Zaten bu yüzden kimse TC adına İsrail’e karşı sert ve kapsamlı bir tutum takınılabileceğine ihtimal vermiyor. Ama eğer gerçekten samimiyet söz konusuysa somut bazda atılabilecek birtakım adımlar olduğu da bir gerçek.

Meydanlarda kitleler günlerce, gecelerce “Siyonist elçilik kapatılsın!” diye haykırdı. Hadi Siyonist diplomatik temsilcilikleri kapatma size ağır geldi. Peki, haftalarca devam eden katliama tepki olarak hiç olmazsa Telaviv’deki elçinizi geri çağıramaz mıydınız? Bilgi almak için dahi geri çağırdığınızı açıklasanız, ciddi yankı doğuracak bir adım atılmış olurdu.

Savunma alanında imzalanan sözleşmelerin, anlaşmaların iptalini göze alamadınız. Peki, halen masa üzerinde duran yeni silah alımlarını, bu çerçevede hiç olmazsa Heron adlı insansız casus uçaklarının alımını durduramaz mıydınız? Sizden kimse İran’ın ya da Suriye’nin tavrını beklemiyor ama Venezuella ya da Bolivya kadar da olamamak gerçekten büyük bir ayıp!

Hiçbir şey yapamadınızsa, 28 Şubat cuntacılarının bir hediyesi olarak tam 12 yıldır icra edilen ve bu halkın alnına kapkara bir leke gibi yapışan Konya hava sahasında ortak tatbikat rezaletine son verildiğini ilan etseydiniz! Zor mu geldi? Bari ara verildiğini ya da en azından askıya alındığını açıklasaydınız! Ne gezer, “gözden geçirileceğini” dahi söyleyemediniz. Hayır, hiçbirini yapmadınız, yapamadınız!

Zillete Mazeret Bulmak

Zilleti meşrulaştırma babından birtakım tezlerin ileri sürüldüğü malum. Saf insani, ahlaki, İslami kaygılarla İsrail ile ilişkilerin kesilmesi taleplerini dillendirenlere karşı, reel-politik akideyi esas alanların karşı cevapları hazır: “İlişkilerin devam etmesi Filistin halkının lehine. Karşılıklı arabuluculuk, mesaj aktarımı ve benzeri irtibatlar ancak ilişkilerin sürdürülmesiyle mümkün. Hatta halka yardımların ulaştırılabilmesi için dahi İsrail ile ilişkilerin devam ettirilmesi gerekiyor!”

İsrail ile ilişkilerin sürdürülmesinin Filistin halkının ne kadar yararına olduğunu sanırız en iyi Filistin halkı bilir. Tam bu noktada şunu sorabiliriz: Acaba Filistinliler Türkiye’nin İsrail ile ilişkisini sürdürmesinden yana mıdırlar? Hayır, hiç değil! Dolayısıyla TC-İsrail ilişkilerinin sürmesinin Filistin halkının hayrına olduğuna ilişkin tez tutarlı değil. Kaldı ki, bu gerekçenin, daha doğrusu mazeretin ardına sığınanlar, Türkiye’nin İsrail ile Suriye arasında neden arabuluculuğa soyunduğunu izah edebilirler mi? Bu İsrail’in bölgede meşrulaştırılması, kalıcılaştırılması siyaseti değil midir? Aynı işgüzarlık Pakistan ile Siyonist çete arasında çöpçatanlığa soyunulması örneğinde de görülmüştü. Tüm bu tavırların son kertede Siyonist saldırganlığı besleyecek tavırlar, politikalar olduğu görülmek zorunda.

Sözün özü, TC adına sarfedilmiş bolca laftan, kınamadan, kızgınlıktan arda kalan pek bir şey görülmüyor. İşgal, hukuksuzluk, zulüm sürüyor. Türkiye devleti ise zor zamanında Gazze halkına sahip çıkmış olmanın derin huzuruyla Ortadoğu politikasında kendisine yeni misyonlar arayışına girişiyor!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR